Topyekûn barış
(Dünya Barış Günü vesilesiyle...)
Farklı olayları gündeme getirmek amacıyla yılın değişik günlerinde bazı faaliyetlerin yapıldığı hepimizin malûmu. Aslına bakılırsa, söz konusu olayların hiçbiri bu vesilelerle “tam anlamıyla” vurgulandığı söylenemez.
Meselâ, var oluşumuzun önemli sebepleri olan anne ve babalarımız için yılın bir gününü tahsis etmenin yeterli olmayacağı bilinen bir husustur. Ancak, “Tamamı elde edilemeyen, büsbütün de bırakılmaz” kuralınca bu tür faaliyetleri hoş görürüz; “Hiç yoktan iyidir” deriz. Yoksa dünyaya gelmemize vesile olan, bizleri büyütüp yetiştirmek her türlü fedakârlığa katlanan, yemeyip yediren, içirmeyip içiren, yediren giydiren ve bizler için her çeşit sıkıntıya katlanan anne ve babamızı sadece yılın bir gününde hatırlamak ne denli yeterli olur.
Barış gibi önemli bir konu için de yılın bir veya iki gününü tahsis etmemizin yeterli olmayacağı apaçık bir husustur. İster II. Dünya Savaşı’nın başladığı tarih olan 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak esas alalım, ister BM’in kabul ettiği 21 Eylül Uluslararası Barış ve Ateşkes Günü’nü dikkate değer bulalım; sonuçta barış gibi hayatî bir konuyu yılın bir-iki gününde vurgulamanın kâfî gelmeyeceği kanaatindeyiz.
Barış, hayatımızın ana gayesi olmalı; hedeflerimizin ilk basamağını teşkil etmeli ve her nefes alıp verişimizde hayalimizde canlanmalı…
Her şeyden önce çok özel olan ve bize özgü bulunan o çok özel dünyamızda kendimizle barışmalı ve iç dünyamızla hiç ama hiç bir problemimiz bulunmamalıdır. Kendimize değer vermeli ve hak ettiğimiz standartta kendimize yaklaşmalı ve kendi kendimizi iyi bir muhatap kabul etmeliyiz.
Bu—asla—kendi kendimizi övüp göklere çıkarma olarak algılanmamalı. Zaten böyle bir yanlışı makul olan hiç kimse işlemez. Kendimize değer vermek, gerçek konum, sınır ve durumumuzu bilmekten geçer. İç dünyamızda kendimizle barışık olmamız pek çok sıkıntıyı ortadan kaldırır. Evet, barış deklarasyonu ilân edeceğimiz ilk alan ve muhatabımız kendi şahsiyetimizdir.
Ayrıca bu bildirgenin muhatapları arasına yakın çevremizi almayı da ihmal etmeyelim. Çevremizde bulunan maddî-manevî her şeye sevgi, barış ve umut nazarıyla bakmak bizi azımsanmayacak derecede rahatlatır. Yaratılanı Yaratan’ından dolayı hoş görüp olumlu taraflarını öncelikle görmek ve olumsuzlukların ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak gerçek barış ortamının doğmasını netice verir.
Yakın çevremizde yer alan çoluk-çocuk ve yakınlarımıza karşı sorumluluklarımızın farkında olarak hayat sürdürmemiz; onlar için yapmamız gereken bir takım vazifelerin varlığından haberdar olarak hareket etmemiz; çevremizde yer alan her şeye karşı mes’uliyetimizin idrakinde olmamız apayrı bir barış ufkuna sahip olmamızı sağlayacaktır.
Sokağımızın temizliğinden, etrafımızdaki yeşilin korunmasına varıncaya kadar; canlı-cansız bütün varlıkların hayat hakkına saygılı olmak adına pek çok sorumluluğumuzun olduğunu bilmemiz bizlere apayrı bir barış kapısı açacaktır.
Kaldı ki, çevremizde yer alan “insan” ise, hiçbir gerekçe ona düşmanlık yapmamız konusunda bize haklı destek olmayacaktır. Her şeyden önce “düşmanlık” fikrine “düşman” olmamız lâzımdır. Zalim ve cebbar yaratıkları “insan” kategorisi dışında mütalâa etmemiz gerektiğini ayrıca dipnot olarak düşelim. Onların da er-geç hak ettikleri son ve sonuç ile karşılaşacakları hususundaki inancımıza da halel getirmeyelim.
Barış söz konusu olduğu ve olabildiği sürece savaş kavramının “hayal” dahi edilmemesi gerektiğini vurgulayalım.
İsmi bile barış ve emniyeti ifade eden İslâm Dini her vesileyle sevgi, barış ve huzuru telkin ve tavsiye etmiş ve sürekli olarak şiddetin her türlüsünün karşısında yer almıştır. İstibdat ve baskının her türlüsünü tel’in eden dinimiz, barış ve kardeşlik vurgusunu toplumun bütün katmanlarına yaymıştır.
Birbirine güvenen, karşılıklı saygı ve sevgi içerisinde bulunan bireylerin yaşadığı bir toplum meydana getirmek, İslâmın ana ve öncelikli hedefleri arasında yer almıştır.
Üyeleri birbirini koruyup kollayan bir aile oluşturmak; kendileri için istedikleri güzellikleri komşusu için de isteyen; ağacı, hayvanı ve tabiatı koruyan insanların adedini artırmak; insanlar, toplumlar ve devletlerarası barıştan yana tavır takınan bir beşeriyet elde etmek İslâm’ın çağlar boyu savunduğu ve savunmaya devam ettiği ana umdelerdendir.
Her alanda barışın esas alındığı bir dünyaya sahip olmamız dileğiyle…
[email protected]
|