|
|
Şaban DÖĞEN |
Büyüklerin son anları |
|
Acaba ölüm gelse nasıl duygular içerisine girerdik? “İyi ki şu şu güzellikleri yapmamda Rabbim muvaffak kıldı. Gözüm arkada değil” mi derdik? Yoksa “Şunları şunları yapsaydım! Niye bana verilen bu fırsatı gerektiği gibi değerlendiremedim” mi derdik?
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) vefat edeceği zaman ağladığını görenler “Niye ağlıyorsun?” diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: “Yolun uzaklığı, azığın yokluğu, sarp ve dik yokuşlar ve nihayet Cennete mi, yoksa Cehenneme mi konulacağım korkusu beni ağlatıyor.”
Bilâl-i Habeşî’nin (r.a.) vefatını hisseden hanımı, “Vah vah, ne kadar mahzunum” diye ağladığında Hz. Bilâl (r.a.) onu şöyle rahatlatmış: “Oh oh! Ne kadar neşeliyim, yarın dostlarıma, Hz. Muhammed (asm) ve arkadaşlarına kavuşacağım.”
Yezid er-Rekkaşî’nin ölüm döşeğinde ağladığını görenler sebebini sormuşlar, o da, “Kaçırdığım gece teheccüdlerine ve gündüz oruçlarına ağlıyorum” dedikten sonra kendine yönelip şöyle demiş: “Ey Yezid! Senin yerine, kim namaz kılıp oruç tutacak ve Allah’a yaklaştırıcı ameller yapacak?” Sonra da çevresindeki dostlarına “Yazıklar olsun size ey dostlarım! Gençliğinize aldanmayınız. Başıma gelenlerin başınıza da geleceğini görür gibiyim.”
Bir Cuma günü vefatı esnasında Cüneyd-i Bağdadî’nin yanında bulunan Ebû Muhammed Cerirî, onun Kur’ân’ı hatmettiğini söyler. “Bu durumdayken de Kur’ân okunur mu?’ diye sorduğunda şu cevabı alır: “Bu işi yapmaya benden daha muhtaç kim var ki? İşte defterim dürülmekte.”
Ömrü boyunca mahzun olan Şamlı Mekhûl’ün öleceği sırada güldüğünü görenler sebebini hayretle sormuşlar: “Neden gülmeyeyim ki?” demiş “Sakındığım ve çekindiğim dünya, şeytan ve nefisten kurtulma zamanı yaklaştı. Ümidim ve emelim olan sevgilim Allah’ın huzuruna hızla çıkmak üzereyim.”
İmam Şiblî’nin ölüm esnasındaki durumunu soranlara hizmetinde bulunan Cafer b. Nusayr şu cevabı vermiş: “Şiblî ölümü sırasında bana dedi ki: ‘Bir dirhem borcum vardı. Ondan kurtulabilmek için alacaklıya binlerce dirhem verdim. Şu anda bile kalbimi o dirhem meşgul ediyor.’”
“Sonra Şiblî, ‘Namaz için abdest almama yardımcı ol’ dedi. İstediğini yaptım. Ama sakalını hilâllemeyi unutmuştum. Şiblî’nin dili tutulmuş olduğu halde elimden tuttu, sakalını aralattı ve vefat etti.’”
Cafer ağlayarak hem bunları anlatıyor, hem de Şiblî’nin ömrünün sonuna kadar Şeriatın âdâbından bir tek edebi ihmal etmediğini söylüyordu.1
İşte büyüklerin son anları!
Dipnotlar:
1- Daha geniş bilgi için bkz: İhyâ-u Ulûmi’d-Din (Ali Arslan Terc.) , 10:341-397.
04.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İstibdat eşittir CHP, eşittir darbe, eşittir gerilik! |
|
Önce istibdada/diktatörlüğe ve tahayyül edemeyeceğimiz kadar dehşetli zararlarına göz atalım: İstibdat, baskı, diktatörlük; zorla kabul ettirmek, tahakküm, keyfî işler, kuvvete dayanarak cebir kullanma, zorbalık, tek görüş, sû-i istimâle gayet müsait bir zemin, zulmün temeli, insanlığın mahvedicisi, sefalet derelerine yuvarlandıran, İslâm âlemini zillet ve sefalete atan, garaz ve düşmanlığı uyandıran, İslâmiyeti zehirlendiren, herşeye bulaşarak zehrini atan muzır bir haslettir.1
Yine Bediüzzaman, Müslümanları maddî cihette Ortaçağ’da durduran altı tane hastalıktan 5. sıraya “istibdadı” yerleştirir: 1- Ye’sin (ümitsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi. 2- Sıdkın/doğruluğun/dürüstlüğün siyasî ve içtimâî hayatta ölmesi. 3- Adavete muhabbet. (Düşmanlığa sevgi beslemek) 4- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nûranî rabıtaları bilmemek. (Hâlıkımız, Malikimiz, Peygamberimiz, dinimiz, kıblemiz vs. gibi binlerce birlik bağlarımız varken onlara bakmayıp; meslek, meşrep veya siyâsî noktadaki birlikteliğe önem vermemiz…) 5- Çeşit çeşit sârî hastalıklar gibi intişâr eden istibdat. (Bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan baskı, diktatörlük) 6- Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek. (Bütün enerjimizi, çalışmamızı, kendi çıkarlarımıza göre yapıyoruz. Oysa, Asr-ı Saadet dahil, İslâm tarihinde bütün yükselme devirleri; başkaları için, milleti için, insanlık için yapılan fedakârlıklarla doludur. Bu sayede, millet, toplum gelişip kalkınınca, kendileri de zenginleştiler!)”2
İstibdat, yalnızca askerî ve siyasî olmaz! İlmî, fikrî, hukukî, ailevî gibi çeşitli istibdatlar vardır. İlmî istibdat; Mutezile, Mürcie gibi bâtıl mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. Yani, bazı âlimler; “Bu mesele böyledir, başka yolu yoktur!” diyerek düşünce ve tefekkür kapılarını kapattı. Buna başkaldıranlar da Mutezile, Mürcie gibi batıl yollara saptılar. Bediüzzaman ise, bir meseleyi anlatırken, “Yüzlerce hikmetlerinden birisi şudur ki, bir kısmını ben anlatacağım, gerisini sizin zekânıza havale ediyorum, işte denizden bir damla, kıyas ediniz!” gibi ifadelerle bu ilmî istibdat zincirlerini kırmıştır.
Bugün, ilmî, fikrî ve teknolojik açıdan perişan olan İslâm âleminin çoğunun başında diktatör zihniyetler vardır. Elbette istibdadın hâkim olduğu yerde ilerleme olmaz. Türkiye’de diktatörlük ve keyfîliği, CHP ve türevleri temsil eder. Türkiye Cumhuriyeti tarihine bakınız; bütün darbelerin arkasında bu parti vardır. Nerede bir fikrî ve teknolojik gelişme varsa, CHP karşısındadır: Çimento fabrikası yapılacak, CHP’liler, “Çimento mu yiyeceğiz!” diye karşı geldi; baraj yapılacak, “Bunca elektriği toprağa mı vereceksiniz!” diye karşı geldi; Boğaz köprüsü yapılacak, “Lükstür!” diye karşı geldi; özelleştirme yapılacak, “Ülkeyi satıyorlar!” diye karşı geldi. Ve bugün, ülkeyi baştan başa dolaşın, bütün fabrikaların, yolların, barajların, hatta manevî gelişmelerin altında “hürriyetçilerin/demokratların imzası” vardır.
Dipnotlar:
1- Münâzarât, s. 22; 2. Tarihçe-i Hayat, s. 79
04.07.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Hizmet amaçlı piknikler |
|
Cemiyetin imanını kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmak için çeşitli vesilelerle programlar tertiplenmesi, uzun zamandır devam eden geleneklerimizdendir.
Seminer, konferans, anma programları, panel, ulusal Risâle-i Nur kongreleri gibi faaliyetlere, son yıllarda geleneksel piknik toplantıları da ilâve oldu. Birkaç ilin ilçeleriyle gerçekleştirdiği bu geniş katılımlı piknik programlarına, dışarıdan çağrılan kişilerin de iştirâkiyle verimin daha fazla arttırılması hedefleniyor. Ailelerin ve cemaat fertlerinin kaynaşmasına ve karşılıklı kuvvet verilip alınmasına vesile olan bu programların daha da yaygınlaştırılması genel arzumuzdur.
Bu faaliyetler cümlesinden olarak, Samsun ili ve çevre ilçelerin dâveti üzerine Pazar günü gönül dostlarımızla birlikte olduk. Lâdik ilçesine yakın büyükçe bir gölet çevresindeki piknik alanında oldukça kalabalık bir grup vardı. Aile boyu herkes oradaydı. Çocuklar kendi aralarında oynarlarken, bir taraftan malzemeler hazırlanıyor, diğer taraftan Risâle sohbetleri yapılıyordu.
Öğle namazına kadar süren sohbet, Nurların yeteri kadar günlük okunması, takvâ esaslarına dikkat ederek günahlardan uzak durulması, mevcut hizmetlere iktifâ etmeyerek hizmet halkasının genişletilmesi, derslere gelinirken mutlaka yeni insanlar getirmenin bir vazife telâkkî edilmesi, özellikle genç nesillere yönelik programların arttırılması, vazife taksimi çerçevesinde hizmetlerin komisyonlar mârifetiyle paylaşılması, istişâre heyetlerinin irâdesini hâkim kılarak “Ben” yerine “Biz” mantığının geliştirilmesi, ihlâs, uhuvvet ve tesânüt hakikatlerinin aramızda yaşanması için her türlü feragat ve fedakârlığın yapılmasının lüzumu, ruhu aslîden olan geleneksel karakterimizi korurken yeni hizmet vesilelerine açık olmamızın gerekliliği, yeni insanları cezbeden şeyin bilgiden çok ilgi gerçeği olduğu gibi konuları paylaştık.
Öğle namazı ve ikram faslından sonraki ders ve sohbetimiz içtimaî ve siyasî konular üzerineydi. Genel seçimin çok yakın olması az veya çok herkesi ilgilendiriyordu. Ancak, gördüğüm kadarıyla gönül dostlarımız her şeyin farkındaydı. Çok yanıltıcı kuvvetli propagandalar onları sarsmamıştı bile. Üstadın “Bu vatanda şimdilik dört parti var” mektubunu okuduk. Zira, isim değiştirmekle hakikat değişmiyordu. Milletin ve bürokrasinin yüzde altmış veya yetmişi tam dindar olmadan, din adına yahut dindar kimlikle başa geçilmesi doğru olmazdı. Çünkü dini siyasete âlet etmeye mecbur olunurdu. O kimlikle illâ siyaset yapılacaksa, Demokrat Partiye yardım edilecek ve muhalif ve muârız olunmayacak ve başa geçmeye çalışılmayacaktı. Aksi takdirde, bu durumdan en çok din ve dindarlar zarar görecekti. Bu tehlikeleri zaten fiilen yaşıyorduk. Anayasayı değiştirecek bir güce erişen şimdiki mevcut iktidar, bu hususta en küçük bir adım atmamıştı. Başörtüsü, İmam hatipler, Kur’ân Kursu yaş sınırlaması ve çok şikâyetçi olduğu YÖK konularında sınıfta kalmıştı. En kuvvetli olduğu zamanda bir şey yapamayanlar, bundan sonra zaten hiç yapamazdı. Dindar cumhurbaşkanı seçtireceğim derken süreci doğru yönetemeyen, uyuyan fitneyi uyandıran, 367 dayatmasını öngöremeyen, seçtiremeyince de suçu dört milletvekili bulunan bir muhalefet partisine yükleme açıkgözlülüğü yapan ve hiç hak etmediği halde mağdur ve mazlûm rolünü oynayan, “İktidar olduk fakat muktedir olamadık” itirafında bulunduğu halde, yine milletten tek başına iktidar isteyen bu dindar siyasetçilerin tavrı, gönül dostlarımızı şaşırtmamıştı. Karadeniz sahillerinin bu metin, sebatkâr ve kahraman dâvâ adamları, Üstadın, Demokrat Parti’yi dersleriyle, talebeleriyle ve bütün kuvvetiyle niçin desteklediğini çok iyi biliyorlardı. Demokrat partiye dost, yardımcı ve nokta-i istinat olma özelliklerini koruyor ve kale gibi dik duruşlarını devam ettiriyorlardı.
Program sonu vedalaşarak Ankara’ya döndüğümüzde, bir hizmete katılmanın mutluluğunu yaşıyorduk.
04.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Kitaplar ve hayatlar |
|
Kütüphanelere girdiğim zaman etrafımı dikkatle incelerim önce. Aradığım kitabı bulmak için değil bu bakışlarım. Ne kadar çok kitabın olduğu ve bu kadar çok kitabın ne kadarı okunmuştur diye merakım. Genelde roman bölümündeki kitaplar yıpranmış oluyor. Zaten en çok okunan kitaplar; kişisel gelişim kitapları, aşk kitapları, şiir kitapları, hikâye, roman ve denemeler.
Kız kardeşimin ilk birkaç sayfadan sonra okumayı bıraktığı, daha sonra benim kitabı okuyup harika olduğunu söyleyince merakından okumak zorunda kaldığı ve çok beğendiği kitaptan sonra... Damağımızda tadı kalan kitapların çevremizde birçok kişinin gerek ısrarımızla, gerek meraktan okunmasına sebep olduğumuzu görünce, kitap okumalarımızı üçe ayırdım. Arkadaş önerisiyle okunan kitaplar, isminin dikkat çekiciliğiyle okunan kitaplar ve bize özel sebeplerden dolayı okunan kitaplar.
Okumaya ilk başlanıldığında—ki bu genelde lise yıllarına denk geliyor—hiç kitabın başından kalkılmaz. Evin muhtelif yerlerinde bizimle kitabımızın izi vardır. O kadar ki, anne ve babanın artık canına tak eder. Çünkü ders çalışılmadan sadece kitap okumak da takdir edilecek bir davranış değildir. Ancak her türlü caydırıcılığa rağmen vazgeçilmez bir aşktır bu. Akşama kadar neredeyse hiç kalkmadan okunan romanlar unutulmaz. “Geç oldu uyu artık” uyarılarına karşı çıkamayıp mum ışığında okunan kitaplar. Gece gizlice, ders kitaplarının arasına sıkıştırılarak okunmuş kitaplar. Ve okumak için türlü türlü geliştirilen yöntemler.
Denebilir ki: Neden romanlar hayatımızın içine bu kadar girmiş?
Romanların, hikâyelerin konusu insandır. Kimi kurgudur, kimi gerçek bu yazılanların. Ama gerçeğe ne kadar yakınsa, o kadar çok okunur bir kitap ya da bizden ne kadar çok şey varsa içinde, o kadar bizimdir anlatılanlar. Yazar hiç tanımadığımız birini anlatmış, onun etrafında dönen olaylar ve yorumlar çevresinde oluşturmuştur eserini. Ancak bir kitap okunurken, bütün karakterler tanıdıktır, önceden biliyormuşuz gibi ilerleriz sayfalarda. Bir an kendimizi camda, kapıda, evin bilinmedik bir yerinde buluruz. Yüzlerini canlandırır, evlerini görür, caddelerinde gezeriz…
Bir bakarız, esas kahraman olmuşuz. Ana karakterin iç söyleşilerini dinleriz. Acısını, sıkıntısını, sevincini yaşarız. O kadar canımız acır ki, bazen gözlerimizden sicim sicim dökülür duygular. Yazılanların bizimle hiç ilgisi olmadığı hâlde, yaşadıklarımıza bire bir uymasa da her insanın hayatı birbirine benzer. Bu sebepten olsa gerek; romanlardaki, hikâyelerdeki yaşanılanlar bize ne kadar benzerse o kadar sever, benimseriz yazılanları.
Her ne kadar kendimizden de bir şeyler bulsak da, benzetsekte hayatımıza ve bizim sorunlarımıza benzeyen bir sorunun çözümüyse bu satırlar, yine de bire bir hiç kimse anlatamaz içimizdekileri kâğıtlara…
Acılar yazının icadından önce de var olduğundan... Yazılanlar her zaman bire bir uymaz kişinin yaşadıklarına. İç çekişmeleri, kırgınlıkları, suskunluğu her zaman sayfalarda geçtiği gibi açık ve net değildir. Bazen insan duâ etmekten bile aciz kalır. En ihtiyacı olduğu anda dili lâl olur, konuşmaz. Simsiyah bir yenilgi sızar umutsuzluğunun içinden.
Ve bu anların hiçbiri yazım kurallarına uyup, kelimelerce karşılığını bulamaz. Kalemle buluşup, kâğıda dökülmez, satırlarca okunamaz. Bu sebeple yazmak yaşamaktan daha kolay. Evet, babası olan birisi babasız birini ne kadar anlayabilir ki? Birçok şeyi olan ve hiç sıkıntı çekmemiş biri, hep ezilmiş birini yazması ne kadar gerçekçi olur. Aşkla kanlı bıçaklı olmamış biri, sevdiğini kaybeden bir aşığı nasıl gerçekçi anlatabilirse, o kadar bizden ve o kadar içimizde yaşar karakterler ve kitaplar.
Bu sebeple çok okunan kitaplardan ziyade, yaşanılmış öykülerden oluşmuş roman ve hikâyeler daha çok çeker ilgimi. Başarıya kısa yoldan ulaştıran kişisel gelişim kitapları değil de, gerçeğe, olabilirliğe yakın eserleri okumak daha eğlenceli geliyor. Aşka gelince: Sanırım daha çok kitap yazılacak aşk üzerine. Zira hayat sürdükçe, aşklar sürekli değişecek.
04.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif meseleler |
|
Gonca Hanım:
*“Ümmetin yetmiş üç fırkaya bölüneceği, bunlardan yalnız birisinin kurtulacağı ile ilgili rivayet sahih midir? Bunun izahını yapar mısınız?”
Ebû Hüreyre’nin (ra) ve Abdullah bin Amr’in (ra) ayrı ayrı rivayetleriyle Peygamber Efendimiz’in (asm) “Ümmetin yetmiş üç fırkaya bölüneceğini, bunlardan yalnız birinin kurtuluş fırkası olacağını” beyan buyurduğunu Dârimî’nin Siyerinden, Tirmizî’nin Süneninden, Süyûtî’nin Câmiü’s-Sağir’inden öğreniyoruz. Hadis şöyledir: “İsrailoğullarının başına gelen her şey, pabucun pabuca denkliği gibi, tıpa tıp ümmetimin başına da gelecektir. İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardı. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onlardan bir fırkanın dışında hepsi Cehennem’dedir.”
Ashab-ı Kiram sordu: “Ya Resûlallah! O kurtulan fırka kimlerdir?”
Peygamber Efendimiz (asm):
“Benim ve ashabımın yolu üzere olanlardır” buyurdu.1
Kurtulan fırkanın, bire bir Peygamber Efendimiz’in (asm) ve ashabının yolundan giden fırka olduğu hadisin açık ifadesinden anlaşılıyor. Başlangıçtan günümüze fıkıhta, itikatta, ahlâkta, tasavvufta ve muhtelif ilmî ve meslekî dallarda çok zengin kurum ve kuruluşlarıyla Kur’ân’ı Sünnet üzere yorumlayan, doğru içtihatlar yapan, doğru İslâmiyet’i hayata aktaran ve kendilerine “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” denilen geniş fırkanın, Hadis-i Şerifin tanımladığı, tasvip ettiği ve müjdelediği kurtuluş fırkasından olmaya istihkakı ve istidadı vardır. Sünnetten veya doğru İslâmiyet’ten şöyle veya böyle sapmış olan fırkalar ise bu hadisin tokadına mazhardırlar.
Rehber ve kılavuz olarak sünneti öne alan ve Kur’ân’ı sünnet ölçüleriyle algılayan mezheplerin, meşreplerin, mesleklerin, cemaatlerin ve grupların ise, tamamının—Allah’ın izniyle—hadisin tebrik ettiği “kurtulan fırkadan” olduklarını rahmet-i İlahiye’den umuyoruz.
***
Edirne’den bir okuyucumuz:
*“Risâle-i Nur’un bazı yerlerinde bazı kelimeler Türkçe yazılırken, diğer bazı yerlerde aynı kelimelerin Arapça metin şeklinde yazıldığını görüyoruz. Meselâ Birinci Sözde ‘Bismillah’ kelimelerinin hepsi Türkçe yazılırken, On dördüncü Lem’anın İkinci Makamı’nda Arapça yazılmış. Bunun hikmeti nedir? Ayrıca; külliyatta Üstadımız bir meseleyi anlatırken, bazı yerlerde ‘hissettim; ama yazdırılmadı’ diye ifadeler kullanıyor. Ya da meselâ Yirmi Beşinci Mektub’a geldiğimizde, bakıyoruz, telif edilmemiş olduğunu yazıyor. Bunun hikmeti nedir?”
Birinci Söz, “Bismillahirrahmânirrahîm” kelimesini hem Müslüman’ın, hem de tüm mevcudatın hâl diliyle vazgeçilmez bir virdi ve zikri olarak ele almış ve bu mübarek kelimenin topyekûn derunî manası üzerinde yoğunlaşmış; On Dördüncü Lem’a ise “Bismillahirrahmânirrahîm” kelimesinde zikri geçen “Allah”, “Rahman” ve “Rahîm” ism-i mübarekleri üzerinde yoğunlaşmış ve bu isimlerin günü birlik hayatımız ile olan yakın ilişkileri deşifre edilmiştir.
“Bismillah” lâfzı ile “Bismillahirrahmânirrahîm” zikrinin kast olunduğu Birinci Söz’de, bu mübarek kelime için Türkçe ibare kullanılması, okuyucuya okuyuşta kolaylık ve algılamada rahatlık sağlamış; böylece okuyucunun dikkati “lâfız cildine” değil, doğrudan “mânâ ruhu” üzerine teksif edilmiştir. On Dördüncü Lem’ada ise, “Bismillahirrahmânirrahîm” ibaresinin bir âyet olduğundan hareketle, âyetin lâfız cildinden de “mânâ ruhuna” intikalin olabileceği gösterilmiş; âyetin her bir harfinde var olan sonsuz sırlardan beş-altı sırlı bir tetkikat ve keşfiyât yapılmıştır. Bu çerçevede “Bismillah”, “Bismillahirrahmân” ve “Bismillahirrahmânirrahîm” ibareleri için ayrı ayrı paragraflar açılmış, nihayet “rahmet” ekseni etrafında muhtelif izahlar ve tefsirlerde bulunulmuştur. Bu tefsirler ve izahlar yapılırken lafız cildinin gizemli ve esrarlı harflerine manevî yelkenler açıldığından, lâfızların Arapça aslından olduğu gibi yazılması uygun bulunmuştur.
Risâle-i Nur’da kimi yerlerde rastladığımız, “yazdırılmadı”, “telif edilmedi”, “mezun değilim”, “izin verilmedi”, “kapı açılmadı”, “kapı kapandı”, “perde kapandı”, “sünuhât kesildi” gibi tabirlerle; bu eserlerin ilham ürünü olduğunu, Kur’ân’dan çağımızın yaralarına uygun ilaçlar olarak doğrudan geldiğini, yani yazdırıldığını ve Bediüzzaman Hazretlerinin bu hakikatler için bir tercümanlık ve tebliğ vazifesi gördüğünü anlıyoruz. Testisini doldurup su dağıtan sucunun “su kesildi” demesi, musluğun başında başkasının bulunduğunu, yani suyu açanın veya kesenin başkası olduğunu gösterir. Biz, istifade etmeye bakmalıyız.
Dipnotlar: 1- Câmiü’s-Sağîr, 3/3292; Tirmizî, İman, 18
04.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Küresel tuzak |
|
AKP’ye yönelik eleştirilerinin dozunu arttırdığı için Yeni Şafak’taki yazılarına son vermek zorunda bırakılan ve görüşlerini kendi web sitesiyle konferanslarında dile getirmeye devam eden Ahmet Taşgetiren, “İslâmcı Kalvinistler” tartışmasını şöyle yorumluyor:
“İslâm üzerinde oynanan oyunun global ölçekte olduğunu; İslâmı yeniden tanımlama, içini yeniden doldurma, zihniyetleri yeniden oluşturma hareketlerinin olduğunu, bunun da küresel boyutta bir proje olarak sürdüğünü ifade ediyorum. Bütün zihinlere yönelik bir Protestanlaştırma, Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslâmın içini değiştirme girişimleri olduğu biliniyor.”
(...) Taşgetiren, bu süreçte AKP’nin rolüne de dikkat çekiyor: “İkazlar yaptım. Meselâ ‘AK Parti üzerinden İslâmın tanımlanmasına zemin hazırlanmamalıdır’ diye yazdım. Birtakım güç odakları hem AK Parti’nin İslâmcı bir parti olmamasını istiyor, hem de bu parti üzerinden İslâm dönüştürülsün istiyor.” (Vakit, 1.2.06)
Bu bir ikilem. Ama aynı zamanda entegre bir projenin, birbiriyle çelişiyor gibi görünse de, gerçekte birbirini tamamlayan iki ayrı vechesi.
AKP bir taraftan “İslâmcı” kimliğinden adım adım uzaklaştırılmak istenirken, diğer taraftan bu değişim, partiye destek veren kitlelere de taşınmaya, böylece zaten hayli hasar görmüş olan dindar kimliklerin bir de AKP üzerinden aşındırılmasına çalışılıyor. (...)
Haddizatında, (...) siyaset yoluyla dinin tahribi mümkün değil. “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz” diyen Said Nursî, bu gerçeğe yürekten inanmanın verdiği özgüvenle, siyaset âlemindeki çalkantılar sonucu dinin elden gidivereceği korkusuna kapılanların dinde hissesinin örümcek ağı gibi zayıf düştüğünü vurgular. Ve bu korkunun kaynağını cehalet, telâşın sebebini taklit olarak ifade eder.
Ancak bu iki faktörün, yani cehalet ve taklidin, herşeyde olduğu gibi dinî konularda da insanları yanlış yönlendirme ve saptırmalara açık hale getirdiği de gözardı edilmemeli. (...)
Bu çerçevede, vaktiyle “din adına” siyaset yapma iddiasıyla ortaya çıkıp, yıllar sonra bunun yanlış olduğunu fark ve ilân ederek, ama iktidar amaçlı yolculuklarını ara vermeden sürdürürken eski çizgilerini terk ettiklerini ispatlamak için birçok konuda ifrattan tefrite savrulma örnekleri sergileyen kadrolarca yönetilen AKP çok kritik bir yerde duruyor.
AKP’yi iktidara taşıyan kitleler içinde önemli bir yere sahip olan dindar kesimlerin özellikle yönetim kadrolarına yakın olanlarında gözlenen “iktidar nimetlerini paylaşma” eğiliminin getirdiği manevî erozyon, dinî hassasiyetlerin tedrîcen aşınması, hırs, lüks tüketim, israf, şatafat ve eğlenceye yönelme, marka tutkusu, haram-helâl ölçülerinden uzaklaşma gibi ârazlar, bu bakımdan son derece düşündürücü.
Gerek iç, gerekse dış siyasette parametreleri hakim güçler tarafından belirlenen “reelpolitik”in dayattığı şartlara teslim olunması sonucunda birçok konuda zulme rıza gösterme, hattâ ortak olma vebaliyle karşı karşıya kalınması da tehlikeli sonuçlardan bir başkası.
Taşgetiren’in sözünü ettiği küresel projenin en önemli basamakları siyasallaştırma, ticarîleştirme, maddîleştirme ve dünyevîleştirme. İslâma hizmet için yola çıkan cemaatlerin karşısındaki en tehlikeli tuzaklar da bunlar... (3.2.06)
04.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Risâle-i Nur’da sosyal projeksiyonlar - 11 |
|
Sosyal projeksiyonlar hazırlanırken, kayda değer olan bazı noktaları dikkatinize sunmak isterim:
a- Toplumun beklentilerine, önceliklerine önem verilmelidir.
b- İnsan merkezli talepler haritasını ortaya çıkarırken, toplum içinde bireyi ve bireyin içinde toplumu yaşatacak bir denge kurulmalıdır.
c- Gelecekten ne anladıkları ve gelecek kavramına neyi yerleştirmek istedikleri bilinmelidir.
d- Değişen süreçler ve hedeflenen zaman aralığı bilinmelidir.
e- Sağlıklı bir kıyasla dünyanın realiteleri ile uyumlu ve yeni sonuçlara açık dinamik bir öngörü geliştirmelidir.
f- Yeni insan çerçevesi ve yeni dünya olgusu hakkında felsefî ve teknolojik arka plan analizleri olmalıdır.
g- Bilimin son verileri ve yöntemleri ile muhtemel sonuçlar arasındaki tutarlılık çizgisi ve yükselen değerler dikkate alınmalıdır.
Yukarıdaki kriterlerle Risâle-i Nur’u incelediğimizde;
a- “Cemiyetin selâmeti”/toplumun güvenliği adına dünyasını ve ahiretini fedâ ettiğini beyan eden Bediüzzaman’ı görmekteyiz. Bu yönüyle, toplumu okuma, günümüzü yorumlama ve ihtiyaçlarına cevap verme konusunda çok hassas ve müşfiktir. “Cemiyetin iman selâmeti”ne çalışır.
Beşeriyeti bir cemiyet olarak değerlendirir. Toplum/âmme vicdanını bir kıstas olarak mütalâa eder. Efkâr-ı âmmeyi/kamuoyunu, yönlendirici ve rehberlik edici görür.
b- Hedefinde insan ve onun merkezinde kalbin sığınağı iman vardır. “İnsanın mahiyeti ve yaratılış gayesi” ana mevzudur. Yaratıcı adına her şeyi yorumlar ve insanla muhatap eder.
İnsanın temel ihtiyaçları, ortak yönleri, fıtrat farklılıkları, uyum ve çatışma çelişkileri, âlim ve zalim sınırları, tepe ve çukur çizgileri ile hayatın amacına yönelik meraklarına cevap arar.
Akıl, kalp, ruh, vicdan, nefis, beden, lâtifeler, hayaller, tasavvurlar ve niyetler bağlamında karmaşık, zor, bilmece dolu insan muammasını inceler, çözer ve bu asır insanını tereddütler kavşağından kendi güzergâhına yönlendirir.
“İnsan projeksiyonlarını en iyi tahlillerle ortaya koyma bahtiyarlığı, bu yüzyılda en çok Bediüzzaman’a nasip olmuştur” dersek, mübalağa etmiş olmayız.
c- Bediüzzaman’ın istikbal yorumları, ona kattığı şevk kimyası, ümit aşısı ve inanç hamuru tam bir gelecek haritasıdır. Siyasî, sosyal, ekonomik açıdan birey ve toplum projeksiyonlarını istikbal tanımında nazara verir.
“Mazi derelerinden istikbalinize uzanan telsiz telgraflarla” mesajını geleceğe taşır. Bulunduğu dönemin mazi tarlasına gömülü halini tasvir ederken, aynı zamanda elektronik çağın iletişim harikası intikal mucizesine ait olağanüstü geleceğin araç ve yöntemlerine işaret eder.
Tam bir projeksiyon maharetiyle geleceği resimler. Hâkimiyetin İslâm hakikatine emanet bir gelecekle müjdelendiğini söyler. Hürriyetle eşdeğer bir kavram olarak istikbali selâmlar. İnsanın mücehhez olacağı iman ve fazilet eksenli, huzur dolu bir dünya tasavvurunu ve inancını belirtir.
d- Bediüzzaman, vehbî ilimle geleceği okuma, yorumlama ufkunun yanı sıra ilmî dirayetinin geleceği yaşama ve beklenen sonuçlara zihni müheyya eden iman ve kararlılık hali, iddiasının ciddiyeti ve hizmetinin azameti açısından en büyük projeksiyonudur. Çağın projeksiyon üssüdür. Oradan bakmak, bakanların keyfiyetine anlam katmıştır.
Yüzyılı saran projeksiyonlarında, ezelî hikmetin ilim ve “marifet şuâları” ile önümüzü aydınlatan bir keşif dürbünüdür.
04.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Taşeron |
|
Müterake günlerinde Ankara’nın İstanbul’daki temsilcisi olan Refet Bele gelgitler içinde olduğu bir sırada Vahdeddin Han’ı ziyaretinde iskemleye kurulur ve bacak bacak üstüne atar. Bikes sultanı öyle aşağılar ki çizmelerini neredeyse burnunun deliğine sürter. Düşman çizmesi dost çizmesi olmuştur artık. Elbetteki maksadı sultanı aşağılamaktır. Neyse. Mahmut Abbas’ın fotoğraflarından birisi bana bu manzarayı hatırlattı. Hamas kökenli Başbakan Haniye’nin karşısında bir kurulması vardi ki görmeliydiniz. Bu kurulmayı hiçbir zaman İsrailliler karşısında yapamamıştır ve yapamaz zaten. Bu, iki surette izah edilebilir. Birinci suret: Mahmut Abbas imparatordur ve yanında oturan da uşaklarından birisidir. İkinci suret: Mahmut Abbas bir sömürge valisidir, Haniye de yerel bir yöneticidir.
Bu fotoğraf karesini bir kenara not ettikten sonra Abbas’ın son fotoğraflarına bir bakalım. Karzai ile birlikte Amerikan taşeronlarından olan Talabani ile bir mecliste görülüyor. İtilmişlik kakılmışlık haliyle Talabani ile Mahmut Abbas sarmaş dolaş gözüküyorlar. Neredeyse sermest olmuşlar. Bununla birlikte, Suud Kralı Ürdün’ü ziyaret etmesi sırasında görüşme bekleyen Mahmut Abbas’a yüz vermiyor. Hatta bir defasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da İsrail manevraları ve geciktirmesi yüzünden iki saat rötarlı bir şekilde İsrail’den Filistin tarafına geçmiş ve Mahmut Abbas’ı bekletmişti. Buradan şuraya varmak istiyoruz: Kendi halkına nasıl muamele edersen öyle muamele görürsün. Kendi başbakanına yukarıdan bakarsan sana da yukarıdan bakarlar. Oslo’dan beri İsrail’in amacı kendi adına Filistin’i yönetecek bir aracı bulmaktı. Bazen milletler sömürgecilerin aracı olurlar. Bazen de yönetici elit veya yerli yöneticiler bu vazifeyi bir şekilde görürler. İsrail Filistin için aynen bu modeli düşünüyordu. Bundan dolayı da İsrail başbakanlarından Rabin veya bir diğeri Arafat için ‘subcontractor’ yani taşeron ifadesini kullanmıştı.
***
Arafat taşeronluğa ve Oslo sürecine direndi ve bunu hayatıyla ödedi. Direnmeyenler veya taşeronlar ise yerine geldi. Bugün Camp David II zabıtları göstermektedir ki aslında Arafat kendisine dayatılan ve ne Filistinlilerin ne de Arapların razı olduğu bir barış modelini içine sindirebiliyordu. Filistin’in onurunu kurtaran bir barış istiyordu ama karşı taraf ile mesafenin de kapanmaz olduğunu farketmişti. Bundan dolayı anlaşmaya serin duruyordu. Clinton ve Ehud Barak Arafat’ı zorladı ama Arafat bu zorlamaya gelmedi ve bundan dolayı onlar nazarında kötü adam oldu ve kendisini siyasi bir kadavra haline getirdiler.
Geriye Şaron’un da arzuladığı gibi ya yeniden sürgüne gitmesi ya da mezara girmesi gerekiyordu. Hamas’ın Gazze operasyonundan sonra ele geçirdiği belgelere göre bizzat Arafat’ı Muhammed Dahlan İsrail’den elde ettiği yavaş zehirleyici maddelerle zehirlemişti. Önce Arafat’ın siyasi hayatını, ardından da fiziki hayatını bitirdiler. Arafat’ın yapmadığı taşeronluğu bugün Mahmut Abbas’a yaptırmak istiyorlar. Maalesef bu noktada Mahmut Abbas çok çapsız ve aynı zamanda yüreksiz çıkmıştır. Hamas yetkililerine göre Fetih sürgünden döndükten ve Özerk Yönetim kurulduktan sonra İsrail kendi namı hesabına çalışan 3 bin kişilik işbirlikçi ordusunun Filistin güvenlik birimleri içinde eritilmesini veya birleştirilmesini istemiş. Özerk Yönetim de bunu kabul etmiş. Hamas işte kendilerine karşı darbe hareketini Filistinli güvenlik güçlerine sızan ve hatta başına geçen bu işbirlikçi zümrenin organize ettiğine inanıyor. Tel Aviv’deki Amerikan irtibat subayı Keith Dayton işbirlikçilerle Temmuz veya Ekim’de Hamas’ın kurumlarına karşı bir darbe planı üzerinde anlaşmış. Gün kesmişler. Bunun üzerine Hamas da onlardan öğrendiği önleyici bir darbe ile ( Pre-emptive Strike) tehlikeyi savuşturmuş ve bertaraf etmiş.
***
Esasında Hamas’a yönelik bu işbirliği sadece işbirlikçilerin bir marifeti değil elbet. İsrail Nablus’da bilinen Hamas’ın silahlı hücresini çökertiyor ama onun yerini alan yeni hücreye ulaşamıyor. Bunun üzerine Filistin yönetiminden yardım istiyor. Arafat ise yeni komuta zincirini artık kendisinin de bilmediğini söyleyerek İsrail’in istihbarat talebini geri çeviriyor (HAMAS: Bora Bayraktar, KaraKutu, s:120). Demek ki işbirliği sadece işbirlikçiler çerçevesiyle sınırlı değil. Burada Tarık Hammud gibi Hamas’a yakın Filistinli gözlemciler, Fetih’in sadece dahilde Hamas’ın önüne kesmediğini ve işlerini zorlaştırmadığını, aynı zamanda AB nezdinde de Hamas hükümetine abluka ve mali kuşatma uygulanması için Mahmut Abbas’ın bizzat devreye girdiğini ve girişimde bulunduğunu söylüyorlar. Normal bir gözlemci haklı olarak buna inanmak istemeyebilir. Lakin Abbas Gazze ile Mısır arasına Türkiye de dahil İslâm aleminden veya Batı’dan uluslararası güç yerleştirmek istiyor. Bu anlamda, Fethülislam’a karşı Lübnan Ordusuna Amerikan yardımı akla getirilebilir. Yine Mahmut Abbas ile Sinyora hükümeti mukayese edilebilir. Hepsi mümkün. Ama Mahmut Abbas İsrail’le görüşmeleri boykot etmezken Hamas’la temasları kesmesi anlaşılabilir bir durum değil. Böyle olunca dost düşman birbirine karışmış oluyor. Mahmut Abbas Gazze ile Mısır arasında yabancı asker isteyeceğine İsrail ile Filistin arasına yabancı asker istese daha iyi olmaz mı?
Burada Filistin mücadelesi ekseninde büyük bir kırılma ve anlam kayması yaşanıyor ve bu anlam kayması kademe kademe Mahmut Abbas’ı İsrail’in elinde esir durumuna düşürdüğü gibi Arafat’ın fiiilyatta reddettiği taşeronluğa da yaklaştırıyor. İslâmi Cihad hareketi sözcülerinin ifade ettiği gibi, Mahmut Abbas’dan beklenen Hamas’a gösterdiği tavrı İsrail’e göstermesidir. Veya tersinden İsrail’e gösterdiği yumuşaklığı Hamas’a da göstermesidir. Düşmanı bırakmışlar birbirlerinin ayağına ateş ediyorlar.
04.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Anlaşılmazsa yanarım (2) |
|
Yakında sandık başına gidecek olan halkın nazarında "Anlaşılmazsa yanarım" dediğimiz mühim meselelerden bugün ikincisi üzerinde durmaya çalışalım.
Bu ikinci meseleyi "İktisadî blokaj" başlığı ile isimlendirmek mümkün.
* * *
Evet, Türkiye ekonomisi bugün itibariyle ne yazık ki bloke edilmiş durumda.
Yüksek faiz politikalarının da cazibesiyle, gerek borsaya ve gerekse doğrudan bankalara hariçten bir "sıcak para" akışı yaşanıyor.
Hiç bereketi olmayan bir paradır bu. Geliyor, yüksek faize bulanıyor ve tekrar gerisin geriye gidiyor.
Bu durum, ne hayra alâmettir, ne de gelişmeye delâlettir.
"Para parayı çeker" kàidesine göre işleyen vahşi sistem, Türkiye'ye getirdiğinden çok daha fazlasını alıp tekrar dışarıya götürüyor.
Dolayısıyla, ülke ekonomisi gelişmiyor.
Zira, bu sıcak paranın kalıcı yatırımlarla hiçbir münasebeti yok. Yatırımla, üretimle arası hiç hoş değil. Sadece, Türkiye'deki sermayenin "kitabına uydurulmuş" şekilde harice transfer edilmesine yarıyor, o kadar.
* * *
Hani, yıllardır hep nakarat tarzında söylenir ya "Piyasada yeterince para var. Borsalar dinamik şekilde çalışıyor. Enflasyon rakamları düştü, düşmeye devam ediyor..." diye...
İşte, bütün bu "izafî iyimserlikler"in tümü, ne yazık ki bahsini ettiğimiz sıcak paraya ve kor gibi yakan faiz ateşine dayanıyor.
Hiç tereddütsüz diyebiliriz ki, Türkiye piyasası şu an itibariyle adeta "faiz cenneti"ne çevrilmiş durumda.
Dünyanın en faizci ülkelerinde dahi, bugün Türkiye'deki kadar yüksek faiz politikaları uygunlanmıyor.
Yürekleri yetiyorsa eğer, bir hükümet yetkilisi çıkıp da mukayeseli bir şekilde konuşsun ve gerçeğin bu merkezde olmadığını söylesin bakalım.
İşte size can alıcı bir soru daha: Yüksek faiz politikalarının uygulandığı bir ülkede, nasıl olur da enflasyon rakamları böylesine düşük gösterilebiliyor?
Demek ki, paranın önemli bir miktarı dışarı gidiyor. Paranın dışarı gitmesiyle de, piyasalarda bir durgunluk yaşanıyor. Durgunluk sebebiyle de, enflasyon rakamları haliyle aşağılara çekilmiş oluyor.
Oysa, ilân edilen rakamlar gerçek enflasyonu ve piyasaların acı gerçeğini olduğu gibi yansıtmaktan uzaktır.
En başta akaryakıt zamları ile baş döndürücü şekilde artan emlâk ve kira fiyatları gösteriyor ki, ortada bir "gizli enflasyon" handikapı var.
Bu da, dar ve sabit gelirli vatandaşın alım gücünü düşürmüş, parasının bereketini alıp götürmüştür.
Evet, hükümet ve belediyelerle çalışanların haricindeki hangi vatandaş kesimi çıkıp da, bugünkü halinin dört yıl öncesinden daha iyi, parasının daha bereketli ve alım gücünün daha yüksek olduğunu söyleyebilir?
* * *
Hasılı, mevcut hükümetin ekonomi ve para politikalarının IMF ve hariçteki diğer sermayedarlar tarafından iyiden iyiye bloke edildiğini üzüntüyle müşahade ediyoruz.
Ancak, adeta illizyonist yöntemlerle yapılan propagandalar sayesinde, vatandaş bu vahametin farkına bir türlü varamıyor.
Vatandaş, meselâ borsanın yüzde yetmişten fazlasının bugün yabancı sermayenin eline geçtiğini ve bu acımasız çarkın artık onların inisiyatifinde döndürüldüğünü bilmiyor.
Ve yine bilmiyor ki, bu durum hiç, ama hiç güvenli değil; adeta pamuk ipliğine bağlı bir şekilde gidiyor.
Allah'tan ümit ve temenni ediyoruz ki, sandık başına gitmeye hazırlanan insanlarımız, önceden bu vahametin farkına varsın da, kendi eliyle kendini ateşe atmasın. Aksi halde, hep birlikte yanma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş oluruz.
Laiklik ve şehitlik
Geçtiğimiz Pazar günü, sözde "teröre lânet" mitingleri yapıldı.
Bursa'daki hariç, diğer mitinglerin organizesi tam bir fiyaskoydu.
Demek ki, niyetler halis değildi.
Yalnız, o sözde mitingler esnasında atılan iki slogan vardı ki, bize bir hayli dikkat çekici geldi.
Biri "Şehitler ölmez, vatan bölünmez!"di.
Diğeri ise "Türkiye laiktir, laik kalacak!" şeklinde idi.
Gayriihtiyarî "Dam üstünde saksağan; vur beline kazmayı" türünden sözleri hatırlatan bu sloganlar kulağımıza geldiği anda, ister istemez şu sualler de dilimizin ucuna geldi:
Yahu, Allah'ınızı severseniz, şu laiklikle şehitliğin birbiriyle ne alâkası var.
Evet, bilen varsa şayet, lûtfen cevabını versin: Laikliğe göre şehitliğin tarifi nasıldır ve bu garabet Türkiye'den başka nerede vardır?
04.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|