Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ne güneş aya yetişir, ne gece gündüzü geçer. Hepsi de kendi yörüngelerinde akıp giderler.

Yâsin Sûresi: 40

04.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biriniz bir şey temenni ettiğinde ne istediğine dikkat etsin. Çünkü hangi dileklerinin kabul edileceğini bilmez.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 306

04.08.2007


Günahımız neticesi kuraklık başladı

Beşinci nokta: Risâle-i Nur, bu Anadolu memleketine, belâların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belâyı def ediyor; onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nev’înde semâvî ve arzî belâların def’ine çok emareler ve çok hadiselerle tebeyyün etmiş. Hatta Kur’ân’ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu’da ekser okunması İkinci Harb-i Umumînin Anadolu’ya girmemesine bir vesile olduğu Sûre-i Ve’l-Asr işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risâle-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risâle-i Nur’un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risâlelerin sahiplerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men etmeleri cihetiyle, belâların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i mâneviye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.

Altıncı nokta: Yağmursuzluk bir musibettir ve cezâ-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinâne yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatın tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ etmek ve duâ ve o hâle mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.

Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekserî (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.

Biz Risâle-i Nur şakirtleri dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risâle-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli’de mahkemeye verilen cüz’î bir kısım Risâle-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zatlar yazmaya başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı. Fakat Risâle-i Nur’un serbestiyeti cüz’î olmasından, rahmet dahi cüz’î kaldı. İnşaallah, yakında benim de risâlelerim iade edilecek, tam serbest ve intişârı küllîleşecek ve rahmet dahi tam olacak.

Emirdağ Lâhikası, s. 32-33

Lügatçe:

intişar: Yayılma, neşrolma.

cezâ-yı amel: Amelin cezası.

hazinâne: Hüzünlü bir şekilde.

nedamet: Pişmanlık.

bid’a: Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.

nâs: İnsanlar.

kısm-ı azam: Büyük kısmı.

Bediüzzaman Said NURSÎ

04.08.2007


“Risâle-i Nurları 1950 yılında İzmir’de tanıdım”

Köy köy Risâle-i Nur dağıttı

1928 senesinde Erzurum’un İspir İlçesinin Gaziler Köyünde dünyaya geldi. 1950’de İzmir’e taşındı, aynı sene Risâle-i Nurları İzmir’de tanıdı. Alsancak DDY’de üç sene çalıştıktan sonra, 1954’de istifa edip ayrıldı. Manisa’da askerlik yapmakta olan Abdullah Yeğin Ağabeyin teklifiyle 1954 başlarında Manisa’ya yerleşti. Artık, bu andan itibaren kendi dünyasını, insanların âhiretleri için fedâ etmeye karar vermişti. Tıpkı Üstad’ı Bediüzzaman gibi. Bundan sonra bütün mesaisi Kur’ân ve iman hizmetlerine aitti. Muzaffer Arslan, seyyar olarak Risâle-i Nur dağıtma işine başlayarak, bütün Türkiye’yi il il; kasaba kasaba; köy köy dolaşmaya başladı. Her yerde Risâle-i Nurları neşrediyor, mahiyetini insanlara anlatarak dağıtıyordu. Bütün bunları Hz. Üstad’la veya Üstadın yanındaki talebelerle sık sık görüşerek, istişareyle yapıyordu. Dile kolay, iki elinde, iki ağır tahta bavul ile, bütün Anadolu... Hem de senelerce, bir ömür boyunca… Yaşlanınca herkesin midesi aşağı sarkarken, onunki göğüs kafesine çekilmiş. Cerrahpaşa’daki doktorlar hayret etmişler; “Herhalde o ağır valizlerden olacak” diyor kendisi..

Muzaffer Ağabey, gittiği bir çok beldede; ya soruşturma geçirdi, ya karakollarda sabahladı veya hapishanelerde yattı. Ama o her seferinde, kaldığı yerden, bir santim bile geriye kaymadan hizmetine devam etti. Yorulmaz ve patinaj yapmaz bir motor oldu... Bereketler saçarak hep ilerledi. Mübarek Anadolu’ya Nur tohumlarını ekti. Olağanüstü bir istidata sahip olduğu halde; mal-mülk, para, evlâd, evlilik konularını hiç gündemine sokmadı. O zamanlar hizmet yolunda yürümek çok sıkıntılı ve zahmetli idi. Bazen yol parası bile bulamadı, yamalı gezdi, dükkânlarda yattı, hatta aç bile kaldı. Fakat o, şunu iyi anlamıştı: “…hizmet-i Kur’âniye’de bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlas ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.” (Lem’alar, s. 43)

O şimdi bizim nazarımızda, hem “Muzaffer”dir, hem de “Arslan”dır. Yani ismiyle müsemmâdır. Elbette, o müşfik Üstad, böyle bir talebesinden razıydı. Rızâ-i İlâhî için yaptığı fedakârca hizmetlerini her seferinde tebessümle tebrik ediyor, duâlarla teşvik ediyordu.

Muzaffer Arslan’ın aşağıda okuyacağınız hatıraları bir cihette kendi hayatı; bir cihette de nur hizmetlerinin Anadolu’daki büyüme, yayılma serüvenidir. Anlattıkları sadece bir kesittir, birkaç örnektir. Şayet bir gün Nurculuğun Anadolu’da yayılma serüveni yazılacaksa, bence temel kaynaklardan birisi Muzaffer Arslan olmalıdır. Hatıralar okununca görülecek ki şaşırtıcı bir hafızası var. İfade kabiliyeti çok mükemmel, ağır ağır fevkalâde fasih konuşuyor Muzaffer Ağabey.

“Kayda değer bir şey yok”

deyip beni hep atlatmıştı

1968 senesinde İzmir Patlıcancı yokuşunun sonunda bulunan, Mustafa Birlik Ağabeyin evinde yapılan mutad Salı derslerinden birine gitmiştim. Muzaffer Ağabeyi ilk defa orada görmüş, dinlemiş ve çok etkilenmiştim. O gün İhlâs Risâlesini açıklayarak okuduktan sonra, az sayıda bulunan cemaate şöyle bir soru sormuştu: “Neden Kur’ân’daki sûrenin birinin adı İhlâs?” Beklemeden kendisi cevap verdi: “Çünkü bu sûrede Allah (cc) sadece kendi sıfatlarını anlatıyor.”

Muzaffer Ağabeyle görüşmemiz kırk senedir devam ediyordu. Zannedilmesin ki bu hatıraları kolayca aldım kendisinden. Defalarca teşebbüsümden sonra, ancak 21 Nisan 2006’da İzmir Şirinyer’deki mütevazi evinde, bir büyüğümün de bulunduğu ve desteklediği bir ortamda nasip oldu. Bir de daha sonra evimdeki bir derse iştirak etti, orada da ilâve hatıralar aldık. Fakat hep perde arkasında kalmayı sevdiğinden ve fevkalâde mütevazi kişiliğinden dolayı, bu iş epeyce gecikmiş oldu. “Kayda değer bir şey yok” deyip beni hep atlatmıştı.

Bu kudsî hizmetin 1950 senesinden sonraki seyrini kısmen hülâsa eden veya perdeyi aralayan bu hatıraların merakla okunacağını tahmin ediyorum. Anlattıklarından çıkarılacak çok dersler var.

Velhâsıl: Muzaffer Ağabey, Anadolu’nun sinesine nur tohumlarını serpen çok kıymetli ağabeylerimizden biridir...

Risâle-i Nurları 1950’de İzmir’de tanıdım

* Risâle-i Nurları nasıl ve nerede tanıdınız?

-İzmir’de tanıdım. İzmir’e geliş sebebim şuydu: Sene 1950. Küçük biraderimin kaçıp buraya geldiğini haber aldım. O, buralarda bozulmasın diye İzmir’e geldim, biraderi buldum. Maksadım onu alıp memlekete geri götürmekti.. Baktım Halkapınar meyan fabrikasinda çalışıyor. Biraderle 15 gün beraber kaldık. Sonra o, Ankara Muhafiz Alayına asker oldu. Birader yakışıklı boylu-poslu idi. Tam o sırada Devlet Demir Yollarında çalışan dayım İzmir’e tayin olmuştu. Beni ikna etti; “Memlekete gidip de ne yapacaksın, gel Alsancak’taki yol atölyesine gir, beraber çalışalım” dedi. İşte bu şekilde İzmir’de kalmış olduk.

Basmane’de, Anafartalar Caddesinde bir ev tutmuştuk. Bir hafta sonuydu, Basmane’deki Çorakkapı Camii’nde ikindi namazını kıldım. Oradaki koca çınar ağaçlarının altında—karakola varmadan—bir kahve vardı. Orada bir çay içeyim dedim ve içeri girdim. Selâm verdim oturdum. “Merhaba genç, kimsin, necisin?” dedi birisi. Kimliğimizi, işimizi anlattık. “Bir tarikata mensup musun?” dediler. “Yok! Tarîkat-i Muhammediye’denim” dedim. “Nurcu filan mısın yoksa?” dedi. “Yok! Nurcu filan da değilim” dedim, soğukkanlılıkla. Fakat ilk defa duyduğum bir tabirdi, “tarikatı biliyoruz da, nedir bu nurculuk?” dedim. “Şarktan sürgün olarak gelen, Emirdağ’ında bir İslâm âlimi var. Meşrûtiyetten beri İslâmı savunmakla geçmiş ömrü. Mahkemelere verilmiş, sürgünlere gönderilmiş. İşte onun kitaplarını okuyanlara nurcu diyorlar” dedi. “Yok, alâkam yok” dedim. “Sen iyi bir gence benziyorsun, İzmir gibi bir yerde namazını kılabiliyorsun, hocalarla oturuyorsun; tavsiye ederim bu kitapları oku, çok istifade edersin” dedi.

* Bunu diyen zat kimdi, şimdi hatırlıyabiliyor musunuz?

-Evet. Bu zât, Cumaovası’ndan (şimdiki Menderes ilçesi) İmam-Hatip Ferdi Hoca idi. Allah rahmet etsin. “Bu kitapları nereden bulurum?” dedim. “Burada Abdurrahman Cerrahoğlu var, Basmane’de Anafartalar caddesinde, köşede kendisinin bir kitap dükkânı vardır. Benim selâmımı söyle. O, el altından bu kitapları satıyor, al oku” dedi. “Olur hocam” dedim. Ferdi Hocam devam etti: “Ben Emirdağ’ında Üstad’ı ziyaret ettim. Çok büyük bir âlim, çok lûgat biliyor... Bir çok müşküllerim vardı, ziyaret esnasında bunların hepsini cevaplandırdı” diyerek Üstad’ı çok övdü bana. Sonra dedi ki: “Benim Üstad’ı ziyaret sebebim şuydu: Bir rüya gördüm. Asrın bütün imamları toplanmış, onların üzerinde birisi vardı. Sordum, ‘Bu kimdir?’ ‘Bediüzzaman Said Nursî’ dediler. Ondan sonra ziyarete gittim ben.” İşte benim Ferdi Hoca vasıtasıyla Risâle-i Nur’larla ilk haberdar oluş tarzım böyle olmuştu.

İzmir’de ilk hizmetler

Oradan kalktım, Abdurrahman Cerrahoğlu Ağabeye gittim, tanıştık. O zaman daha Latin harflerle Risâle baskısı yoktu. Fakat ben Osmanlıca’da bilirdim, okur ve yazardım. Bana teksir bir kitap verdi, mürekkebi dağıtmış bir kitap. “Ciltli kitap yok mu Abdurrahman Ağabey?” dedim. “Kalmadı yakında gelecek” diye cevap verdi. Bir iki hafta sonra bütün külliyatı, ama ne varsa, müdafaalar dahil hepsini aldım. Müdafaalar da ciltliydi. Tek taraflı sayfa baskısı vardı o zaman. Hepsi Osmanlıca. Hutbe-i Şâmiye, Münâzarât da var içinde. Ben geldim eve; nedense Mektubât’tan başladım okumaya. O zaman Mektubat iki cilt. Üstad, hocalara Zülfikar’ı tavsiye edermiş, ama daha biz oraları bilmiyoruz ya. Mektubat’ı gözden geçirirken, 15. Mektup dikkatimi çekti. “Sahabeler hakkında görüşü nedir acaba, ehl-i sünnet’e uygun mu, değil mi?” diye baktım; tam ehl-i sünneti savunuyordu orada Üstad.

Bu arada ben, bir taraftan, Manisa’nın eski müftüsü Edipzade Ahmet Efendi’den sarf nahiv, yani Arapça çalışıyordum. Hafta sonları Kestanepazarı Camii’ne gidiyor, Arapça okutan hocaları dinliyordum. Her hafta sonu mutlaka Kestane Pazarı’na gidiyordum. Şaban Düz Hocayla da o zaman tanışmıştık, yakınlarda daha yeni vefat etti, Allah rahmet etsin. Hem Salih Efendiden, hem Ali Efendiden ders alıyor, hem de aşağıdakilere ders okutuyordu.

O sırada Eskişehir’den Ali Demirel tayin oldu İzmir’e. Derken arkasından Mehmet Akif Usanmaz tayin oldu. İkisi de astsubay. Mustafa Birlik o zaman askerde idi. Bu astsubaylar o zaman Eskişehir’de Üstad’ı ziyaret etmişler. Esnafımız yok, biz de yeniyiz. Ali Demirel’in evinde toplanmaya başladık. Bu arada Hüseyin Çağdır’la, Saim Atlıhan’la tanışmıştık.

(Kaynak: www.risale-inur.org)

—Devam edecek—

04.08.2007


“Bir inci” söz okuması ve elimde bir inci: Acizliğim…

“İşte ey mağrur nefsim” diyerek nefsimin gururunu kırıyordu eser, “Sen o seyyahsın” diyerek de “Misafir adam, beraberinde getirmediği şeye belini bağlamaz” hakikatini ihtar ediyordu faniliğime.

Şu dünya bir çölse, ihtiyaçlarımın da olduğu bir gerçekti hani. Bir de acizliğim, fakirliğim vardı, uzun zamandır kendime tam tamına veremediğim, yakıştıramadığım.

Evet acizliğim vardı bir elimde…

Birinci Söz, bir “inci söz” olarak gözümde derinliğini yeni yeni hissettiriyor. Bana acizliğimi haykırıyor; ama o seyyah—yani ben—ver(e)miyorum bir türlü acizliği, fakirliği kendime. “Ben”e veremiyordum ne hikmetse. Sonra yaşadığım bir hatıra, Birinci Söz’ün nasihatini tesir ettiriyor bana:

2006 yılının Ramazan Bayramının ikinci günüydü. Yalova’da ailemin yanındayken yakama yapışan bir olayla aydınlanmıştı doğrular gözümde. Üstadın; “Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı” dediğini hatırladım. O gün yaşadığım olay gözümün karası gibi önümü aydınlatan bir siyahlık olmuş, ‘bir musibet binlerce nasihatin yerini tutuvermişti.’

Evet, acizlik ve fakirliği kendime veremiyordum. Gardırobumdaki onlarca elbiseyle, hesap kartımdaki para ile ve kulağımdaki Mp3 ile hiç de fakir gibi görünmüyordum! Ve tattığım güzelliklerin ve mutlulukların kendi ellerimle gerçekleştiğini tevehhüm etmekle, kendimi hiç de aciz hissetmiyordum.

Ondandır ki Birinci Söz’ü okurken “Aczin, fakrın hadsizdir” sözü, bir kulağımdan girip, diğerinden çıkıveriyordu hemencecik. Kendi kendime “Hadi canım, ben miyim aciz olan? Ama hiç de aciz görünmüyorum baksana” der gibiydim.

Acizliği kendine ver(e)meyen ben, bir bayram günü Yalova’da ailemle beraber evde oturmuşken, saat 17:01, tahte’l-arz, yerin altında bir emir vuku buluyor: “Ey yer! Sarsıl” emrini duyan yer sarsılıyor, bir zelzele yaşanıyor. Ben beş katlı binanın dördüncü katındayım. Bina sarsılıyor. Ve işte şimdi; dolabın altında kalan Mp3’üm, elvedayı önce o diyor; elbiselerim gardıropla beraber yıkılıp beni bir anda yalnız ve yalın bırakıveriyor.

Eşya uzaklaşıyor benden, eşya ellerimin arasından kayıyor, kaydırılıyor. Ailem ve diğer yakınlarım hepsi gidecek gibi her an yerlerinden. Elveda seslerini işitiyorum bel bağladığım sevgililerden… Ne yakınlarıma bir faydam oluyor, ne elbiselerime, ne kendime... Ne de medet geliyor başka bir şeyden…

Ellerimden eşya kaydırılıyor birer birer. Ben acizliğe kayıyorum yavaş yavaş. Acizliğim okunuyor değil mi halimden? Acizlik dökülüyor şimdi dilimden. Ellerimin arasından akan bir su gibi, eşya faniliğe akıyor tenimin üzerinden.

Ve şimdi… Acizlik tutuyor birtek elimden. Kâdir’e yol açılıyor hemen. Ve sonra diğer arkadaşım, fakirliğim geliyor acizliğimin yanına. Rahîm’e rabt ediyor, Rahîm’e yol açılıyor fakirliğimden, aczim ve fakrım Kadir-i Rahîm’in dergâhında en makbul şefaatçi kılıyor beni. Ve sıyrılıyorum şimdi birer birer herşeyden. Şeylerin hepsinden, eşyadan arınıyorum, arındırılıyorum eşyanın faniliğinden…

Ve acizliğimi bilip, benliğimden sıyrılıp bir abd-i âciz olmam gerektiğini hissediyorum. Ve şimdi o sultanın ismini alarak, şakîlerden korunuyorum.

BirİNCİ Söz’ün incileri gözümde parıldıyor. Benlik kabuğunu kırıp acizlik-fakirlik incilerini buluyorum BirİNCİ Söz denizinden... Şimdilerde BirİNCİ sözü okurken bir “inci” bulmuş gibi heyecanlı ve canlı okumaya başlıyorum:

“İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın, şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın nihayetsizdir…”

BirİNCİ Söz, içinde incileri saklayan bir kabuk, kabukları saklayan bir deniz gibi… Ve acizlikle okunup incilerini saçmak istiyor. Bu inci söz, insana acizliliğini haykırıyor. İnsana acizliği yakıştırıyor. Bizi Kadîr’e yakınlaştırıyor. Bizi Rahmet’e yoldaş ediyor. Evet acizlik, insana ne kadar da yakışıyor. Elimizden akan eşya şimdi bir hizmetkâr gibi nasıl da ellerimizin altına yakınlaşıyor. Kadir-i Rahîm’in dergâhında acizlik, üzerimde güzel mi güzel duruyor.

BirİNCİ Söz, içinde inciler saklayan bir risâle. Bir başka inci yolculuğunda buluşmak arzusuyla, “âciz” kalın efendim Kadir-i Rahîm’in dergâhında…

İçinde hadsiz hayat dersleri barındıran Birinci Söz okumaları yapmayı diliyor, başka bir inci söz yolculuğunda “acz tezkeresini” Kadîr-i Rahîm’in dergâhına sunabilmeyi temenni ediyorum…

Cihan CAMBAZ

04.08.2007


Eşsiz şefkatin büyüsü

Bedir gazasından hemen sonraydı. Müşriklerin büyüklerinden Umeyr b. Vehb’in bir oğlu Bedir’de esir düşmüştü. Umeyr b. Vehb ile Safvan b. Ümeyye, Mekke’de bir kenara oturdular, Bedir ölüleri için dertleştiler.

Umeyr dedi ki:

“Borçlarım ve çocuklarım olmasaydı, esir oğlumu bahane ederek Medine’ye gider, Muhammed’i öldürürdüm.”

Safvan cevap verdi:

“Bu işi yaparsan borçlarını ben öderim, çocuklarına da bakarım.”

Umeyr de derhal:

“Tamam, öyleyse; bu iş aramızda kalsın! Ben gidiyorum” dedi ve kılıcını bileyip zehir sürdükten sonra yola çıktı.

Umeyr’in kılıcıyla mescidin kapısına geldiğini gören Hz. Ömer (ra) durumdan şüphelendi ve vaziyeti Peygamber Efendimize (asm) bildirdi. Peygamber Efendimiz (asm) de adamın, huzura getirilmesini emir buyurdu. Adam, kılıcının kayışından yakalandığı gibi Peygamber Efendimiz’in (asm) huzuruna getirildi.

Peygamber Efendimiz (asm) sordu:

“Mekke’den niçin geldin Ya Umeyr?”

Umeyr:

“Elinizdeki esir için geldim; ona iyi davranasınız” diye çınladı.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Öyleyse boynundaki bu kılıç ne oluyor?” buyurdu.

Umeyr:

“Allah kılıçların belâsını versin! Bize bir faydası mı var?” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki:

“Hayır! Bu kılıcın ne olduğunu ben sana söyleyeyim: Safvan’la Bedir ölüleri ve esirleri için Mekke’de dertleştiniz. Konuşup anlaştınız. Sözleştikten sonra kılıcını aldın, beni öldürmeye geldin. Fakat Allah’ı hesaba katmadın! Oysa ben Allah’ın Resûlüyüm.”

Umeyr tepeden tırnağa sarsılmış, tüyleri diken diken olmuştu. Safvan’la konuştuklarını ikisinden başka bilen yoktu çünkü. Nasıl olmuştu da, Hazret-i Muhammed (asm) bundan haberdar olmuştu.

Umeyr:

“Konuştuklarımızı, ben ve Safvan’dan başka kimse bilmiyordu. Allah’a yemin olsun ki, bunu sana bildiren Allah’tan başkası değil!” diye inledi.

Ardından Umeyr derinden derine düşündükten sonra kararını verdi.

“Ya Muhammed! Senin Allah’ın Resûlü olduğuna şahadet ederim.”

Umeyr Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz de (asm) Umeyr’in esirini salıverdi.

Süleyman KÖSMENE

04.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri