“Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezracığı olan zeminin yüzünde hadsiz mucizât-ı kudret teşhir edildiğinden, semâvât âlemindeki melâikeler o mucizâtı, o harikaları temâşâ ettikleri gibi ecrâm-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi güya melâikeler gibi zemin yüzündeki nazenin masnuâtı gördükçe Cennet âlemine bakıyorlar. O muvakkat harikaları bâkî bir sûrette Cennette dahi müşahede ediyorlar gibi bir zemine, bir Cennete bakıyorlar.”
Bediüzzaman’ın, meleklere benzettiği yıldızların vaziyetlerini ve hâl dili ile yaptıkları terennümü izah ettiği bu ifadeler hareketlendirdi içimizdeki Çam Dağı’na çıkma iştiyakını.
Semanın Cennet menfezlerini temâşâ tepesine çıkmadan önce, arzın Cennet Bahçesi’ni gezmenin, ruhumuzu o uhrevî ahvâle âşina hâle getireceğini düşünerek Sıddık Süleyman’ın bahçesine gittik.
Fakat Bediüzzaman’ın Cennete teşbih ettiği bahçenin ne üzeri dikenli çalılarla kaplı yığma taştan örme duvarını bulabildik, ne kuru ve kalın dalların birbirine çakılmasıyla yapılan iptidâî kapısını, ne de ziyaretçilerin ayak izleriyle her sene yeniden açılan toprak yollarını.
Ağaç oluktan taş havuza akan billur suyun şırıltılı akışı durmuş, yemişleri tadından çatlayan ağaçlar kesilmiş, üzerinden taze sebzesi eksik olmayan zerzevat sökülmüş, içinde kuşların barındığı böğürtlenler, dallarına bülbüllerin yuva yaptığı yaban gülleri ve arasında envaî çeşit böceğin yaşadığı gür otlar kurumuştu.
Gerçi onların yerinde, betonarme duvarları, mermer merdivenleri, kesme taş döşeli gezi yolları, seyyar bankları, dikme ağaçları, ekme çiçekleri, musluklu çeşmeleri ve fıskiyeli havuzu ile bakımlı bir bahçe vardı.
Ne var ki, bu bahçe eskisi gibi fıtrî değil, sun’î olduğundan pek Cenneti tahattur ettirmiyordu. Biraz da bu yüzden olsa gerek, orada duramayacağımızı anlayınca Çam Dağı’na gitmek üzere harekete geçtik.
Aslında bizim de Üstad Hazretleri gibi yaparak dört saat kadar yürümeyi göze alıp Çam Dağı’na dağ yolundan gitmemiz gerekirdi. Öyle yaptığımız takdirde şimdiye kadar çok az insanın görebildiği değişik yerler görüp, rastladığımız çobanlardan bâkir hatıralar dinleyeceğimizden emindik.
Lâkin şimdilerde herkesin yaptığı gibi biz de zora talip olmak yerine kolay yolu tercih ettik. Arabamıza binip bir süre asfaltta gittikten sonra şoseye saparak Çam Dağı’nın yolunu tuttuk.
Takriben bir saat kadar sonra dağın eteğindeki vadiye vardığımızda, hususî arabanın yanı sıra birkaç minibüsle ve otobüsle gelen kadınlı, erkekli büyükçe bir kalabalıkla karşılaşınca şaşırdık.
Çünkü bu dağın da, ağaçların da benzerlerinden pek bir farkı yoktu. Onlar gibi nebâtî özellikler taşıyorlar ve bir yandan lisan-ı hâlleriyle zikrederken, diğer yandan hilkatle kendilerine verilen vazifeleri yapıyorlardı.
Ancak memleket semalarının kasavet bulutlarıyla kaplandığı, âfâkın karardığı, zihinlerin zindan hâlini aldığı ve kalplerin ışığa hasret kaldığı bir zamanda; dallarını basamak yaparak arşa uzanan duâlı bir dilin hürmetine, oraya ışık huzmeleri şeklinde nur yağınca, onlar emsâllerinin mümessili hâline gelmişlerdi.
Ruha nüfuz eden tabiî cazibenin yanı sıra, Said Nursî bazı Risâle ve mektuplarında “Ben şimdi Çam Dağı’nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde bir menzilde bulunuyorum” gibi ifadelerle tasrih ettiği için ışığa müştak, nura müheyya, tabiata meftun olan Nur Talebeleri o menzilleri birer ziyaretgâh addetmişlerdi.
Bilhassa yaz aylarında Isparta’ya, Barla’ya, Çam Dağı’na ve diğer Nur Menzillerine akın etmelerine rağmen; oralara bir kutsiyet izafe etmezler, ziyaretleri beşerî zaafların izhar vesilesi yapmazlardı. Sadece hayatlarına yön veren bazı bahisleri, yazıldığı yerde okuyarak Bediüzzaman’ın bazı hâliyle hâllenmeye çalışırlardı.
Bu hâl; İstanbul’da şairlerin, ediplerin Çınaraltı’nı, san’atçıların, aktörlerin Yeşilçam’ı mesken edinmeleri, Yörüklerin yurt tuttukları dağlarda, Karadenizlilerin yaylalarda şenlikler tertip etmeleri, bazı meslek ve meşrep erbabı insanların senenin muayyen günlerinde belli yerlerde toplanıp piknik yapmaları gibi bir hareketti.
Belki onlardan tek farkı, bunların mevsimler boyu devam etmesi, bir mahallin, mesleğin, meşrebin veya grubun mensuplarına münhasır olmaması, gelen insanların bazılarının birkaç saat, bazılarının birkaç gün, bazılarının daha uzun süre kalmaları; bu zaman içinde de hem topluca Risâle okuyup çevreyi gezerek dinlenmeleri, hem de birbirleri ile tanışıp kaynaşmaları idi.
Nitekim pek çok Nur Talebesi gibi biz de daha önce, her seferinde farklı gruplarla defalarca buralara geldiğimiz, çam ve katran ağaçlarının üzerindeki menzillerde ‘semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne bakarak’ Risâle, Cevşen okuyup duâ ettiğimiz için o ağaçlarını uhuvvetin, kardeşliğin sembolü saymıştık.
Orada tanışırken yurt dışından geldiğini öğrendiğimiz bir grupla çam yelleri soluyarak tepeye doğru tırmanırken, bu sefer onları yapamayacağımızı hatırlayınca, ruhumuzu hazin bir hüzün hissi sardı.
Çünkü, Nurların intişarından ve Nurcuların tesanüdünden tedirgin olan bazı mihraklar bu buluşma zeminini bozmak için Bediüzzaman’ın, “Ehl-i hükümet gelerek ‘Eğer razı olursan şu ağacın bir dalını keseceğiz, sana da on bin altın vereceğiz’ deseler, vallahi razı olmam” sözleri ile verdiği değeri dile getirdiği çam ve katran ağaçlarını kesmişlerdi.
Üstelik böyle bir cürümü, Ramazan ayının son günlerinde, bir barışma mevsimi, mânevî kaynaşma iklimi olan bayramın arefesinde ve bir Nasara âdeti olan Noel gecesinde irtikâp etmişlerdi.
Hadisenin sadece bu ciheti bile insanları infiâle sevk etmeye yeterdi aslında. Nur Talebelerinin ve o havalide yaşayan ahâlinin yanı sıra, çevreci kuruluşlar da haberi duydukları anda müsebbiplerini tel’in etmek maksadıyla harekete geçebilirlerdi.
Genellikle bazı elit tabakaların telkiniyle hareket eden çevrecilerden ve haksızlığa uğradığında veya hoşuna gitmeyen hadise vuku bulduğunda karşı çıkıp protesto etme alışkanlığı olmayan ahaliden öyle bir hareket beklenemezdi.
Meselenin birinci derecede muhatabı olan Nurcularsa Üstadlarından müsbet hareket dersi aldıkları için müessif hadiselere sebebiyet verecek bir hâl ve hareket içine girmeseler de meselenin muhataplarına tel’in telgrafları çekerek veya çam ve katran fidanı dikme kampanyaları yaparak mukabele edebilirlerdi.
Nur hareketine mensubiyet hisseden herkesin olmasa bile içtimâî yönü kuvvetli olan bazı grupların böyle hareketler yapma imkânları vardı ve yapmaları da gerekirdi.
Onlar da o günlerde yazdıkları bazı haber ve makalelerin dışında öyle bir şey yapmadılar ama çok daha mühim ve müessir bir hareket yaptılar. Aralarında herhangi bir karar almamalarına rağmen, manidâr bir şahs-ı mânevî refleksiyle hareket ederek Isparta, Barla ve Çam Dağı başta olmak üzere bütün Nur menzillerini her yaz ziyaret etmeyi âdet hâline getirdiler.
Çünkü, Çam Dağı’nda Bediüzzaman’a mesken olan birer çam ve katran ağacı kesilmişti ama orada onun nazarına değip zikrine iştirak eden ve eserlerine desen olan daha binlerce çam ve katran ağacı vardı.
Said Nursî, oralarda yazdığı eserlerle insan idrakini öylesine açmış, tefekkür ufkunu o kadar genişletmiş ve cüz’î iradeye öyle büyük bir mânevî kuvvet kaynağı kazandırmıştı ki o eserleri okuyanlar yeryüzündeki bütün dağlara Çam Dağı, bütün ağaçlara da çınar, çam ve katran nazarıyla bakabilirlerdi.
Nitekim çam kozalaklarından kanatlanan çekirdekler gibi kaderin sevkiyle dünyanın her yerine yayılan ve Said Nursî’yi tanıyıp Risâle-i Nurları okuduğu ölçüde şuurlanan Nur Talebeleri de onu yaptılar ve çevrelerindeki dağlara Çam Dağı, bütün ağaçlara da çam ve katran nazarı ile bakarak Çam Dağı’ndaki çam ve katran ağaçlarına kasteden menfur emellere en güzel cevabı verdiler.
Hatta yalnız bununla da kalmadılar, her sene muayyen zamanlarda oralarda kalabalık gruplar hâlinde okuma programları, piknikler, geziler, mezuniyet günleri tertip ederek dağlara, kırlara, sahillere gittiler ve bol bol Risâle okuyup çeşitli meseleleri mütalâa ederek bulundukları yerleri de birer Nur Menzili hâline getirdiler.
Gerçi, böylesine kalabalık olmamakla birlikte eskiden de buralara gruplar hâlinde insanlar gelirler, çevreyi gezip Risâlelerden, oralarda yazılan bahisleri okurlar ve hafızalarını süsleyip hatıralarını zenginleştirirlerdi.
Böyle güzel ve tenha bir yere gelmişken manevî hazların yanı sıra maddî lezzetleri de ihmal etmezler ve bir kenara çekilip getirdikleri nevalelerden nasiplenerek piknik de yaparlardı.
Giderken, hissettikleri uhrevî ihtizâzı hafızalarının yanı sıra hânelerine de nakşetmek istercesine çam ve katran ağaçlarından kopardıkları kuru dal, yaprak kabuk, kozalak gibi parçaları yanlarında ‘Çam Dağı hatırası’ olarak götürürlerdi.
Fakat, beşerî bir musibet olan o menfur hadiseden sonra pek çok insan kendi kendine, ‘Hangi fiilimizle kadere fetvâ verdirdik de bu ağaçlar kastedildi?’ sorusunu sorarak daha hassas hareket etmeye başlamış olmalı ki, zaaf hâllerine eskisi kadar sık rastlanmaz oldu.
Tepeye çıktığımızda, çamların altını dolduran gençlerin hallerini görünce bu kanaatimiz pekişti. Okuma programı için Barla’ya geldiği anlaşılan gençlerin yanlarında kitaptan başka bir şey yoktu.
Çoğu, külliyatın tamamını okuyup bazı bahisler üzerinde derin mütalâalarda bulunacak yaşta olmamasına rağmen gözlerini, ellerindeki kitaptan ve çevreden bir an bile ayırmadan okuduklarını görmeye çalışıyorlardı.
Hâllerine hayran kaldığımdan, hepsine tek tek bakarak simalarını hafızama nakşedip zihnimdeki hatıra albümünü zenginleştirmeye hazırlanırken, dereye bakan yamaçtaki bir taşın üzerinde oturan gencin hareketleri dikkatimi çekti.
Onun da elinde kalınca bir kitap vardı ve bir sayfası hep açık duruyordu. Ama o sadece önündeki yazıları okumuyor, orada anlatılan hadiseyi yaşamak istiyor gibi bir hâl ve tavır içindeydi.
Henüz bıyığı bile terlememiş bir genci bu kadar mânâsıyla bütünleştiren bahsi merak edip usulca yanına yaklaşarak sayfaya bakınca On Altıncı Mektubun Dördüncü Noktasını okuduğunu gördüm.
O gencin o anda kendisini Mübarek Süleyman’ın yerine koyduğunu ve Üstadının, ‘Müjde Süleyman, Cenâb-ı Hak bize rızık verdi’ diyerek işaret ettiği ekmeği görmeye çalıştığını anlayınca, onun uhrevî havasını haleldâr etmemek için hemen oradan ayrıldım.
Diğerlerine baktım, onlar da ‘Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezracığı olan zemin yüzünde’ benzer hâl ve hareketler içindeydi. Kimi Dördüncü Mektub’u okuyordu, kimi On Yedinci Söz’deki Çam, Katran, Ardıç, Karakavağın Bir Meyvesi’ni.
Aralarında ‘yıldızların hutbe-i şirinini’ dinleyenler vardı, ‘azametli çam, katran ve ardıç ağaçlarının heybetnümâ sûretlerini, hayretfeza vaziyetlerini temâşâ ederken, pek lâtif bir rüzgâr esince o pek muhteşem ve şirin velveleâlud bir zelzele-i rakkasnüma bir tesbihat-ı cezbeeda sûretine çevrilen vaziyeti’ seyredenler de.
Kesilen çam ve katran ağaçlarının yerlerine dikilen fidanların etrafında halkalanan gençlerse yıllar önce oralarda yaşanan hâlleri yaşayarak geçmişi geleceğe taşıyorlardı.
Her zaman oraya gelen herkesin, şahs-ı mânevî refleksiyle hareket ederek Bediüzzaman’ın bir hâli ile hâllendiğini ve Nurun şahs-ı mânevîsinin teşekkülüne zemin hazırladığını müşahede edince, hüzünle çıktığımız Çam Dağı’ndan sürurla indik.
Zira bu gün de orada Bediüzzaman’a has hâller yaşanıyor.
Dün yaşandığı, yarın da yaşanacağı gibi.
05.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|