Kütüphanelere girdiğim zaman etrafımı dikkatle incelerim önce. Aradığım kitabı bulmak için değil bu bakışlarım. Ne kadar çok kitabın olduğu ve bu kadar çok kitabın ne kadarı okunmuştur diye merakım. Genelde roman bölümündeki kitaplar yıpranmış oluyor. Zaten en çok okunan kitaplar; kişisel gelişim kitapları, aşk kitapları, şiir kitapları, hikâye, roman ve denemeler.
Kız kardeşimin ilk birkaç sayfadan sonra okumayı bıraktığı, daha sonra benim kitabı okuyup harika olduğunu söyleyince merakından okumak zorunda kaldığı ve çok beğendiği kitaptan sonra... Damağımızda tadı kalan kitapların çevremizde birçok kişinin gerek ısrarımızla, gerek meraktan okunmasına sebep olduğumuzu görünce, kitap okumalarımızı üçe ayırdım. Arkadaş önerisiyle okunan kitaplar, isminin dikkat çekiciliğiyle okunan kitaplar ve bize özel sebeplerden dolayı okunan kitaplar.
Okumaya ilk başlanıldığında—ki bu genelde lise yıllarına denk geliyor—hiç kitabın başından kalkılmaz. Evin muhtelif yerlerinde bizimle kitabımızın izi vardır. O kadar ki, anne ve babanın artık canına tak eder. Çünkü ders çalışılmadan sadece kitap okumak da takdir edilecek bir davranış değildir. Ancak her türlü caydırıcılığa rağmen vazgeçilmez bir aşktır bu. Akşama kadar neredeyse hiç kalkmadan okunan romanlar unutulmaz. “Geç oldu uyu artık” uyarılarına karşı çıkamayıp mum ışığında okunan kitaplar. Gece gizlice, ders kitaplarının arasına sıkıştırılarak okunmuş kitaplar. Ve okumak için türlü türlü geliştirilen yöntemler.
Denebilir ki: Neden romanlar hayatımızın içine bu kadar girmiş?
Romanların, hikâyelerin konusu insandır. Kimi kurgudur, kimi gerçek bu yazılanların. Ama gerçeğe ne kadar yakınsa, o kadar çok okunur bir kitap ya da bizden ne kadar çok şey varsa içinde, o kadar bizimdir anlatılanlar. Yazar hiç tanımadığımız birini anlatmış, onun etrafında dönen olaylar ve yorumlar çevresinde oluşturmuştur eserini. Ancak bir kitap okunurken, bütün karakterler tanıdıktır, önceden biliyormuşuz gibi ilerleriz sayfalarda. Bir an kendimizi camda, kapıda, evin bilinmedik bir yerinde buluruz. Yüzlerini canlandırır, evlerini görür, caddelerinde gezeriz…
Bir bakarız, esas kahraman olmuşuz. Ana karakterin iç söyleşilerini dinleriz. Acısını, sıkıntısını, sevincini yaşarız. O kadar canımız acır ki, bazen gözlerimizden sicim sicim dökülür duygular. Yazılanların bizimle hiç ilgisi olmadığı hâlde, yaşadıklarımıza bire bir uymasa da her insanın hayatı birbirine benzer. Bu sebepten olsa gerek; romanlardaki, hikâyelerdeki yaşanılanlar bize ne kadar benzerse o kadar sever, benimseriz yazılanları.
Her ne kadar kendimizden de bir şeyler bulsak da, benzetsekte hayatımıza ve bizim sorunlarımıza benzeyen bir sorunun çözümüyse bu satırlar, yine de bire bir hiç kimse anlatamaz içimizdekileri kâğıtlara…
Acılar yazının icadından önce de var olduğundan... Yazılanlar her zaman bire bir uymaz kişinin yaşadıklarına. İç çekişmeleri, kırgınlıkları, suskunluğu her zaman sayfalarda geçtiği gibi açık ve net değildir. Bazen insan duâ etmekten bile aciz kalır. En ihtiyacı olduğu anda dili lâl olur, konuşmaz. Simsiyah bir yenilgi sızar umutsuzluğunun içinden.
Ve bu anların hiçbiri yazım kurallarına uyup, kelimelerce karşılığını bulamaz. Kalemle buluşup, kâğıda dökülmez, satırlarca okunamaz. Bu sebeple yazmak yaşamaktan daha kolay. Evet, babası olan birisi babasız birini ne kadar anlayabilir ki? Birçok şeyi olan ve hiç sıkıntı çekmemiş biri, hep ezilmiş birini yazması ne kadar gerçekçi olur. Aşkla kanlı bıçaklı olmamış biri, sevdiğini kaybeden bir aşığı nasıl gerçekçi anlatabilirse, o kadar bizden ve o kadar içimizde yaşar karakterler ve kitaplar.
Bu sebeple çok okunan kitaplardan ziyade, yaşanılmış öykülerden oluşmuş roman ve hikâyeler daha çok çeker ilgimi. Başarıya kısa yoldan ulaştıran kişisel gelişim kitapları değil de, gerçeğe, olabilirliğe yakın eserleri okumak daha eğlenceli geliyor. Aşka gelince: Sanırım daha çok kitap yazılacak aşk üzerine. Zira hayat sürdükçe, aşklar sürekli değişecek.
04.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|