“Adalet-i mahzâ ve siyasî ölçü” başlıklı yazı üzerine Mete B., “11 yıllık bir öğretmenim. Zaman zaman ayrı kalmama ve hatta uzaklaşmış olmama rağmen Risâle-i Nur’u ve Yeni Asya ekolünü çok seviyorum. Ne var ki, siyasî tartışmalar hizmete zarar veriyor. Bununla nereye varacağız; vardığımız noktada ne kazanacağız? Bırakalım, oyunu kim nereye verirse versin. Biz Risâle-i Nur’a dönelim…” şeklinde özetlenebilecek bir e-mail gönderdi.
Hizmete zarar veren siyasî duruş ve tartışma değil; tartışmanın üslûbu, tarafgirlik ve Risâle-i Nur’a göre değil; kendi kafa fenerimize göre hareket etmemizdir. Risâle-i Nur’a döndüğümüzde, “Bırakın, kim nasıl isterse öyle hizmet etsin, kime isterse oyunu versin!” şeklinde bir tavsiyeye asla rastlamayız.
Temel problemimiz; Kur’ân ile Sünnet’in çağımızdaki hizmet, içtimâî ve siyasî stratejisini bir müceddid olarak çizen Bediüzzaman’ı anlayamamaktan, Nur’lardan uzak kalmaktan kaynaklanmaktadır. Risâle-i Nur’a dönersek; şu soruların cevabını vermemiz gerekir:
Bediüzzaman; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar ve bunların bölümleri olan lâhikalarda, Münazaratta, Divan-ı Harb-i Örfî’de siyasî ölçüleri vermiyor mu; hizmet stratejisini çizmiyor mu? Üstad’ın ölçü ve prensiplerini anlatmayalım mı? Ve biz bu hakikatleri anlatıp-yazarken, kimi zaman gayet vahşice saldırıp, gaddarane tepki gösterip, siyasî görüşlerini savunanlara karşı, Risâle-i Nur’a sadakatle bağlanmayalım, sebat etmeyelim, sabır göstermeyelim mi?
Meseleye bu perspektiften baktığımızda, esas problemimiz, Risâle-i Nur’un iman, ihlâs, uhuvvet, hizmet, ittihat/birlik-beraberlik, sebat, sadakat, vefakârlık prensiplerini lâyıkıyla kavrayamamak ve uygulayamamak değil mi? Dolayısıyla tartışmalarımız ve davranışlarımız, bu hususların tezahür etmesinden ibarettir.
Eğer Risâle-i Nur’a dönersek; sıkıntıların bir kaynağının da, “zindan-ı atalete” düşüşümüzün ikinci sebebi olduğunu görürüz:
“Sonra müzahemetsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz, ‘Kûnû!’ (Allah için olunuz, Allah için çalışınız, Allah için gayret ediniz!) hakikatini o düşmana gönderiniz.”1
Ne var ki, kimi zamanı bunun yerini, “meylüttefevvuk” (üstün olma meyli) zapteder. Allah için değil de, “üstün olma meyli” ile hareket edersek, bütün çabamız boşa gidip, “zindan-ı atalete” düşmez miyiz? Hatta hizmete de zarar vermez miyiz? Peygamberimizin (asm) devdarlığı hizmetinin kendisine verilmesi için devesinin kolanını kesen sahabiyi düşününüz! Nerede ise, onu öldürecekti!
Aslında Kur’ân, iman hizmetlerinde müzaheme/birbirine zahmet verme yoktur, olmamalı. Çünkü, hizmet eden kendi imanına, Kur’ân’ına, dâvâsına çalışıyor; kendi görevini yapıyor; başkasına hizmet etmiyor! Eğer, “Kûnû lillah!” (Allah için olunuz!) hakikatince, Allah için çalışırsam, “Hedefe ulaştıran en büyük kuvvet, en kısa yol ihlâsı” yakalamaya çalışmam lâzım:
“Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer ‘Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim’ arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.
“Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân sûretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyât-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
“Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder/düşer. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz…”2
Dipnotlar:
1- Münazarat, s. 136.; 2- Lem’alar, s. 166-167.
11.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|