Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kendi yaratılışını unutup, Bize misâl getirmeye kalktı: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye.

Yâsin Sûresi: 78

02.09.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Âlimin fazlaca idareci ile haşir neşir olduğunu gördüğünde, onun hırsız olduğunu bil.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 358

02.09.2007


Kadın, güzelliğini kocasına hasretmeli

Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refîka-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refîka-i hayattır.

Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refîka-i hayattır; elbette, ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine celb etmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocası, sırr-ı imana binaen, onunla alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvânî ve güzellik vaktine mahsus, muvakkat bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refîka-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi, muktezâ-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.

Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani, birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimi, diyanet noktasındadır.

Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refîkasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur.

Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvâya girer.

Veyl o erkeğe ki, sâliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer.

Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.

Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefahetini taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar!

Lem’alar, 24. Lem’a, s. 198

Lügatçe:

refîka-i hayat: Hayat arkadaşı.

hayat-ı dünyeviye: Dünya hayatı.

hayat-ı ebediye: Sonsuz hayat, ahiret.

mehâsin: Güzellikler, hüsünler, iyilikler.

münhasır: Yalnız birşeye ait olan, mahsus olan.

hasretme: Yalnız bir şeye mahsus kılmak.

muktezâ-yı insaniyet: İnsanlığın gereği.

Şer’an: Dinen, dine göre.

küfüv: Denklik; evlenecek çiftlerin belirli bakımlardan birbirlerine denk olmaları.

diyanet: 1-Din. 2-Dini emirlere riâyet, dindarlık.

mütedeyyin: Dinin emirlerini eksiksiz yerine getiren, dindar, dine bağlı.

veyl: Vay, yazık, vay haline.

sâliha: İyi, hayırlı, faydalı; iyi işler sahibi.

sefahet: Zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, sefihlik.

bedbaht: Bahtsız, bahtı kara, talihsiz.

müttakî: İttika eden, sakınan, haramdan çekinen, takva sahibi.

takvâ: Allah’tan korkma, Allah korkusuyla dinin yasak ettiği şeylerden kaçınma.

fısk: Günah; Allah’a karşı isyan etme.

02.09.2007


İstanbul inşirahları

Günlük meşgalelerin hayhuyu içerisindeyken İstanbul çekti bizi kendisine ulvî gayelerle...

Binlerce insana ilham kaynağı olan bu kutlu beldenin kendisi miydi insana ilham veren, yoksa orayı fethettiren düşünceler miydi bilinmez ama, kalbimizin isteğini aklımız ve şartlar da onaylayınca kendimizi bulduk Üstad’dan yüz sene sonra İstanbul’da…

Kimdik biz? Nerelerden gelmiştik bu yerlere? Neydi bizi kendine çeken hakikat bu sıcakta?

Tahribatın ve bilmediğini de bilmeme echeliyetinin hızla arttığı günümüzde manevî cihadda ‘hızlı’ olmalı ve bu konuda kendimizi geliştirerek imana dair tam bir ‘eğitim’ almalıydık.

Peki neydi bizi buraya getiren?

Seyyareleri birbirine bağlayan ‘o şey’ desem anlaşılır mı? Muhabbet, gayret, ihlâs, gayret desem, bilmem ki sadece sözcüklerle anlatılır mı?

Nerelerden de gelmiştik böyle bu anlayamadığımız tarihî şehre? Sakarya’dan, Ankara’dan, Erzurum’dan, İzmir’den; Anadolu’nun dört bir yerinden… Mekân neydi bizim için veya uzaklık?

Durdurabilir mi bu coşkun seli dünyevî rahatlık?

Ama biz rahm-ı maderden gelip berzah âlemine gittiğimizin farkındaydık…

Bizleri tanıdınız mı bilmem?

Biz ahirzamanın dehşetli fitnesinden Allah’a sığınan, Resûlünün (asm) yolundan gitmeye azmetmiş gençlerdik...

Biz tahribâtın zerrelerimize işlediği bu hengâmda Risâle-i Nur’un kudsî hakikatleriyle kendimizi ve vatandaşlarımızı bu dehşetli yangından kurtarmaya çalışan gençlerdik...

Biz İstanbul’dan ziyade kendimizi, bu dünyaya gönderiliş gayemizi merak eden gençliktik!..

Biz Münâzarât’taki Said’dik, Ömer’dik, Ahmed’dik, Emin’dik; vesâirelerdik...

Kısaca biz ehl-i dalâletin bizden ürktüğü “Nur yolcusu”yduk, “Nur gençlik”tik!

Peki biz neler yaptık bir ay boyunca?

Yuşa Tepesindeki inşirahlarımızı mı anlatayım, yoksa Eyüp Sultan’da huşû ile kılınan bir sabah namazını mı?

Zübeyir Ağabeyin kabri başında ‘Zamanın Zübeyirleri’ ile okuduğumuz Konferans’tan mı bahsedeyim, yoksa Çamlıca’da hepimizin birer ‘yeni vesâireler’ olma kararı aldığımızdan mı?

Risâle-i Nur’u anlamaya yönelik yapılan harika sohbetleri mi anlatayım size, yoksa birbirinden güzel ağabey ve kardeşlerimi mi?

Hizmet için coşan gönülleri, şevk ve muhabbet içinde yudumlanan bir bardak çayı mı anlatayım size!

Burada yaşadığımız her bir şey, hayatımızı ve ebedî görüntülerimizi süsleyen birer levha olarak amel defterindeki yerini aldı ama Üstaddan yüz sene sonra İstanbul’da olmanın tadı hâlâ damağımızda kaldı…

Not: Geleneğiyle ve birikimiyle Risâle-i Nur Enstitüsü’ne ve Risâle-i Nur bilgilerini anlatma noktasındaki gayretlerinden dolayı bütün ağabeylerimize ve emeği geçenlere binler teşekkürler…

[email protected]

Zübeyir ERGENEKON

02.09.2007


Hüsrev Ağabey

(Vefatının 30. yıldönümünde

rahmet duâsı vesilesiyle...)

Heyecanla nurun emrinde Hüsrev.

Âhir zamandaki mukaddes görev.

Bir nur harikası “Elmas Kalemi”

Bilir, tenvir eder bu nur âlemi.

Nurları şevk ile daima yazar.

Bu kudsî hizmette eylemiş karar.

“Gül Fabrikası”nın nurlu sahibi.

Cihad meydanının mümtaz galibi.

Kur’ân hattının ihlâslı neferi.

Üstad’ıyla kazanmış bu zaferi.

Tevafuklu Kur’ân bir inci gibi.

İstinsah işinde birinci gibi.

Levh-i Mahfuz’daki gibi yazıyor.

İnci taneleri gibi diziyor.

Tevafuklu Kur’ân mazhar teshile.

Bakınca i’câzı geliyor dile.

Hicrî takvimde bin üçyüz elli bir.

Bu yılda yazılır, Kur’ân-ı Kebîr.

Kur’ân kelimesinde aynı tarih,

Ebcedle görünür, delil çok sarih.

Bir harfine vardır binler sevabı.

Münker ve Nekir’e, Kur’ân cevabı.

Kur’ân hizmetinde bir mümtaz erdir.

Sebatkâr, sarsılmaz, metin serverdir.

Abdülkadir MENEK

02.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri