Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Çam Dağına çıkarken



“Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezracığı olan zeminin yüzünde hadsiz mucizât-ı kudret teşhir edildiğinden, semâvât âlemindeki melâikeler o mucizâtı, o harikaları temâşâ ettikleri gibi ecrâm-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi güya melâikeler gibi zemin yüzündeki nazenin masnuâtı gördükçe Cennet âlemine bakıyorlar. O muvakkat harikaları bâkî bir sûrette Cennette dahi müşahede ediyorlar gibi bir zemine, bir Cennete bakıyorlar.”

Bediüzzaman’ın, meleklere benzettiği yıldızların vaziyetlerini ve hâl dili ile yaptıkları terennümü izah ettiği bu ifadeler hareketlendirdi içimizdeki Çam Dağı’na çıkma iştiyakını.

Semanın Cennet menfezlerini temâşâ tepesine çıkmadan önce, arzın Cennet Bahçesi’ni gezmenin, ruhumuzu o uhrevî ahvâle âşina hâle getireceğini düşünerek Sıddık Süleyman’ın bahçesine gittik.

Fakat Bediüzzaman’ın Cennete teşbih ettiği bahçenin ne üzeri dikenli çalılarla kaplı yığma taştan örme duvarını bulabildik, ne kuru ve kalın dalların birbirine çakılmasıyla yapılan iptidâî kapısını, ne de ziyaretçilerin ayak izleriyle her sene yeniden açılan toprak yollarını.

Ağaç oluktan taş havuza akan billur suyun şırıltılı akışı durmuş, yemişleri tadından çatlayan ağaçlar kesilmiş, üzerinden taze sebzesi eksik olmayan zerzevat sökülmüş, içinde kuşların barındığı böğürtlenler, dallarına bülbüllerin yuva yaptığı yaban gülleri ve arasında envaî çeşit böceğin yaşadığı gür otlar kurumuştu.

Gerçi onların yerinde, betonarme duvarları, mermer merdivenleri, kesme taş döşeli gezi yolları, seyyar bankları, dikme ağaçları, ekme çiçekleri, musluklu çeşmeleri ve fıskiyeli havuzu ile bakımlı bir bahçe vardı.

Ne var ki, bu bahçe eskisi gibi fıtrî değil, sun’î olduğundan pek Cenneti tahattur ettirmiyordu. Biraz da bu yüzden olsa gerek, orada duramayacağımızı anlayınca Çam Dağı’na gitmek üzere harekete geçtik.

Aslında bizim de Üstad Hazretleri gibi yaparak dört saat kadar yürümeyi göze alıp Çam Dağı’na dağ yolundan gitmemiz gerekirdi. Öyle yaptığımız takdirde şimdiye kadar çok az insanın görebildiği değişik yerler görüp, rastladığımız çobanlardan bâkir hatıralar dinleyeceğimizden emindik.

Lâkin şimdilerde herkesin yaptığı gibi biz de zora talip olmak yerine kolay yolu tercih ettik. Arabamıza binip bir süre asfaltta gittikten sonra şoseye saparak Çam Dağı’nın yolunu tuttuk.

Takriben bir saat kadar sonra dağın eteğindeki vadiye vardığımızda, hususî arabanın yanı sıra birkaç minibüsle ve otobüsle gelen kadınlı, erkekli büyükçe bir kalabalıkla karşılaşınca şaşırdık.

Çünkü bu dağın da, ağaçların da benzerlerinden pek bir farkı yoktu. Onlar gibi nebâtî özellikler taşıyorlar ve bir yandan lisan-ı hâlleriyle zikrederken, diğer yandan hilkatle kendilerine verilen vazifeleri yapıyorlardı.

Ancak memleket semalarının kasavet bulutlarıyla kaplandığı, âfâkın karardığı, zihinlerin zindan hâlini aldığı ve kalplerin ışığa hasret kaldığı bir zamanda; dallarını basamak yaparak arşa uzanan duâlı bir dilin hürmetine, oraya ışık huzmeleri şeklinde nur yağınca, onlar emsâllerinin mümessili hâline gelmişlerdi.

Ruha nüfuz eden tabiî cazibenin yanı sıra, Said Nursî bazı Risâle ve mektuplarında “Ben şimdi Çam Dağı’nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde bir menzilde bulunuyorum” gibi ifadelerle tasrih ettiği için ışığa müştak, nura müheyya, tabiata meftun olan Nur Talebeleri o menzilleri birer ziyaretgâh addetmişlerdi.

Bilhassa yaz aylarında Isparta’ya, Barla’ya, Çam Dağı’na ve diğer Nur Menzillerine akın etmelerine rağmen; oralara bir kutsiyet izafe etmezler, ziyaretleri beşerî zaafların izhar vesilesi yapmazlardı. Sadece hayatlarına yön veren bazı bahisleri, yazıldığı yerde okuyarak Bediüzzaman’ın bazı hâliyle hâllenmeye çalışırlardı.

Bu hâl; İstanbul’da şairlerin, ediplerin Çınaraltı’nı, san’atçıların, aktörlerin Yeşilçam’ı mesken edinmeleri, Yörüklerin yurt tuttukları dağlarda, Karadenizlilerin yaylalarda şenlikler tertip etmeleri, bazı meslek ve meşrep erbabı insanların senenin muayyen günlerinde belli yerlerde toplanıp piknik yapmaları gibi bir hareketti.

Belki onlardan tek farkı, bunların mevsimler boyu devam etmesi, bir mahallin, mesleğin, meşrebin veya grubun mensuplarına münhasır olmaması, gelen insanların bazılarının birkaç saat, bazılarının birkaç gün, bazılarının daha uzun süre kalmaları; bu zaman içinde de hem topluca Risâle okuyup çevreyi gezerek dinlenmeleri, hem de birbirleri ile tanışıp kaynaşmaları idi.

Nitekim pek çok Nur Talebesi gibi biz de daha önce, her seferinde farklı gruplarla defalarca buralara geldiğimiz, çam ve katran ağaçlarının üzerindeki menzillerde ‘semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne bakarak’ Risâle, Cevşen okuyup duâ ettiğimiz için o ağaçlarını uhuvvetin, kardeşliğin sembolü saymıştık.

Orada tanışırken yurt dışından geldiğini öğrendiğimiz bir grupla çam yelleri soluyarak tepeye doğru tırmanırken, bu sefer onları yapamayacağımızı hatırlayınca, ruhumuzu hazin bir hüzün hissi sardı.

Çünkü, Nurların intişarından ve Nurcuların tesanüdünden tedirgin olan bazı mihraklar bu buluşma zeminini bozmak için Bediüzzaman’ın, “Ehl-i hükümet gelerek ‘Eğer razı olursan şu ağacın bir dalını keseceğiz, sana da on bin altın vereceğiz’ deseler, vallahi razı olmam” sözleri ile verdiği değeri dile getirdiği çam ve katran ağaçlarını kesmişlerdi.

Üstelik böyle bir cürümü, Ramazan ayının son günlerinde, bir barışma mevsimi, mânevî kaynaşma iklimi olan bayramın arefesinde ve bir Nasara âdeti olan Noel gecesinde irtikâp etmişlerdi.

Hadisenin sadece bu ciheti bile insanları infiâle sevk etmeye yeterdi aslında. Nur Talebelerinin ve o havalide yaşayan ahâlinin yanı sıra, çevreci kuruluşlar da haberi duydukları anda müsebbiplerini tel’in etmek maksadıyla harekete geçebilirlerdi.

Genellikle bazı elit tabakaların telkiniyle hareket eden çevrecilerden ve haksızlığa uğradığında veya hoşuna gitmeyen hadise vuku bulduğunda karşı çıkıp protesto etme alışkanlığı olmayan ahaliden öyle bir hareket beklenemezdi.

Meselenin birinci derecede muhatabı olan Nurcularsa Üstadlarından müsbet hareket dersi aldıkları için müessif hadiselere sebebiyet verecek bir hâl ve hareket içine girmeseler de meselenin muhataplarına tel’in telgrafları çekerek veya çam ve katran fidanı dikme kampanyaları yaparak mukabele edebilirlerdi.

Nur hareketine mensubiyet hisseden herkesin olmasa bile içtimâî yönü kuvvetli olan bazı grupların böyle hareketler yapma imkânları vardı ve yapmaları da gerekirdi.

Onlar da o günlerde yazdıkları bazı haber ve makalelerin dışında öyle bir şey yapmadılar ama çok daha mühim ve müessir bir hareket yaptılar. Aralarında herhangi bir karar almamalarına rağmen, manidâr bir şahs-ı mânevî refleksiyle hareket ederek Isparta, Barla ve Çam Dağı başta olmak üzere bütün Nur menzillerini her yaz ziyaret etmeyi âdet hâline getirdiler.

Çünkü, Çam Dağı’nda Bediüzzaman’a mesken olan birer çam ve katran ağacı kesilmişti ama orada onun nazarına değip zikrine iştirak eden ve eserlerine desen olan daha binlerce çam ve katran ağacı vardı.

Said Nursî, oralarda yazdığı eserlerle insan idrakini öylesine açmış, tefekkür ufkunu o kadar genişletmiş ve cüz’î iradeye öyle büyük bir mânevî kuvvet kaynağı kazandırmıştı ki o eserleri okuyanlar yeryüzündeki bütün dağlara Çam Dağı, bütün ağaçlara da çınar, çam ve katran nazarıyla bakabilirlerdi.

Nitekim çam kozalaklarından kanatlanan çekirdekler gibi kaderin sevkiyle dünyanın her yerine yayılan ve Said Nursî’yi tanıyıp Risâle-i Nurları okuduğu ölçüde şuurlanan Nur Talebeleri de onu yaptılar ve çevrelerindeki dağlara Çam Dağı, bütün ağaçlara da çam ve katran nazarı ile bakarak Çam Dağı’ndaki çam ve katran ağaçlarına kasteden menfur emellere en güzel cevabı verdiler.

Hatta yalnız bununla da kalmadılar, her sene muayyen zamanlarda oralarda kalabalık gruplar hâlinde okuma programları, piknikler, geziler, mezuniyet günleri tertip ederek dağlara, kırlara, sahillere gittiler ve bol bol Risâle okuyup çeşitli meseleleri mütalâa ederek bulundukları yerleri de birer Nur Menzili hâline getirdiler.

Gerçi, böylesine kalabalık olmamakla birlikte eskiden de buralara gruplar hâlinde insanlar gelirler, çevreyi gezip Risâlelerden, oralarda yazılan bahisleri okurlar ve hafızalarını süsleyip hatıralarını zenginleştirirlerdi.

Böyle güzel ve tenha bir yere gelmişken manevî hazların yanı sıra maddî lezzetleri de ihmal etmezler ve bir kenara çekilip getirdikleri nevalelerden nasiplenerek piknik de yaparlardı.

Giderken, hissettikleri uhrevî ihtizâzı hafızalarının yanı sıra hânelerine de nakşetmek istercesine çam ve katran ağaçlarından kopardıkları kuru dal, yaprak kabuk, kozalak gibi parçaları yanlarında ‘Çam Dağı hatırası’ olarak götürürlerdi.

Fakat, beşerî bir musibet olan o menfur hadiseden sonra pek çok insan kendi kendine, ‘Hangi fiilimizle kadere fetvâ verdirdik de bu ağaçlar kastedildi?’ sorusunu sorarak daha hassas hareket etmeye başlamış olmalı ki, zaaf hâllerine eskisi kadar sık rastlanmaz oldu.

Tepeye çıktığımızda, çamların altını dolduran gençlerin hallerini görünce bu kanaatimiz pekişti. Okuma programı için Barla’ya geldiği anlaşılan gençlerin yanlarında kitaptan başka bir şey yoktu.

Çoğu, külliyatın tamamını okuyup bazı bahisler üzerinde derin mütalâalarda bulunacak yaşta olmamasına rağmen gözlerini, ellerindeki kitaptan ve çevreden bir an bile ayırmadan okuduklarını görmeye çalışıyorlardı.

Hâllerine hayran kaldığımdan, hepsine tek tek bakarak simalarını hafızama nakşedip zihnimdeki hatıra albümünü zenginleştirmeye hazırlanırken, dereye bakan yamaçtaki bir taşın üzerinde oturan gencin hareketleri dikkatimi çekti.

Onun da elinde kalınca bir kitap vardı ve bir sayfası hep açık duruyordu. Ama o sadece önündeki yazıları okumuyor, orada anlatılan hadiseyi yaşamak istiyor gibi bir hâl ve tavır içindeydi.

Henüz bıyığı bile terlememiş bir genci bu kadar mânâsıyla bütünleştiren bahsi merak edip usulca yanına yaklaşarak sayfaya bakınca On Altıncı Mektubun Dördüncü Noktasını okuduğunu gördüm.

O gencin o anda kendisini Mübarek Süleyman’ın yerine koyduğunu ve Üstadının, ‘Müjde Süleyman, Cenâb-ı Hak bize rızık verdi’ diyerek işaret ettiği ekmeği görmeye çalıştığını anlayınca, onun uhrevî havasını haleldâr etmemek için hemen oradan ayrıldım.

Diğerlerine baktım, onlar da ‘Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezracığı olan zemin yüzünde’ benzer hâl ve hareketler içindeydi. Kimi Dördüncü Mektub’u okuyordu, kimi On Yedinci Söz’deki Çam, Katran, Ardıç, Karakavağın Bir Meyvesi’ni.

Aralarında ‘yıldızların hutbe-i şirinini’ dinleyenler vardı, ‘azametli çam, katran ve ardıç ağaçlarının heybetnümâ sûretlerini, hayretfeza vaziyetlerini temâşâ ederken, pek lâtif bir rüzgâr esince o pek muhteşem ve şirin velveleâlud bir zelzele-i rakkasnüma bir tesbihat-ı cezbeeda sûretine çevrilen vaziyeti’ seyredenler de.

Kesilen çam ve katran ağaçlarının yerlerine dikilen fidanların etrafında halkalanan gençlerse yıllar önce oralarda yaşanan hâlleri yaşayarak geçmişi geleceğe taşıyorlardı.

Her zaman oraya gelen herkesin, şahs-ı mânevî refleksiyle hareket ederek Bediüzzaman’ın bir hâli ile hâllendiğini ve Nurun şahs-ı mânevîsinin teşekkülüne zemin hazırladığını müşahede edince, hüzünle çıktığımız Çam Dağı’ndan sürurla indik.

Zira bu gün de orada Bediüzzaman’a has hâller yaşanıyor.

Dün yaşandığı, yarın da yaşanacağı gibi.

05.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Vefa nedir?



Necati Akten: “Vefa nedir? Kimlere vefalı olmamız gerekiyor? Vefasız olmanın bedeli ve günahı var mıdır?”

Vefa, sözlükte sözünde durmak, sözünü yerine getirmek, sözünü tutmak, borcu ödemek, dostluk ve sevginin gerektirdiği davranışlarda devamlı olmak mânâlarına gelir. Müslüman’ın ahlâk güzelliğidir, erdemidir, faziletidir, doğruluğudur, dürüstlüğüdür.

Kur’ân’da birçok âyet insan sıfatıyla bizleri, muhatabımız düşmanımız da olsa vefalı olmaya çağırıyor. Müslüman zararına da olsa verdiği sözü tutan, yaptığı sözleşmelere uyan, imza koyarak taraf olduğu antlaşmalara sadık kalandır.

Kur’ân buyuruyor ki:

“Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevirmeniz birr ve takva (Allah katında makbul olan iyilik) değildir. Asıl birr ve takva; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda direnip sabredenlerin bu tutum ve davranışıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır.1

“Ey iman edenler! Yaptığınız sözleşmeleri titizlikle yerine getirin.”2

“Ahidleştiğiniz zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın; çünkü Allah’ı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.3

“Verdiğiniz sözleşmeyi tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya çekileceksiniz.”4

“Kim Allah’a karşı verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir.”5

Peygamber Efendimiz (asm) Müslümanlar arası vefanın nasıl yaşanacağı konusunda buyuruyor ki: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona hıyanet etmez. Ona yalan söylemez. Ona yardımı terk etmez. Her Müslüman’ın ırzı, malı ve kanı diğer Müslüman’a haramdır.”6

Öyleyse başta Hâlık’ımız, Razık’ımız, Fâtır’ımız olan Cenâb-ı Allah’a vefalı olmamız vazifemizdir, farzdır. Onun Resûlüne (asm) getirdikleri konusunda vefalı olmamız da vazifemizdir ve bu değişik hükümler içerse de farzdan sünnete kadar derecelerle üzerimizdeki yükümlülüklerdir.

Yakınlarımıza, akrabalarımıza, anne ve babamıza, kardeşlerimize, ailemize, eşimize, arkadaşlarımıza da vefalı olmamız gerekir. Ahlâk-ı hamîdemiz bize bunu da emreder. Her bir muhataba karşı vefa konusu değişir şüphesiz. Meselâ tehlike anında, elimizde bir imkân varsa, Müslüman kardeşimizi tehlikeyle baş başa bırakıp gidilmez. Ona yardım etmemiz gerekir. Vefa budur. Akrabalarımızı arayıp sormak, gerekirse yardımcı olmak, dertleriyle ilgilenmek onlara olan vefamızın gereğidir. Kur’ân buna sıla-i rahim diyor ve önemli bir görev olarak üzerimize yüklüyor.

Arkadaşlar arası verdiğimiz sözlere sadık olmamız ve vefalı davranmamız gerekir. Eğer yapılmayacak bir söz ise, söz verip sadakat göstermemek yerine, başlangıçta söz vermememiz daha doğru olur. Atalarımızın “Söz namustur” ifadesini unutmamak, verdiğimiz sözü namus saymak vefalı davranışın gereğidir.

Vefasız olmanın bedeli elbette vardır ve vefa konusuna göre değişir. Allah’ın emirlerine vefalı olmamak bize iki dünyada da kaybettirir. Sünnet-i seniyyeye vefalı olmamak bizi hüsrana uğratır. Arkadaşlarımıza doğru konularda ve dinî hizmetlerde vefalı olmamak bizi şahs-ı manevî havuzundan ve birlik ve beraberlik sevabından alı koyar, en hafif ifadeyle bizi dostsuz bırakır, arkadaşsız bırakır. İhlâsımızı ve sadakatimizi zedeleyebilir. Hizmet şevkimizi kaçırabilir.

Oysa vefalı olmakta konusuna göre büyük sevaplar, feyizler ve dereceler vardır. Her şey bir yana, rahmet vefalı olana gelir, inayet vefalı olana gelir, şefkat vefalı olana gelir. Allah’ın rızası vefalı olandan yanadır.

Dipnotlar:

1- Bakara Suresi: 177.

2- Maide Suresi: 1.

3- Nahl Suresi: 91.

4- İsra Suresi: 34.

5- Fetih Suresi: 10.

6- Riyazu’s-Salihin, 234.

05.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Zordan korkmamak



Üstad Bediüzzaman Hazretleri birkaç saatlik uykuyla yetinir, gecesini ibadet ü tâat, zikir, fikir ve münâcâtla geçirirdi.

Birgün diz çöke çöke, ibadet yapa yapa ayak parmağı yaralanmış, merhem sürmek istemişti. Bunu gören talebesi Molla Resûl, “Biz de Allah’tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursan ayağın yaralanmayacaktı” dediğinde, Üstad şu cevabı vermiş: “Molla Resul! Kısa ömürde, kısa dünyada ebedî hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem burada rahat oturayım, hem Cennet dâvâ edeyim, olmaz böyle şey! Onun için cesaret edemiyorum rahat oturmaya”

O büyük Üstad ömrü boyunca hep böyle devam etmiş, öncelikle fiilen örnek olup sonra da talebelerine zordan yılmamalarını tembihlemişti. Bir talebesine yazdığı bir mektupta, “Amellerin en hayırlısı, en zor olanıdır” (Keşfü’l-Hafa, 1:55) hadis-i şerifini hatırlatıyor; meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı salih amel ve hayırlı işlerin daha kıymetli, daha sevaplı olduğuna dikkat çekiyor ve “O sıkıntıda, o meşakkatteki ziyade sevabı ve makbuliyeti düşünüp sabır içinde mesrûrâne şükretmek gerekir” (Kastamonu Lâhikası, s. 97) diyordu.

Hapishanenin sıkıntılı günlerinde de, “Madem biz kadere teslim olup, bu sıkıntıları, ‘Amellerin en hayırlısı en zor olanlarıdır’ sırrıyla, ziyade sevap kazanmak cihetiyle manevî bir nimet biliyoruz; madem geçici dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor; ve madem hakkalyakîn derecesinde yakînî bir kanaatimiz var ki, ‘Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir; elbette biz bu sıkıntılı haller ile müftehirâne, müteşekkirâne bir mücahede-i maneviye yapıyoruz’ diye şekva etmemek lâzımdır” (Şuâlar, 277) diyordu.

Maksat, hedef, gaye ne kadar büyük, ulvî ve yüce olursa, gayret, faaliyet de o kadar çok olmalı değil mi? Elbette böylesine yüce bir maksat için de o kadar meşakkat, çile ve sıkıntı çekilecektir. Çilesiz saadet olmaz.

Başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere, Sahabe ve sâir İslâm büyükleri dâvâlarının büyüklüğü ölçülerinde çileyi ve ıztırabı üstlenmiş; yılmadan, bıkmadan, usanmadan hizmetten hizmete koşmuşlardı.

Maksat, sonuçta Allah’ın rızasını elde etmekse, niçin meşakkatler zevkle üstlenilmesin?

05.08.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Su yüzüne çıkan gerçekler



Bu seçim münasebetiyle bazı gerçekler su yüzüne çıktı. Bu gerçekler, bir çoğumuzun meçhûlü olmasa da, seçim süreci malûmumuz olan bazı şeyleri derhatır ettirdi.

Her insanın bu seçimlerden çıkaracağı dersler olacaktır mutlaka. Ve herkes kendi penceresinden seçim sürecinde yaşananlardan veya seçim sonuçlarından bazı sonuçlar çıkaracak ve değerlendirmelerde bulunacaktır.

Ben şahsen bu işin siyasî tahlili veya partilerin aldıkları başarı veya başarısızlıklardan ziyade, seçim zemininde insanlarımızın, cemaatlerin, medyanın takındığı tavır ve duruşları düşündüm, onların siyasîleri değerlendirmedeki yaklaşımlarını, ölçü ve kriterlerini merak ettim. Bu meyanda Nur camiasının siyasî tercihleri de en çok dikkatimi çeken bir durum oldu.

Evvelâ bir defa daha görüldü ki, Türkiye’deki siyaset, menfaat üzerine dönüyor. Çoğu insan geleceğini, menfaatini hangi partide görüyorsa, orada yerini alıyor. Ülke ve millet menfaati, ondan sonra geliyor. Zaten hemen hemen bütün partilerde ideoloji, vazgeçilmez kırmızı çizgiler, olmazsa olmaz kriterler neredeyse kalmadı.

Yine görüldü ki, bütün partiler liderleriyle anılıyor, liderlere endeksli. Diğer parti kadrolarının isimleri var, fakat halk nezdinde varlıkları pek hissedilmiyor. Partilerin misyonlarından ziyade, partililerin şahsiyetleri ön plâna çıktığından millet siyasî tercihlerini liderlere göre yapıyor.

Bu seçim süreci, parti liderlerinin karşılıklı söz düellolarıyla geçti. Zaman zaman hakaretlere varan suçlamalar, tehditler, şantajlar yapılarak milletin desteği istendi. Her parti lideri, milletin gözüne girmenin, reyini alabilmenin yollarını aradı. Beylik lâflarla, içi boş sloganlarla, gövde gösterileriyle seçmenin desteği arandı. Bu şekilde bazıları arzuladığı başarıyı yakaladı, kimisi de havasını aldı.

Yine bu seçimde gördük ki, halkın büyük bir çoğunluğu tahkik ehli olmadığından, insanların çoğu zahire bakıp öylesine siyasî tercihte bulundular. Siyasîlerin her söylediklerine inanarak, işin perde arkasını aramadan hazır duruma göre karar verdiler. Çoğu zaman da yanıltan reklâm ve propagandaların etkisine kapılarak, kuvvetliden yana olma kolaylığına saptılar ve öylece tercihlerini yaptılar.

Yine bir başka kayda değer husus da, dindar veya dinî değerlere hürmetkâr olan halkımızın dindar görünümlü siyasîlere meyletmiş olmalarıdır. Hatta çoğu insanların siyasî tercihlerinde tek husus olarak dindarlığı tercih etmeleri de bir başka gerçek olsa gerek. Bu meyanda siyasette dindarlığın yanında maharetin, tecrübenin, liyakatın mutlaka olması gerektiğini bilen ve o şekilde oyunu kullananların sayısı yok denecek kadar az oldu bu seçimde. “Maharet ile salâhati” birbirine karıştırmadan, Bediüzzaman’ın mutlak yol gösterici tavsiyeleri doğrultusunda Nur camiasının bütünü bu seçimde üzerine düşeni yerine getirdi mi bilemiyorum...

Hemen hemen bütün medyanın, radyo ve televizyon kanallarının söz birliği etmişçesine her fırsatta iktidar partisini öne çıkarması ve Demokrat Parti’yi kamufle ederek gözlerden gizlemesi de, bu seçimde en belirgin özellikti. Bu önemli vazifeyi yapanların ilk sıralarında da, muhafazakâr medya dediğimiz yayın kuruluşları oldu diyebiliriz.

Demokratların dış ve iç güç odaklarınca, büyük sermaye çevrelerince, manevî değerlerimize mesafeli duran çevrelerce es geçilip, dışlanmasını belki anlamak mümkün. Velâkin geçmişten günümüze demokrat kadroların ülke yararına yaptıkları maddî ve manevî hizmetleri görmezlikten gelerek demokratlara karşı oldukça mesafeli durmayı tercih eden sağ cenahtaki medyanın bu tavrını anlamak mümkün değil.

Bu güne kadar haksızlığa, hakarete uğramış manevî değerlerimizin hemen hemen hiç gündeme gelmemesi de, bu seçim sürecinin bir diğer gerçeği olsa gerek. Hemen herkes ekonomiyi, enflasyonu, işsizliği konuştu. Başbakanın kolundaki saatin değeri konuşuldu. Terör konuşuldu, duble yollar konuşuldu. Yıllardır devam etmekte olan, bu hükümet zamanında da hız kazanan başörtüsü yasağı, imam hatip okullarının önündeki engeller hiç gündeme gelmedi. Ahlâkî dejenerasyon hiç konuşulmadı. Çocuklarımızı tehdit eden alkol, uyuşturucu, fuhuş, kumar gibi kötü alışkanlıklar konuşulmadı.

Evet her şeye rağmen bu seçimin, ülkemize ve milletimize hayırlar getirmesini temenni ediyorum.

05.08.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Çocuğunuzla hayatı beraber okuyabilmek…



Bebeklerle ilgili yapılan bilimsel araştırmaları büyük bir merakla okuduğumuzda, öğrendiğimiz her şey bütün çocukların mu’cize olduğu gerçeğini bir kez daha pekiştirir. Anne rahmindeki bebeğin, dış dünya ile yakından ilgili olması, doğduğu anda annesini, baba ve kardeşlerini sesinden, kokusundan hemen tanıyıvermesi ne büyük kudret delillerindendir.

Yeni doğan bebek ayın yüzüne ilk inen astronotun merakıyla dünya gezegenini tanıma çalışmalarına başlar. İşe önce kendisinden, ellerinden başlar. Sihirli bir oyunu seyredercesine günlerce el hareketlerini keşfeder. Minik kahkahalar eşliğinde ellerini evirir, çevirir, parmaklarını ağzına götürüp emer… Sonra ayaklarını, kulaklarını, çevresindeki eşyaları, yattığı odayı incelemeye başlar… Onun iki ayağı üzerinde durmaya çalışmasını, ilk adımlarını izlemek bir anne için hayatın unutulmaz fotoğraflarındandır… Hele de tonton bir bebeğiniz varsa…

İlk adımla beraber, evde bir hareketlenme, bir telâş, ortalığın hallaç pamuğu gibi atıldığı günler başlar. Tencereler, bardaklar, çekmeceler, düğmeler, patikler, hatta patates ve soğanların birlikte iç içe olduğu zamanlardır bu günler. Küçücük bir çocuk için kocaman evin keşfi kolay mıdır?

İlk kelimeler en yakından tanıdığı kişi ve eşyalarla ilgilidir. Anne, baba, abi, abla, eğer ağzınızdan sıkça çıkıyorsa “Allah” kelimesini bebekçe telâffuz çalışmaları…

İlk çizgiler, resimler…

Bu arada güzel san'atları unutmayalım. Parmaklarını boşuna mı denedi aylarca? Kalem, sihirli çizgiler âleminin keşfi demektir. Çizgiler âlemiyse kâğıtların yeterli gelmeyip evinizin duvarlarının da resim galerisi haline gelmesidir. Geçtiğimiz yıl bir sabah kalktığımda hol duvarları küçük kızımın boyu hizasında rengârenk pastel boya çalışmalarla doluydu. Şaşkınlığımı “Çok gücel olmus, di mi anne?” şeklinde yorumlayınca, kızmak mümkün mü? Başka resim alanlarına yönlendirmek, ona yeni duvar tasarımları için birkaç gün kazandırmak anlamına geliyor. Picasso’nun resimleri gibi, yorumu ancak kendisinden alabildiğiniz çalışmalar… Ev, kendisi, annesi, babası, abisi, Güneş, ay…

İlk sorular

En çok sorduğu sorulardan biridir “Bu ne?..”

Cevaplandırılması gereken o kadar çok soru vardır ki…

Küçük kızımın bitmek tükenmek bilmez sorularını cevaplarken, Cenâb-ı Hakkın Hz. Âdem’e “talim-i esmâ” olarak adlandırılan isimlerin öğretilmesi olayının, hep Hz. Âdem’in “Bu ne?” sorusuyla mı başladığını düşünmüşümdür nedense…

Merak duygusu, insanoğluna Hz. Âdem’den kalan en büyük genetik miraslardan biri değil midir sizce?

“Kalanlık oldu. Günec nele gitti anne? Onun adı ay mı? Ay yuvallaktı, ama kim ısırmış? Güneci çevmiyoyum, göclerimi acıtıyo…”

Çocukların kendini, çevresini, ayı güneşi, karı- yağmuru ile kâinatı tanıma ve tanıtma çalışmaları… Güneşin bizi, kuşları ve çiçekleri ısıttığını aydınlattığını, o gittiğinde arkadaşı ayın geldiğini, kışı, baharı, yağmuru bütün bunları Allah’ın bizi çok sevdiği için yaptığını anlatacaksınız, dikkatle, sabırla ve çocukça…

Geçenlerde ayı ve yıldızları beraberce seyrederken yaşanmış bir hikâyecik anlattım ona. Yıllar önce küçücük bir kızın halasının kucağında gökyüzünü seyrederken kulaklarına fısıldadığı tekerlemeyi öğrettim:

“Ay dede evin nerede? Sana kim bakar? Işığını kim yakar?”

“Kim yakar halacım?”

“Her gece ayın ışığını Allah parlatır tatlım…”

“Şimdi de Allah mı ışığını açıyo anne?”

“Evet, tatlım…”

Küçük çocukları dikkatle, sabırla izleyin. Kâinatı ve kendinizi kavrayabilme kabiliyetinizin seviyesini, hatta insanlık tarihinin gelişimini fark ettirecekler size…

Ve ilk şarkılar…

Şimdilerde bu yıl büyük bir keyifle gittiği anaokulundan öğrendiği bir şarkı dilimizde. Evin “Top 10” listesinde ilk sırada…

Gül çocuk, gülen çocuk

Gülmeyi seven çocuk

Günahı hiç sevmeyen

Cennet kokulu çocuk

Kalplerin neşesiyiz

Sözlerin güzeliyiz

Yarın açacak olan

Mutlu gül çocuklarız…

Evet sevgili anne babalar rahmetin bize hediye ettiği gül yüzlü çocuklarımızı soldurmayalım!..

05.08.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

“sanatalemi.net” 1 yaşında!



Yazılı basının görsel basın karşısındaki durumu üzerine Batıda uzun yıllara uzanan bir tartışma olduğu cümlenin malûmu… Son yıllarda, gelişen teknolojiye paralel olarak sanal ortamda oluşan basın hareketlerinin dikkat çekici gelişmeler içerisinde olduğu da ilgilenenlerin malûmu...

Birçok daldaki giderin sıfıra yakın iniyor olması ve –neredeyse- sıfır maliyetle ulaşılabilme imkânına sahip olması gibi sebeplerle daha geniş kitlelere hitap edebilme fırsatına sahip olunan internet ortamında gelişen kimi “site”ler, oldukça geniş bir ilgi alanına ulaşabiliyorlar… İçlerinde öyle “site”ler var ki; bugün etkili bir haber kanalı bile olabildi.

İşte böylesi bir ortamda kültür san'at alanında ciddî bir alan açacak yapılanmalara ihtiyaç olduğu son yıllarda sıkça gündeme gelen maddelerden birisiydi… Hatta bizler Sarmaşık Kültür Sanat Dergisi’ni yayınlamaya başlarken, bazı dostlarımız gibi Mehmet Nuri Yardım kardeşim de; “İstersen sanal ortamda yayınlamayı düşün…” demişti… Ben de kendisine; “teknoloji özürlü biri olarak bilgisayarı sadece gelişmiş bir daktilo olarak kullanan ben öyle bir işin altından nasıl kalkarım?” demiştim de gülüşmüştük… Bir çok sefer olduğu gibi ardından da gazeteciliğe ilk başladığımız günlere gidip, kurşun kalıplarla hazırladığımız gazetelerden konuşmuştuk… Sonra da bilgisayarlı ortamı, internet dünyasını konuşmaya çalışmıştık…

Sarmaşık Kültür Sanat’ın âkıbeti malûmunuz…

Tam derginin tökezlemeye başladığı günlerdeydi ki Mehmet Nuri kardeşim; “Haydi dostum! ‘Site’miz açılıyor… İlk yazını şu tarihe kadar ulaştır…” talebini iletti…

İşte o talebe cevap verip sitede ilk yazımın yayınlanışı üzerinden tam bir yıl geçmiş bulunuyor.

“Sanatalemi.net” isimli kültür san'at sitemizin, aradan geçen bu 1 yıl gibi kısa bir sürede günlük izlenme oranı açısından da sürekli takip edilme oranı açısından da son derece iyi rakamlara ulaştığını gururla söyleyebilirim. Bu gururun aslan payının Mehmet Nuri Yardım kardeşime ait olduğunun altını da çizerim…

“Sanatalemi.net”te; birçok farklı isimdeki gazetede ve dergilerden âşina olunulan çok renkli ve zengin bir yazar kadrosuyla oldukça geniş bir kitleye hitap ediliyor… Çok tecrübeli kalemlerle, taze fidanların aynı çatı altında yazılarının yayınlanıyor olabilmesinin de ‘site’ nin ayrıcalıklarından biri olduğunu ifade etmeliyim…

“Sanatalemi.net”te; günlük kültür sanat haberleri –yine Mehmet Nuri Yardım kardeşimin titizliğiyle- olabildiğince hızlı olarak ilgilenenlere ulaştırılıyor… Bu ulaştırma esnasındaki temel ölçü ise her türlü ideolojik takıntı ve bağnazlıklardan uzak biçimde kültür ve san'atın özü oluyor…

“Sanatalemi.net”te; kültür ve san'at geçmişimizde nelerin olup bittiği ayrı bir başlık altında ve yine Mehmet Nuri kardeşimin titizliğinde ilgililerini bekliyor…

“Sanatalemi.net”te; siteyi sürekli takip edenlerin dikkatini çekecek kimi hediyeli edebiyat yarışmalarıyla genç yeteneklere fırsatlar oluşturuluyor…

“Sanatalemi.net”te; kısa süre önce yitirilen kültür san'at dostlarıyla ilgili bütün haberler bir köşede değerlendirilerek, ilgilenenlerin ulaşamayacağı bir arşiv derlemesi topluca hizmetine sunuluyor…

“Sanatalemi.net”te; ‘site’ye üye olanlara yazarları kitaplarından armağan ederek, okur-yazar iletişimi canlandırılıyor… Bir taraftan arayanın –belki de- bulamayacağı bir kitabı okur, -üstelik- imzalı olarak edinebiliyor… Belki de hiç okumak için tanışamayacağı bir yazarla okurun tanışması da sağlanmış oluyor…

“Sanatalemi.net”te; kültür san'at dünyamız içinde olup da bir dergi ya da gazete sayfalarında –farklı sebeplerle- bir araya gelebilmesi mümkün olmayan kalem erbabı birlikte kalem oynatıyor…

Özetle söylemek gerekirse “Sanatalemi.net”te; Mehmet Nuri Yardım kardeşimin olağanüstü gayret, iyi niyet, gerektiğinde arabuluculukla sürdürdüğü kurucu yöneticilikle kültür san'at dünyamız geniş bir pencereden soluklanıyor…

Geride kalan 1 yıla baktığımda bu soluk alıp vermenin her geçen gün daha sağlıklı olmaya başladığını söylemek istiyorum…

Geride kalan 1 yıla baktığımda çeşitli sebeplerle aramıza katılıp ayrılmak zorunda kalan dostların da katkılarıyla oluşan bu sağlıklı ortamın, her geçen yıl daha da güçlenerek devam edeceğine de dikkat çekmek istiyorum…

Geride kalan 1 yıl içinde bazı ağabeylerimiz ve dostlarımızın –zaman zaman da olsa- kültür san'at sitesinde yazdıklarını unutup günlük siyasete dalmalarındaki yanlışın bile ‘site’nin genel güzelliği içinde sırıtmadığını da belirtmek istiyorum…

Evet… Siz bu yazıyı okuduğunuzda –kısmetse- bizler ‘site’mize yakışır bir vakarla 1. yaşımızı kutlamış olacağız…

“Sanatalemi.net” gibi dolu, doyurucu bir kültür san'at rehberine sahip olduğumuz için yazarlar da okurlar da sevinmeli ve Mehmet Nuri Yardım kardeşime –en azından- duacı olmalı… Çünkü “sanatalemi.net” sadece okurlara değil, kültür sanat alanındaki üreticilere, yazarlara da rehber olabilecek bir site…

Nice yeni yaşlara “sanatalemi.net”!

Eline, fikrine, beynine sağlık Mehmet Nuri Yardım kardeşim…

05.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Düşünce yolculuğu-1



Risale-i Nur’la düşünürken, akademik derinliğinin yanı sıra açık eğitimleri ile gönüllülük esaslı sürekli okuma ve öğrenmeleri zihnimde canlandı. Daha yaygın ve kabul gören bir tabir olduğu için “Risale-i Nur Akademisi” demeyi tercih ettim. Aslında gönlüm “İrfan Okulu” demeyi arzuladı. Bu defa da “okul” kalıbı dar geldi. Mektep demek daha asil durdu. Böylece “İrfan Mektebi” diyebiliriz.

Beni tatmin etmeyen birer isimlendirmeydi bunlar. Böyle zamanlarda edebiyatçı olmayışıma hayıflanırım doğrusu. Arapça’ya vakıf olamayışıma da… Fakat Risale-i Nur sayesinde dilimizi ve dinimizi koruyan bir dilin hassasiyetiyle kalmanın mutluluğu bile bir şükür vesilesi.

Dil konusunda zaman zaman beni uyaran okuyuculara, dostlara ve işin erbabı kadirşinas insanlara her zaman “eyvallah” demeyi yeğlerim. Onlardan farklı düşünmediğimi, ancak bazı tabirlerin günümüze ait teknik ve meslekî kavramlar olarak kabul gördüğünü, çar nâçar kullandığımızı beyan ettiğimizde de bizi anladıklarını görmenin rahatlığını yaşarız.

Her defasında yeni kelimelerle tanışmak bir zenginliktir muhakkak. Ancak, kültür erozyonuna maruz dilimizin bazı aslî kelimeleri yerine ikame edilen ve gittikçe yozlaştırılarak Batı kompleksi altında tarih ve medeniyetten uzaklaştırmayı hedefleyen gayretleri de gözden kaçırmamak gerek.

Bir mânâ akışı içinde birbirini tamamlayan kelime hazinesi içinde anlamayı derinleştiren kavramlar bütünlüğü yerine, maalesef neredeyse on yılda bir değişen ve yeni anlamlar yüklenen kelimelerin birbirini tercüme eden patika yolunda kelimeleri yürütmek, oldukça yorucu, sıkıcı ve gereğinden fazla zihin ameliyesi gerektirdiğini söyleyebilirim.

“Efradını cami, ağyarını mani” bir metin ortaya koymak, o kadar zorlaştı ki, bilgi dağarcığında ölü doğan ve sorgulanması zaman alıp, tescili yapılamayan o kadar çok silik ve kafa karıştırıcı söz, yazı, gözlem ve oluşum var ki, öncelikle zihni tevhit ve bütünlük, sadakatin ve tefekkürün yalın halinde zorlu bir imtihan yaşamaktadır.

Tam “sı” yazıp sınav diyecektim ki, yazımın ruhuna döndüm, sizin görmeyeceğiniz şekilde, bilgisayarın “delete”sine basıp sildim. Keşke tuşların üstünde “sil” yazsaydı da, ben de rahat etseydim. Ama ne yapabilirim ki?

Evet, başa dönsem; Akademi ya da İrfan Okulu/Mektebi demek yerine başka ne diyebiliriz?

“Bediüzzaman Düşünce Cenneti” desek ne olur? Şimdi aklıma geldi. Mademki “Cennetasa bir bahar” müjdesini bize veriyor. Cennet lezzetinde “ruhanî bir lezzet” bize tattırıyor. Öğrendiklerimizle, düzeltiyorum taallüm ettiklerimizle, ya da kademeli olarak ikisi birden bize iman ve ubudiyeti lütfediyor. Bize cennet kapılarını açacak vesilelik yolunu açıyor.

O zaman Risale-i Nur için “cennet düşünceleri” diyebilirim. Böylece, yine itiraf edeyim en çok kullanmak zorunda kaldığım “pozitif düşünce” sıkılganlığından da kurtulmuş oldum. Gönül elbette ki ruhu besleyen ruhanî kelimeler istiyor. Mamafih, yaşamayan ve anlaşılmayan, yeni kuşakla irtibatımızı engelleyen bir yokuşa tırmanmanın da tebliği zorlaştırdığını hep görüyoruz ve uyarılıyoruz.

İki yönlü bir uyarı, affedersiniz ikaz altındayız. Ne kadar dilimin sürçtüğünü, bir anda yeni kuşakla, yaşlı ve olgun kuşak arasında nasıl bocalayıp da iki kelimeyi de arka arkaya dizdiğimi fark ettiniz.

Beynimin komutları durduğu noktada geçmişi ve geleceği aynı anda buluşturmamı söyledikçe, zülcenaheyn olamamanın fukaralığı ile ikisini bir arada tutacak kimyevî bir mezcin lâfzî varlığı ile beraber mânâsını inşa etmenin meşakkati karşımıza çıkıyor. Buna zorluk da diyebiliriz. Gördüğünüz gibi, yine bir koalisyon yaptık. Zorluk katsayısı her defasında artıyor.

Çift isimli çocuklar gördüğümde, mutlaka evde hiyerarşik düzen yerine paylaşımcı bir ortaklığın hâkim olduğunu düşünürüm. Yani ortaklı. Eşlerin ya da büyüklerin taleplerini birleştiren, birinin fiilen işlediği, diğerinin resmen kaldığı ya da otoriter yapının ana karakterinin ya da mizacının öne çıktığı bir hal söz konusu olmaktadır.

Yine dağıldığımın farkındayım. Bu defa yazının yolculuğuna çıkmaya karar verdim. Kendimi, “Düşüncenin dizginlenemez koşusuna bırakayım” dedim. Dörtnala koşsun. Önünü göremeyecek kadar zirvelere diksin gözünü. Küheylan gibi haykırsın, sesi titreşim yapsın…

Yazı, yarın devam edecek, ancak siz düşünce yolculuğunuza kendi yeni düşüncelerinizle devam edin lütfen. Bu yazının devamından önce, siz devam edin…

05.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Pozitivizm ve yağmur duâsı



Bazı hakikatlar bağlamının dışında kullanılıyor. Bunlardan birisi de tevekkül. Tevvekkül, Kerametullah’ın Sünnetullahdan sonra gelme keyfiyetidir. Yani siz işin gereklerini yaparsınız sonra da Yaratan sonuçları yaratır. Bu anlamda Einstein’ın anlamlı bir sözü var: Kâinatta her şey hem olağan ve hem de olaganüstü görünüyor. Yani kâinatta herşey esbaba bağlı ve aynı zamanda herşey esbaptan mustağni, yani mucizedir.

Tevekkül ve kader de bunun değişik ifadesidir. Bu itibarla, sünnetullahı ve adetullahı yerine getireceğiz sonra da keremetullaha (ikram-ı ilahi) yöneleceğiz. Zaten Gazali sebebiyete veya nedenselliğe nedensellik dememiş adet ve adetullah demiştir. Bunu ilim diliyle ifade edenlerin başında da Einstein gelmektedir. Bu itibarla adetullah ile kerametullah birbirinden bağımsız değildir. Bu ilişkiyi Mevlana güzel bir benzetmeyle açıklar. Kimse çalışarak menzil-i maksuda ulaşamadı. Ama ulaşanlar çalışanlar arasından çıktı. Bunları birbirinden bağımsız addeden iki taifede yanılmıştır. Bu taifelerden birisi dehriye diğeri de haşeviyye ve ona tekabül eden cereyanlardır.

Yağmur meselesi dahi böyledir. İçiçe birçok unsur var. Depremin nasıl fiziki nedenleri varsa metafiziki nedenleri dahi vardır. Yani esbabı maneviye ile esbab-ı maddiye ittifak ettiklerinde deprem gelir. Bu anlamda faylar hem maddi hem de manevi nedenlerden dolayı harekete geçerler. Manevi nedenler bazen tek olmayabilir. İnsanların bir kusurları da olmayabilir ve ceza suretinde değil de imtihan suretinde veya mükafat suretinde gelebilir. Kader böyle tecelli eder. Bu durumda seyyiatsız zayiat şüheda hükmüne geçer. Netice, ceza değil mükâfattır. Dünyayı kavuran ve saran kuraklık, çölleşme ve bunun zıddı olan seller ve tufanların mütedahil ve içiçe birçok daireleri ve nedenleri vardır. Bunlar arasında tabiatın hovardaca bir şekilde kullanılması ve israf derecesinde tüketilmesi de vardır. İsraf zaten şükürsüzlüğün fiili bir ifadesidir. Bunun sonucu olarak fıtrat bizden intikam alıyor. Zira dünyada herşey kader, taktir ve ölçü iledir. Sadece esbabın kalktığı öteki dünyada ölçü yoktur onun yerine mutlaklık vardır. Bu dünyada herşeyin kısıtlı olmasının nedeni eşya ile olan imtihanımızdır. Dolayısıyla onları korumakla mükellefiz. Başta kendi vucudumuzu kötü alışkanlıklardan korumakla mükellef olduğumuz gibi onun daha geniş çerçevesi ve ortamı olan tabiat ve fezayı da korumak ve kollamakla mükellefiz. Özel dünyamız da genel dünyamız da bizim sorumluluğumuz altında. Yaşantımızın bütün özellikleri bu dünyaya ve düzenine bağlı olduğundan dolayı bu dünyanın ıslahı ve imarı için Efendimiz, Allah’a dua ve niyazda bulunuyor..

***

Allah insan ile dünya arasındaki ilişki tarzını teshir (insanın emrine verilmesi) ve istimar (imar) ifadeleriyle tanımlıyor. Bu ifadeler çok önemli. Kayıt ve inkiyat altına alma anlamındadır. İsraf ile tüketmek değildir. Ama kapitaizm fıtrata aykırı bir sistem olduğundan dünyayı imar ediyor görüntüsü altında onu istihlak ediyor ve tüketiyor. Bu ise fıtratı bozmak ve tağyir etmektir. Allah bunu enfus ve afak dairesinde yani küçük kâinat ile büyük kâinat dairelerinde yasaklıyor. Dolayısıyla kapitalistlerin tabiatı inkiyat altına alma modelleri eko sistemi yani fıtratı bozuyor. Bu da veylat ve tabiatın laneti olarak bumerang gibi bize geri dönüyor. Kuraklık olarak dönüyor, çölleşme olarak dönüyor ve bazı kara parçalarının su altında kalması olarak dönüyor. Tashih etme, düzeltme miadı da giderek doluyor. Kimilerine göre zaten geri dönülmez sınırı aşmış bulunuyoruz. Kimilerine gire de halen 10 yılımız var. Bunları din adamları söylese hurafe derler. Bereket ki ilim adamları söylüyorlar. Maelesef ülkemizde kuraklıkla ilgili tartışmalar bir kez daha gösterdi ki Türkiye’de hakim pradigma pozitivizmdir. Yani bir nevi dehrilik veya tabiatperestliktir. Dini hayat da bir dereceye kadar bu anlayışın su-i tesiri altında. Eskiden kuraklık zamanlarında yağmur duasına çıkılır ve bundan önce de duamın tesirli olması için dargınlar barıştırılır ve sosyal mezalim telafi edilmeye çalışılırdı. Ta ki Cenabı Hak bizden razı olsun ve rahmeti gazabını söndürsün. Kullarının bencilliklerini bir kenara bıraktıklarını görsün ve onlara rahmetini indirsin. Melih Gökçek de Ankara’yı kasıp kavuran kuraklıkla alakalı benzeri tavsiyelerde bulunmuş. Anne baba ziyaretlerini önermiş. Elbette bunlar güzel şeyler ama maalesef bunlar yer yer basın tarafından alay konusu ediliyor. Pozitivizme iman etmiş kitleler Allah’a olan imanla alay ediyor. Bazı hocalar da buna çanak tutuyorlar.

***

Bu noktada Tayyar Altıkulaç’ın Sabah’ta yer alan konuşması gereksiz olduğu gibi yer yer pozitivim anlamı işman etmektedir. Kuraklığın tehdit ettiği İstanbul ve Ankara’nın bazı ilçelerinde yağmur duasına çıkılması ve Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in “Allah dilerse bir anda susuzluk biter” sözlerini eski Diyanet İşleri Başkanı Altıkulaç yorumlamış: “Deveni bağla, ondan sonra Allah’a tevekkül et.” Peki burada alınması gereken tedbirler neler? Elbette maddi ve manevi tedbirler var. Ama maddi tedbirler bizi de aşan küresel çapta karar vericilerin karar vermesi gereken tedbirler. Bir de manevi tedbirler var. Manevi tedbir bağlamında esbaba ram olmanın anlamlarından birisi emr-i bi’l maruf görevini ifa etmektir. Yani günaha günah diyebilmektir. Bırakın ahkâmla ilgili tavsiyeleri, günah ve ibadetlerle ilgili tavsiyelerde bile bulunamıyoruz. Azgın kollektif pozitivizm ile kollektif egoya takılıyor. Velhasıl toplu dua etmekten korkar hale geldik. Günaha da günah diyemez hale geldik. İyi ki aklımızda devenin bağlanacağı kazık kalmış. Bir tarafta dua etsek bile diğer tarafta dua ile alay ediliyor. Yine 1994 yılında göreve gelen R. Tayyip Erdogan gibiler ilk iş olarak yağmur duasına çıkmışlardı. Hatırlayanların hatırladığı kadarıyla o zaman da Güneri Civaoğlu gibiler aynı bugünkü gibi pozitivizm adına buna karşı çıkmışlardı. Üzücü olan Civaoğlu gibilerine eski diyanet işleri başkanlarının da da katılmış olmasıdır. Yeni olan unsur budur. Pozitivizmin savunmasını yapmak onlara mı kaldı?

Gerçek tevekkül, Allah’ın elindekine güvenin kendi elindekine güvenden kuvvetli olmasıdır.

05.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ders almayan parti



Milletvekili genel seçimlerinin ‘tartışmasız mağlupları’ndan biri olan CHP, yaptığı durum değerlendirmesinde yine ‘kendisine yakışan’ı yapmış ve başarısızlığın ‘suç’unu başkalarına atmış. Açıklanan Merkez Yönetim Kurulu raporuna göre seçimdeki başarısızlıkta CHP yönetiminin hiç ‘suç’u yok. Suçlular sıralanırken, AB’den tarikatlara, RTÜK’ten aşiretlere kadar pek çok sebep sayılmış...

CHP’yi tarif için pek çok sıfat kullanılıyor. Bunların arasında, “(Milletten) Ah alan parti”, “Doğuştan muhalefet partisi” gibi isimlendirmeler de var. 22 Temmuz 2007 genel seçimleri sonrası yapılan ‘durum değerlendirmesi’ne bakılırsa bu tariflere “(Yenilgiden, mağlubiyetten, sandıktan) Ders almayan parti” tâbirini de eklemek icap edecek.

Yıllardan beri ‘ana muhalefet partisi’ olarak siyaset hayatında bulunan CHP’nin, seçim sonuçlarını değerlendirirken ‘öz eleştiri’ yapması beklenirken; tam aksine başarısızlığın sorumlusu olarak hep ‘başkaları’nı işaret etmesi, kendi açısından sağlıklı bir değerlendirme değil.

MYK raporundaki tesbitlerin bir kısmı şöyle:

*Medya beyin yıkadı: İkinci cumhuriyetçilik söylemi adeta resmî ideolojiye dönüştürüldü, sayıları az ancak medya üzerinde etkinlikleri yüksek olan ikinci cumhuriyetçiler adeta beyinleri yıkadı.

*Tarikat desteği yoğunlaştı: Son beş yılda Türkiye’nin devlet kurumlarına, ticaretine, eğitimine ve medyasına, derinine sızmış, adeta onları kuşatmış olan tarikatların AKP iktidarına yönelik desteği yoğunlaştı.

*Batı desteği: AB ile ilişkilerde hükümetin ulusal çıkarlarımızla örtüşmeyen titrek duruşu, belirli Batılı odakların AKP’ye desteklerini tırmandırdı.

*Aşiretler de suçlu: İktidar, ülkemizin doğu ve güneydoğu bölgelerinde kafa karıştırıcı mesajlarla halkı yanıltarak, tarikatçı cemaat ve aşiret ilişkilerinden de yararlanarak çok yaygın bir destek sağladı.

*İmamlar propaganda yaptı: Halkımızın dinî duygularının sömürülmesi, (...) dinine bağlı Anadolu insanı üzerinde etkinlik sağlandı.

Seçim neticelerinin açıklanmasından hemen sonra konuşan CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen de şöyle demişti: “Yedi milyon insan oy kullanmadı. Bu oyun önemli bölümünün bize yakın insanlardan olduğunu tahmin ediyoruz.” (Radikal, 3 Ağustos 2007)

CHP’nin dile getirdiği tesbitlerin, partinin aldığı seçim sonuçlarında elbette payı vardır. Ancak neticeyi bu şekilde değerlendirmek ve partinin polikasını belirleyenlere hiç suç bırakmamak kökten ‘yanılgı’dır.

Sonuçları bu şekilde değerlendirmenin zararı sadece CHP’ye olsa, bu konu bizi ilgilendirmeyebilirdi. Ama bu değerlendirmelerin neticesinde oluşturulan ‘yeni’ politikadan bütün Türkiye zarar görüyor. CHP yine geriyor, yine ‘çatışma’ uyarısı yapmaya devam ediyor.

Lütfen; yanlışlarda ısrar etmek yerine hatalarımızdan ders ve ibret alalım ve hatalarımızı tekrarlamayalım.

05.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yeni Asya ve pazarlık



Son MGK toplantısının resmî bildirisi ile, medyada çıkan gayri resmî bilgiler arasında yine büyük uçurum var. Resmî açıklamaya göre, ülke genelindeki güvenlik ve asayiş durumunu gözden geçiren kurul, dört ildeki OHAL’in dört ay daha uzatılmasını hükümete bildirme kararı almış ve Karadeniz’e sahildar devletler arasında oluşturulan Deniz İşbirliği Grubu hakkında kurula bilgi sunulmuş. Açıklamada bunun dışında başka bir bilgi yok.

Buna karşılık, medyanın MGK toplantısıyla ilgili olarak öne çıkardığı konular çok daha farklı. Bunların başında, istihbarat ve güvenlik birimleri tarafından hazırlanan irtica raporu var. Raporda, irtica ile mücadelede gelinen nokta özetlenirken, bundan sonra yapılması gerekenler hususunda net bir bilgi yok. Bunun sebebi, o bölümün medyaya sızdırılmaması mı, yoksa işin içinde başka iş mi var?

Bu hususla ilgili olarak medyada görebildiğimiz tek ipucu, hükümetin Mecliste bekleyen ve yıllardır sonuçlandırılamayan irtica kanunlarını yine kararname yoluyla çıkarmak üzere bir yetki kanunu daha çıkarmış olduğu bilgisi.

MGK’ya sunulduğu belirtilen irtica raporunun en dikkat çeken—Hürriyet’in manşet ifadesiyle—“ilginç cümle”si ise, tarikat ve mezheplerin devletle ilişkilerine dair olanı.

Şimdiden yoğun tartışmalara konu olan ve olmaya da devam edecek gibi görünen bu cümleye göre, “Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu, bu grupların devlet ve hukuk sistemi içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktasında önemli mesafeler alınmış.”

Bunun anlamı, önceki ihtilâllerde, özellikle 12 Eylül’de “devlet adına” yapılan pazarlıkların 28 Şubat’ta da tekerrür ettiğinin resmen ikrar ve itirafından başka birşey değil.

Çok iyi bilindiği üzere, 12 Eylülcüler birçok dinî grup ve cemaati tehdit ve menfaat dağıtımı esası üzerine yapılan pazarlıklarla yanlarına çekmiş; ihtilâle karşı çıkmalarını önlemiş; ihtilâl anayasasına “evet” demelerini sağlamışlardı.

Görünüşe ve ilk zamanlarda söylenenlere bakılırsa, 28 Şubat’ın 12 Eylül’den en esaslı ayrımı bu noktadaydı. 28 Şubatçı kadrolar, bu pazarlıkları yaptıkları için şiddetle eleştirdikleri 12 Eylülcüleri “dincilere taviz vermek”le suçluyor, irticayı ve “köktendinciliği” bu defa “kökten” temizleyip bilumum dincilerin kökünü kazımayı hedef alıyorlardı.

Aradan dört buçuk yıla yakın bir süre geçti. Ama geldikleri noktada yaptıklarının, 12 Eylülcülerden hiçbir farkı yok.

Burada çok ilginç olan bir nokta da şu:

12 Eylülcüler, birçok dinî grubu yanlarına çekerken, “cazip” teklifler götürdükleri halde Yeni Asya’dan müsbet bir cevap alamamış ve bunun bedelini, camiayı parçalayarak ve gazeteyi 470 gün kapatıp türlü sıkıntılar çektirerek ödetmişlerdi.

28 Şubatçılar ise—red cevabı alacaklarını bildikleri için olsa gerek—teklif getirmeye dahi gerek görmeden, Yeni Asya’nın üzerine gidiyorlar. Yeni Asya’ya verilen mahkûmiyetlerin perde gerisi de böylece aydınlanıyor.

(1.7.2001)

05.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri