Her canlının bir sonu, o sonun da bir sonrası vardır.
Hilkatle kendisine bir ömür takdir edilen canlı, vakti geldiğinde yeşerir, hareketlenir, büyür, yetişir, meyve verir. Vadesi yetince de son tecellî eder ve sonrası başlar.
Hayatın o safhası için bitki tohum bırakır toprağa, hayvan yuvaya yavru. Bazı bitkiler her sene bir tek çekirdek verirken bazıları etrafa onlarca tohumu birden saçar. Aralarında toprağa kök salanlar ve yerine filizlerini bırakanlar da vardır.
Bazen kuytu bir köşede, ufacık bir çekirdeğin çimlenmesiyle canlanır hayat. Zamanla bir iken iki, iki iken dört olur. Bu sayı her mevsim katlanarak artar ve bir süre sonra ormanlaşır.
Etrafa tohum saçan renkli çiçekler, bir yerine on filiz bırakan otlar, toprağa kök salan koca ağaçlar ve benzer yollarla çoğalan bitkiler gibi hayvanlar da doğar, büyür, yetişir, ürer ve ölürler.
Onların da bazıları ancak birkaç yılda bir yavru verirken, bazıları her sene üç beşini birden doğurur. Yumurtalarla türeyenlerse folluklarını yumurtayla doldurup kuluçkaya yatarlar.
Onlar için yumurta sayısı bir de olsa fark etmez, on da. Vücut ısıları ile onları muayyen bir süre sardıktan sonra çatlayan yumurtalardan çıkan civcivlerini, kursaklarında sakladıkları yiyeceklerle beslerler, hayatlarını devam ettirecek seviyeye gelince de kendi hâllerine bırakırlar.
Büyüyüp gelişince onlar da hemcinsleri gibi hem hayatiyetlerini devam ettirirler, hem sayılarını arttırırlar ve sürüler hâline gelerek dünyanın dört bucağına dağılırlar.
Deprem, sel, yangın, taun gibi tabî âfetler veya beşerî felâketler sebebiyle zamanla bazılarının nesli tükense de kalanlar aynı yollarla çoğalırlar ve yeryüzünü nev’îleri ile ihyâ ederler.
Sonun sonrası, madde itibariyle insanlarda da bitkilerden ve hayvanlardan pek farklı değildir. Onlar da tayin edilen hayatı yaşarken kendilerini ömrün sonrasına hazırlarlar.
Gerçi zaman içinde çeşitli sebeplerle zürriyeti kesilip nesilleri tükenerek dünya hayatının ondan sonraki safhasını yaşayamayanlar veya niçin yaşadığının bile farkına varamayanlar da çıkar. Üstelik bunlar çoğu zaman ekseriyeti teşkil eder ama bu kemiyet, keyfiyetin ehemmiyetini azaltmaz.
Onun için insanî hasletlerinin farkında olanlar ve ahiretin varlığına inananlar yalnız kendi sonlarının sonrasını hazırlamakla kalmazlar, aynı hasleti başka insanlara da kazandırmaya çalışırlar.
Kimi insanla yapar bunu, kimi eserle. Kimi de hem insan, hem eserle. Ama hepsi ancak geleceğine yön verdikleri insanların kemiyeti ve keyfiyeti nisbetinde büyük insan addedilirler.
Bazı büyük insanlar, bu maksatla hem yuva kurup hayırlı evlâtlar yetiştirirler, hem de çeşitli eserler vererek geleceklerini şekillendirmeye çalışırlar. Öldükleri zaman eserleri de gelecekleri de evlâtlarına tevarüs eder.
Bazıları ise çeşitli eserler yazıp farklı fikirler ortaya atarak büyük dâvâlar teşekkül ettirirler. Hayatlarını dâvâlarına adayarak bir iken bin, fertken cemaat olurlar ve geleceklerini insanlığın geleceği hâline getirirler.
Bunlara en güzel örneklerden biri de Mevlânâ’dır.
***
“Öldüğüm gün tabutum götürülürken,
Bende bu dünya derdi var sanma.
Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret,
Güneşle aya gurubdan hiç ziyan gelir mi?
Toprağa konulduğumu sanıyorsun değil mi?
Benim ayağımın altında bu yedi gök vardır.”
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, böyle diyerek veda etmişti dünyaya. Geride kalanları o kadar düşünüyordu ki, hayattayken ölümünü bile ders vesilesi yapmış ve öldüğü zaman mâneviyât âleminde yaşayacağı hâlleri nazara vererek ölümün soğuk yüzünün gerisindeki sıcaklığı insanlara hissettirmeye çalışmıştı.
Bu gibi ifadelerle, dünyada iken kendisinin nasıl yaşadığını bilen ve örnek alan insanlara, öldüklerinde yaşayacakları mânevî hayat merhalelerini söyleyerek sesine kulak verenlerin kendilerini sonun sonrasına, yani ahirete hazırlayabilmeleri için sağlam bir zemin ihzar etmişti.
Bu zemini ilk şekillendiren kişi de oğlu Sultan Veled olmuştu. Babasının vefatından sonra yerini dolduracak bir kişi olmadığından, hem onun etrafında toplanan insanların dağılmaması, hem de başka yerlerde yaşayan muhibbanının istifade etmesi için onun hayat tarzını sistemli bir hâle getirmek istemişti.
Sultan Veled’in derleyip toparladığı yaşayış şekillerini ve irşat usûllerini, Ulu Ârif Çelebi dedesinin efkâr-ı âmmede bıraktığı cezbe ve heyecan unsurlarını da nazara alarak bir tarikat kurmuştu.
Konya’yı, dedesinin, isminden daha çok iştihar eder sıfatına izafeten Mevlevîlik adını verdiği tarikatın merkezi hâline getirmiş, tarikatın, zamanla aile çizgisinden sapmamasının yolunu da Çelebi unvanını verdiği postnişînliğin babadan oğula geçmesini sağlamakta bulmuştu.
Bir tarikatın sadece kurallarla, kaidelerle yaşayamayacağını düşünen Ârif Çelebi, onun mânevî bir cazibe merkezi hâline gelmesi için kendine has âdâb, erkân, töre ve âyinler ihdas etmişti.
Buna göre Mevlevîliğin temeli cezbe, aşk, edep, terbiye ve sema gibi manevî mertebeler hâlinde birbirini takip ederek tekâmülü tamamlayan his, haslet ve hareketlere dayanıyordu.
Hissin aklı aşmasının, gönlün iradeye yön vermesinin tezahürü olan cezbe sayesinde harekete geçen sevme hissi zaman içinde olgunlaşarak aşk hâlini alırdı. Önceleri mecazi mahbuplara hasredilen aşk hissi, edep ve haya gibi hasletlerle terbiye edilerek hakikî aşk mertebesine ulaştırılırdı.
Kâinatta tecellî eden ve Marifetullahın tezahürü olan güzelliklere bu nazarla bakarak Muhabbetullah mertebesine ulaşan ruh, mânen tatmin olarak coşkuyla harekete geçince bedeni de kontrol altına alırdı. Önceleri, herhangi bir âhenk unsuru ile sonraları ise ney, rebab, def, zurna, nekkâre, başarat gibi çalgılarla icra edilen fasıllarla harekete geçer ve sema başlardı.
‘İşitmek, dinlemek’ mânâlarının yanı sıra, gökyüzünü ve gezegenlerin hareketlerini de tedaî ettiren sema, tekâmülün zirvesini teşkil ettiğinden, korunması, çıkılmasından çok daha zor olan bir mertebe idi.
Diğer mertebelerden herhangi biri eksik bırakıldığı veya yeterince yaşanmadığı takdirde tekâmül silsilesi bozulacağı için ruh ile beden arasındaki insicam kaybolur ve sema yapılsa bile tekâmül olmazdı.
“Sema, âşıklarının canının rahat ettiği hâldir.
Bunu ancak, canın canı kendisinde olan bilir.”
Nitekim, semayı bu şekilde tarif eden Mevlânâ da onun zorluğuna dikkat çekmiş ve ancak ehli olan insanların yapması gerektiğini, o ahvâle âşinâ olmayanların semadan uzak durmaları gerektiğini hatırlatmıştı.
Zaten, Mevlânâ’dan çok daha önceleri sema eden Ruzbihan Baki’nin “Sema bütün ruhların madde yükünden kurtulup rahatlamasıdır. Sema insanın yeteneklerini heyecanlandıran gönül sırlarının uyandırıcısıdır. Yükselmemiş insan için sema fitnedir. Yükselmiş insan için ise ibadet... Maddesi ile canlı, gönlü ile ölü olanların sema dinlememeleri gerekir. Çünkü bu tehlikeli sonuçlar doğurur. Semada yüz bin haz vardır. Ve bu hazların her biri ile yüz bin yıllık marifet yolu aşılır ki bu hiçbir bilgi ve şeklî ibadetle nasip olmaz. Sema aşıklara uygun, sıradan insanlara haramdır” sözleriyle de ifade ettiği gibi ruhen olgunlaşmamış insanların sema yapmaları pek doğru değildi.
Sema hareketinde tecellî eden mânevî sırlara vakıf olmayan insanlar, sema yapmaya, yaptırmaya veya dinlemeye kalktıkları takdirde kendileri de, onları dinleyip seyredenler de zarar görürlerdi.
Mevlevîlik, tarihî fonksiyonunu icra ettiği ve semanın âdâbına uygun olarak yapıldığı zamanlarda Anadolu ve Rumeli başta olmak üzeri Suriye, Arabistan, Irak, Mısır gibi pek çok yere yayılan yüzden fazla Mevlevîhânede faaliyet göstermiş ve ferde de, cemiyete de büyük faydalar sağlamıştı.
Mensuplarının ve müdavimlerinin ekseriyetle vüzera, ulema, üdeba, paşa gibi havasstan meydana gelmesi ve bazı padişahlar tarafından himaye edilmesi bu tarikatı ahâli nezdinde de muteber bir hâle getirmiş, Mevlevîhânelerin yanında, münhasıran Mesnevî’nin okunduğu Mesnevîhâneler de açılmıştı.
Buralarda yapılan sema hareketleri ve Mesnevî sohbetleri çeşitli musıkî fasılları ve san’at faaliyetleri ile takviye edildiği için, Mevlevîhâneler birer san’at mektebi fonksiyonunu da icra etmişti.
Bu sayede resmen faaliyet gösterdiği altı asra yakın zaman içinde ve musıkî, hat, edebiyat, resim, raks ve benzeri san’at dallarının gelişmesine ve aralarında Dede Efendi, Itrî, Nef’i, Şeyh Galip, Arif Nihat gibi pek çok şairin, bestekârın ve san’atkârın yetişmesine de vesile olmuştu.
“Ben bir canım ama, yüz bin bedenim var.
Can da nedir, beden de ne? İkisi de benim herhalde,
Fakat bütün bunların içinde, ben olanı göremedim ben.”
Böyle diyen Mevlânâ’nın çokluğu ifade eden rakamlarla dile getirdiği kemiyet şartları tahakkuk etmiş ama bu kontrolsüz artış bazı sıkıntıları da beraberinde getirmişti ve Mevlânâ’nın, Rizbuhan’ın söyledikleri tehlikeler zuhur etmişti.
Her içtimâî harekette olduğu gibi Mevlevî tarikatına da zaman içinde zaaflarına mahkûm olan bazı insanlar girmiş, onların tarikat içinde temayüz etmeleri ve ehil olmadıkları hâlde sema yapmaya kalkmaları neticesinde Mevlevîlik aslî değerlerinden uzaklaşma sath-ı mâiline girmişti.
Osmanlı Devleti, Balkan Harbi’ne ve Birinci Dünya Harbine girince, devlet adamları ile yakın temasta bulunan Mevlevî postnişînler Mevlevî Alayları kurmuşlar ve aralarına katılan Kadirî Bölüğü ile birlikte cepheye gitmişlerdi.
Kurtuluş Savaşı sırasında, Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketlerini desteklemişler, işgalleri tel’in mitingleri yapmışlar, Büyük Millet Meclisi kurulunca maddî, mânevî yardımda bulunmuşlardı.
Cumhuriyetin ilânından sonra da devlet adamları ile yakın münasebetler kurmaya devam ettiren Mevlevî postnişînler, dinî değerleri hedef alan inkılâp hareketlerine de destek vermişlerdi.
Meselâ halifeliğin kaldırılması üzerine son postnişînlerden Abdülhalim Çelebi, Mustafa Kemal’e telgraf çekerek kutlarken, Veled Çelebi şapka inkılâbına destek vermiş, şapka ve Mustafa Kemal hakkında şiirler yazmıştı.
Bu teşvik ve destekler, 2 Eylül 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine diğer tekke, tarikat ve zaviyelerle birlikte Mevlevîlik de kaldırılmasına rağmen devam etmişti.
O sırada postnişîn olan Abdülhalim Çelebi de Mevlevîliğin tarihe karışmasına itiraz etmemiş, ama Mustafa Kemal’e müracaat ederek tarikata ait mal varlıklarının korunmasını, postnişînlerin de mağdur edilmemelerini istemişti.
Bunun üzerine bizzat paşanın emri ile Konya’daki Mevlevî Dergâhı müze hâline getirilerek varlığı korunmuş, postnişînlerin çoğu devlet dairelerine memur olarak tayin edilmişti.
Devlet, Mevlevîlik ilişkileri sonraki yıllarda da devam etmiş Mevlânâ’nın eserleri devlet eliyle Türkçe’ye bazı yabancı dillere tercüme ettirilmiş, Mevlânâ ölüm yıldönümlerinde Konya’da devlet tarafından çeşitli uluslar arası toplantılarla anılmış ve Mevlânâ’nın dünyada tanınması sağlanmıştı.
Son zamanlarda Mevlânâ adına kurulan dernekler ve vakıflar vasıtasıyla, onun adına yapılan kültür merkezlerinde tertip edilen Mevlânâ ihtifallerinde devlet ricalinin ve hükümet erkânının en üst seviyede temsil edilmesi de bu tarihî yakınlığın hâlâ devam ettiğini göstermektedir.
Fakat, dinî muhtevalı folklorik bir kültür faaliyeti olmaktan başka bir mânâ ifade etmeyen bu gösteriler, Mevlânâ’nın ve Ruzbihan’ın mezkûr endişelerini teyit etmektedir.
12.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|