Risâle–i Nur cereyanı, Kur'ân'a dayandığı için, dünyevîlerin (dinsizlerin, münafıkların) tesiri ve kontrolü altına girmedi ve girmez.
Ne var ki, gizli münafıklar bu kudsî cereyanla uğraşmaktan vazgeçmiş değiller. Değişik taktik ve manevra yöntemleriyle mücadeleye ve bir şekilde–aynen diğerleri gibi–mağlubiyete uğratmaya canhıraş devam ediyorlar.
Bu ibretli gerçeği bilmek ve olan bitenden mutlak sûrette haberdar olmak gerekir.
Zaten, Kur'ân'ın dürbünüyle bakan Risâle–i Nur müellifi de, gelecek muhtemel tehlikeden Nur'un sâdık talebelerini musırrâne bir şekilde haberdar ediyor.
İşte, gizli münafıkların sinsî planlarıyla "dindar cephe"den gelen/gelecek olan saldırıları haber veren ve bilhassa günümüz hadiselerine ışıt tutan Üstad Bediüzzaman'ın sözlerinden bir demet...
(1) "Ben, 'Senin içtihadında hatâ var' diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat..., o içtihadımda 'En muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım' dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda (İstanbul'daki ihtiyar hocanın yaptığı) bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem. Titresin!
"Bu mesele yalnız şahsıma taallûk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnettar olurdum. ...Fakat, garaz ve inat ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ihsas eden ve esrar-ı mestûreyi işaa (mahrem sırları duyurmak) sûretinde gelen itiraz ve ayıplara karşı Eski Said lisanıyla derim: İşte meydan! En mutaassıp ulemadan ve en büyük velîden tut, tâ en dinsiz filozoflara ve müdakkik hükemalara, Risâle-i Nur’daki dâvâları ispat etmeye hazırım. Hem de ispat etmişim ki, benim mahvıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık filozoflar ve mülhidler, o dâvâları cerh edemiyorlar ve edememişler." (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 56)
(2) " O muhterem zatı (ihtiyar hocayı) unutmak, belki şahsıma karşı tezyifatını ihtiyarlığına... hürmeten helâl etmeye karar verdiğim ve Kur'ân'a havale edip bıraktığım hengâmda, birden ihtiyarım haricinde, (gıybet âyeti) ayeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi. Mânen 'Bana bak' dedi. Ben de baktım, birden gördüm ki, (Milâdî 1933–43) tarihini gösterdi. Halimize baktım; perde altında (1933'ten 1943'e) kadar Risâle-i Nur medet beklediği İstanbul âfâkında, perde altında bir nevi taarruz bulunmuş..." (Age, s. 58)
(3) "İstanbul’da malûm itiraz hadisesi imâ ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risâle-i Nur’a ve şâkirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revâcını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var."
"Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayat ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir." (Age, s. 172-3)
(4) "Aziz, sıddık kardeşlerim,
"Şimdiye kadar gizli münafıklar Risâle-i Nur'a kânunla, adliye ile ve asayiş ve idare noktasından hükumetin bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. ...Şimdi planları akim kaldı. Bilâkis tecavüzleri Risâle-i Nur’un dairesini genişlettirdi.
"Her neyse... Risâle-i Nur'a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı (a) safdil hocaları (b) veya bid a taraftarı (c) veya enaniyetli sofi meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risâle-i Nur'a karşı istimal etmek ve Risâle-i Nur'a ve şâkirtlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye–iki sene evvel İstanbul'da olduğu gibi–münafıklar çabalıyorlar." (Age, s. 172-3)
Değerlendirme
Baştaki mektuplar, Üstad Bediüzzaman'ın Kastamonu hayatı (1936–1943) devresinde yazılmış. Sondakiler ise, Emirdağ hayatı döneminde (1945...) kaleme alınmış.
Bu mektupların mânâ ve mahiyetinden açıkça anlaşılıyor ki, o tarihlerde Üstad Bediüzzaman ve Nur Talebeleriyle uğraşanlar, ileride de uğraşacaklar. Hatta, "belki dehşetli mukabele" edecekler.
İşte, hiç şüphe edilmesin ki, şimdi de o dehşetli mukabele devrelerinden biriyle daha karşı karşıya bulunmaktayız.
Evet, bilhassa son (4.) maddede üç (a, b, c) kategori ile belirtilen şahısların ve buradaki şablona oturan bağlantılı zümrelerin harekete geçtiklerini ve vargüçleriyle çalıştıklarını, hemen her gün aldığımız duyum ve mesajlarla da yakînen müşahade etmekteyiz.
Halbuki, bu mezkûr şablona uygun hareket edenlerin hemen tamamı, tâ o zamanlardan beri dessas ehl–i dünyanın kontrol ve tesir sahasına zaten girmiş durumdalar.
Dessas odakların bunca zamandır kontrol altına alamadıkları ve her türlü baskıya rağmen boyun eğdiremediği kesim, Kur'ân şâkirtleri olan Nur Talebeleridir.
Üstad Bediüzzaman'ın haber verdiği gibi, münafıklar, Nur Talebelerini de hapis, sürgün, mahkeme, vs. yollarla yıldıramayacaklarını anlayacaklar ve bu kez taktik değiştirip onlara karşı ehl–i dini kullanmaya başlayacaklar. Yani, cepheyi değiştirip içerden kuşatma metoduyla onları vurmaya yeltenecekler.
Önemli bir husus da şudur ki, münafıkları en önemli hususiyeti, olabildiğince "şüphe ve tereddüt" meydana getirmektir.
İşte, bugün hemen her yerde böyle "şüphe ve tereddüt" tohumları saçılarak, dehşetli bir kuşatma harekâtının başlatılmış olduğunu görmekteyiz.
Ancak, yine de asla karamsar değiliz; ümitvarız. Zira, İlâhî inayet altında bulunan Nur Tâlebelerinin, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonraki badireleri de yüzlerinin akıyla atlatacaklardır. Ki, zaten aynı bahislerde yine aynı yönde sevindirici müjdeler var: "...İnşaallah muvaffak olamazlar. Risâle-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar." (Age, s. 190)
07.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|