Kendim olmayı isterim!
Şems ile enis kalmayı, kamere ekarip olmayı, kalplerde envar bulmayı isterim
Mahbuba meclûb olmayı, nurda medfun kalmayı, mefkûre ulaşmayı isterim.
Abdal gibi abd olmayı, kalben işba olmayı, cennetâsa baharı yaşamayı isterim
İmandan kuvvet almayı, hakkın yoluna dalmayı, ufuklarda pervaz isterim
Ümmette ekmel olmayı, me’nuslara me’mûl olmayı, meayibi setretmek isterim.
Bediin beka bulmasını, bedmayenin fena bulmasını, dalâleti kökten kazmayı isterim
Beliğ siyak ile hitabı, beşere nafi olmayı, ab-ı kevserde akmayı isterim.
Yolda sebat etmeyi, havassı ifşaat etmeyi, birde havas isterim.
Arşı âlâya çıkmayı, kâinatı seyre dalmayı, damlada deniz olmayı isterim
Bast-ı zaman, tayy-ı mekân, yakin-i iman isterim.
Enva duygularla, cemal-i kemal isterim.
Cehaleti ilzam için; hayali izan isterim
Peyman olsun asra!
Dâvâmda sebat etmeyi, zındıklara galip gelmeyi, adaleti isterim.
Halka hizmet etmeyi, can ü dilden sevmeyi, birde sevilmeyi isterim.
Gönülleri fethetmeyi, yelkenleri dikmeyi, kahraman olmayı isterim.
Bunlar ne hayal ne kuruntu, ben bunları isterim
Kim ne derse desin, kendim olmayı isterim!
|
Özkan ERDEM
04.08.2007
|
|
HATUN İLE EFENDİ (2)
Yemekten sonra bahçeye çıktı. Dinlenmek için avluda serilmiş olan halının üzerinde oturmaya başladı. Bir müddet sonra hayat arkadaşı elinden tepsiyle onun yanına geldi. Yine efendisine çok sevdiği çayı hazırlamıştı. En çok sevdikleri şey buydu: Beraber çay içip sohbet etmek. Hatun çayları doldurmaya başladı. Efendisine çay doldurup ikram etmekten çok büyük bir haz alıyordu. Efendide hatununun elinden çay içmeyi çok seviyordu. Hele de onun yanında olması o çayı içmekten daha çok zevk veriyordu. Bir de hanımı demlemişse; sormayın gitsin sevincine. Hanımın elinden çay içmeyi çok sevdiği için başka yerden içtiği çaydan ne kadar uğraşsa da bir tat alamıyordu. Bunu her kez bildiği için bazen ona takılıyorlardı.
-Eh bey amca ne yapalım bizim çayımız hanımın çayı gibi olmaz; ama ne çare ki misafirimizsin çayımızı içeceksin.
-İçerim evlâdım; ne olmuş ki.
-Bunu sana sormak gerekiyor amca. Yüzünü buruşturarak içmenden belli. Leylan yok buralarda gelip çay yapsın sana.
Bu yapılan takılmalardan sonra herkesi bir gülme tufanı tutardı. Yaşlı amca da bunlara alışık olduğu için bu gülmelere alınmazdı. Alışmıştı, bu Leyla Mecnun faslına. Aslında biraz da gençlere örnek olması hasebiyle hiç üzerine almıyordu. Şaka yoluyla hanımlarınıza şu muamelede bulunun diye nasihatlerde bulunuyordu. Bazıları “Boş ver amca: Bu kadar yüz gözden sonra hanıma cici bicili mi davranacağız. ‘Yok, hanım nasılsın, bugününü nasıl geçirdin?’ Bunlar bize göre değil amca” deyip işi gırgıra alırlardı. Bazı gençler de özellikle de yeni evli olanlar bu yaşlı amcanın nasihatlerini dinler ve uygularlardı. Sonra da yaşlı amcaya gelip teşekkür ederdi. Aslında yaşlı amcanın herkese örnek bir evliliğinin olmasının sebebi evlenmeden bir gün önce rahmetli dedesinin Peygamber Efendimizden (asm) naklettiği şu sözlerdi: “Kızım Fatıma, sen Ali’ye hizmetkâr ol, ki Ali de sana köle olsun”
Bu söz üzerine evliliğin ilk gününden beri bu sözleri asla aklından çıkarmamıştı. Hanımına da bu sözü kına gecesi annesi söylemiş. Ve ikisi de aynı istikamet üzerine bu günlere kadar gelmişti. Hem hizmetçi hem köle olmuşlardır birbirlerine. Yani saygı ve sevgileri ne azalmış, ne de bir artış göstermiştir. Elli beş yıldır bu sevgileri aynı minval üzerine devam etmişti. Bu sözü de, yeni evlenen gençlere de hep söylemişler. Kimi uygulamış, kimi de uygulamamıştır.
(Devam edecek)
|
Fadime KAYA
04.08.2007
|
|
Güzel haberin devamı gelmedi
Geçen hafta Irak’tan gelen bir haber içimizi serinletmişti. Haber ajansları; Irak Millî Takımı’nın Asya Kupası’nda yarı finalde Güney Kore’yi saf dışı bırakıp finale yükseldiğini bu sebeple de halkın sokaklara dökülerek etnik grup, mezhep farkı gözetmeden bu başarıyı kutladığını bildiriyordu.
Irak’tan spor dalında da olsa böyle bir haberin gelmesi senelerdir oradan kötü haber dinlemiş olan bir komşu ülke vatandaşı olarak bizi sevindirmişti. Haberin şu bölümü daha güzeldi: “Savaş nedeniyle oldukça zor günler geçiren Irak halkı, futbolla yüzü gülerken, mezhep ayrılığı ve etnik kimlik ayrımı yapmadan takımlarının galibiyetini kutladı. Bayrak ve flamalarla sokaklara dökülen futbol severler, özellikle Bağdat, Kerkük, Basra gibi vilayetlerde galibiyet coşkusunu doya doya kutladı.”
Ama o güzel haberin arkası gelmedi. Hızla eskiye döndük. Irak’ın gerçek yüzünü gösteren haberler peş peşe gelmeye başladı. Yine atılan bombalar ve ölen yüzlerce kişinin haberleri arka arkaya sökün etti. Arkasından, Sünni vekillerin Meclisi terk ettiği yazıldı. Bu yüzden hükümetin olayları bastırmadaki gücünün hayli zayıfladığı bildirildi. Bu demekti ki, bundan sonra Irak daha da karışacaktı.
Irak, iflâh olmaz bu durumunu devam ettirirken, Körfez ülkelerinin bu olaydan hiç mi hiç ders almadıklarını, aksine hayli korktuklarını gösteren başka haberler de gelmeye başladı. İran, Rusya’dan 250 savaş uçağı almak üzereymiş, Suudi Arabistan silaha 20 milyar dolar ödenek ayırmış. Mısır geri kalır mı? O da 13 milyarla (şimdilik) yetinmiş.
20 Mart 2003’ten beri süregelen savaş, Körfez ülkelerine hiçbir şey öğretmemiş. Savaşın dehşet verici yüzü bu devletleri silahlanmaktan uzaklaştırmak yerine silâhlanmalarını hızlandırmış. Demek ki, her gün yüzlerce insanın ölmesi, şehirlerin yerle bir olması akıllarını başlarına getirecekken korkularını arttırmış. O sebeple başka çözüm yolları aramak yerine kısa ve basit yolu tercih etmeyi daha uygun buluyorlar.
Bu ülkeler bu silâhları kime karşı kullanacak? Son otuz yıla baktığımızda kime karşı kullanılacağı açık ve net bir şekilde görülüyor. Söyleyebiliriz ki, bu silâhları öncelikle Müslüman kardeşlerine karşı kullanacaklar. İran, Irak için silahlanıyordur. (Ola ki, tekrar güçlenirde neme lâzım şimdiden tedbirimi alayım diyordur.) Mısır, Sudan’a karşı silâhlanıyordur. Suud, bir zamanlar Irak’a karşı Kuveyt’i desteklemişti ya (ABD’nin direktifiyle) o sebep Irak ta ona saldırabilir. Aslında silâhlanma konusunda Türkiye’nin onlardan geri kalır tarafı yok.
Bütün bunlar bir önemli bir şeye işaret ediyor. O da savaşın birileri tarafından planlı bir şekilde sürdürüldüğü gerçeğine. Çünkü bu işten kimlerin yararlandığına bakılırsa durum açıkça görülür. Malûm bu işten en fazla kârlı çıkan ülkelerin ABD, Rusya, İngiltere, Fransa olduğu açıktır. Körfez ülkelerinin son yüz yılda petrolden elde ettikleri gelirlerini nereye harcadıklarını sanıyorsunuz? Gelirlerin üçte ikisini silaha yatırdıklarını yapılan araştırmalar gösteriyor.
Hâkim ve zalim güçler bunun böyle sürmesini istiyor. Körfezde satılacak bir damla petrol olduğu sürece bu savaşlar ve çatışmalar devam etmeli ki, silâh satışı da durmasın. Olur da bir gün bu savaşlar durursa gelen petrodolarlar nereye gider? Halkın refahına, saadetine ve demokratikleşmesine harcanırsa o zaman bu ülkeleri kim tutacak? Veya kim zaptedecek? Onun için güzel haber de bir türlü gelmiyor.
|
Nurettin HUYUT
04.08.2007
|
|
Serâdan süreyyâya
‘Milyonlar kahraman başların fedâ oldukları bir hakikate, başımız dahi fedâ olsun’ dedik ve on dört kişilik bir ekiple nardan nûra süzüldük.
Barla… Nurların merkezi… Adeta kucak açmıştı bu kutlu belde bize ve yorgun kalplerimize. Hangi batıl sevgileri sığdırmıştık da yormuştuk âyine-i Samed olan kalbimizi. Kalplerimizin putlarını kırman için geldik sana kutlu diyar!
Çınar ağacı… Semaya uzanmış binlerce nur kandiliyle bir âyet-i kerimeyi hakkalyakîn yaşatıyor bizlere, “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misâli, bir lamba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” (Nur: 35)
Çınar ağacının gövdesine yaslanmış Medresetü’z-Zehra’ya yöneliyor adımlarımız. Her adım bir umman olur. O ummanda bir damla olmaya koşuyoruz adeta.
Çamdağı… ‘Ben bu menzilleri Yıldız Sarayına değişmem’ hakikatini ancak bu katran gövdesinde anlayabiliyoruz. Huzur, sevgi, tesanüd, uhuvvet, ihlâs, tefani…
Sanki İstanbul burada fethedilmiş, binlerce Fatih’le küfrün zincirleri nurun elmas kılınçlarıyla kırılmış. Binlerce Nur gemisi bu topraklardan dünyaya salınmış.
Sanki Mevlânâ bu menzillerden geçmiş ardında sevgi ve hoşgörü bırakarak, “Gel, ne olursan ol yine gel, putperest olsan da, tövbeni bozsan da yine gel” sözleri, yerini “Elimizde nur var; topuz yok. Nur, kimseyi incitmez; ışığıyla okşar” nidalarına bırakmış bu menzillerde.
Sanki Hz. Nuh’un sefinesi bu dağa oturmuş, Hz. Âdem ve Hz. Havva bu kutlu beldede buluşmuş.
Nasıl Malazgirt’le Anadolu’nun kapıları açılmışsa, ihlâs ve uhuvvetle bu kutlu diyarlarda nurun kapıları açılmış.
Süleymanları sıddık yapan katran ağacı, nurlara tercüman olan çam ağacı… Adeta karşımızda Kerbelâ…
Üstadın 1950’den sonraki evi… İnce ince nakışlar, ahşap oymalar birer fısıltı halinde: “Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla müsemmâyı bulursun. Madem şu masnuât-ı faniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et. Mânâsız kabuğunu, kışrını acımadan fena seyline atabilirsin…”
Acaba o ince nakışlarda hangi duâlar, hangi nidalar saklı. Acaba hangi ibadetlere, hangi kutlu misafirlere mesken olmuş…
Cennet bahçesi… Rehberimiz Cebrail ve yanımızda Peygamberimiz (asm) adeta. Yürü Sultanım, yol senindir… Sanki karşımızda Sidre-i Münteha… Bir adım daha atarsak yanarız kavruluruz… Rü’yetullah’ı arzulayarak geziyoruz bu bostan-ı cinânı.
Yedi günün ardından “Bir ömür boyu Barla’da” ezgisiyle nurdan nara dönüyoruz.
|
Hatice KILINÇ
04.08.2007
|