Günlük olaylar karşısında tavrını doğru belirlemeye çalışan insanlar, hayata ve varlığa yükledikleri anlam çerçevesinde şekillenmiş bir yol izlerler. Böyle bir durumda varlık âleminin bir yaratıcı ile bağlantısını kendi iç âlemimizde kurup kurmadığımıza göre temelden değişen bir algı şekli ve bu algı doğrultusunda ortaya konan tavırlar gözlenir. Bir tarafta, “Ben kaderci değilim”, “İnsan kendi kaderini, kendi belirler” şeklinde kulluk haddini çok aşan cüretkâr cümleler, diğer tarafta “Kaderim neyse o olacak, çırpınıp didinmenin anlamı yok” gibi Kadir-i Külli Şey’e dayanmak adına O’nun maddî âlemde koyduğu yasaları görmezden gelme ve hiçe sayma eğilimleri, insanoğlunun istikameti bulmakta yaşadığı sıkıntıları ortaya koyuyor.
Aslında hiçbir tavır, âlemin maddî gerçekliğini belirlemez, yaklaşım şekilleri ve tavırlardan etkilenen yalnızca ferdin kendi iç dünyası ya da enfüsî âlemidir. Kader, hükmünü icrâ ederken, sizin ona iman edip etmediğiniz işleyişi etkilemez.
Kadere iman enfüsîdir, ancak kaderin hükmünü icrâ edişi ferdin dışındadır. İster iman etsin, ister etmesin hep ve kesintisiz bir şekilde yürüyecektir. Âleme şekil veren, bizim arzu ve isteklerimiz, inançlarımız değildir. Ancak arzu ve isteklerimiz, inançlarımız ile şekillenen âlemin kendi âyinemizde yansıması üzerinde farazî ve itibarî bir tasarruf sergileyebiliriz. Milyarlarca yıldır işlediğine dair pek çok emareler gözlenmiş bir işleyişin, her şeyin hazırlığı tamamlandıktan sonra, ortalama altmış yıl müşahedeye dâvet edilen insanın ettiği boyundan büyük lâflar, ancak zaman ve mekân itibarı ile âlem içinde cirmini bilmemekten kaynaklanabilir. Kadere itiraz ettiğiniz anda bile, kaderin hükmünü icra ettiği garip bir düzen içinde yaşıyoruz. Bu noktadan bakıldığında insanın elinde fiilî ve kavlî duâdan başka hiçbir şey yok ve âlemde her şey ihtiyar, ıztırar ve istidatların şekillendirdiği duâlar üzerinde yürüyor.
“İnsan kendi kaderini kendisi belirler” diyen bir insanın her hangi bir azasında kanser oluşumunu engelleyebilmek elinde değildir. Ancak, yaratılış kanunları çerçevesinde bu durumu ortaya çıkarabilecek durumlardan uzak kalabilir. Bu, Yaratıcı’nın maddî âlemde koyduğu kurallara itaat anlamında fiilî bir duâdır ve en üst düzeyde yerine getirilmesi yine kuvvetli bir imanın gereği olarak algılanmalıdır. Şartları en iyi şekilde yerine getirdikten sonra ortaya çıkacak sonuç ne olursa olsun, rıza gösterebilmek gerçek tevekkül halini ifade ediyor olmalıdır.
Batı Medeniyetinin hayat algısı ile Müslüman dünyanın önemli bir çoğunluğunun hayata bakışı iki uç noktayı temsil eder gibidir. Bir yanda pozitivizm gibi felsefî akımların kazandırdığı cüret ile âlemi şekillendirdiğine ve tamamen kendi arzuları doğrultusunda şekillendirebileceğine inanan Batılı inanç sistemi, diğer yanda Yaratıcı’nın varlık lisanı ile ifade ettiği işleyiş hükümlerine uymadan sonuç bekleyen tembelcesine bir tevekkülü sergileyen Müslüman tipi. Her ikisi de Hazret-i Muhammed’in (asm) hayat tarzından ve varlık algısından uzak. Hizmette, gayrette ve çalışkanlıkta en önde, ücrette ve sonuç beklemekte en geri plânda bir davranış hem tevekkülü, hem de Muhammedî ahlâkı daha iyi temsil ediyor olmalıdır.
Dünyanın selâmeti ve istikameti açısından bu ahlâkı temsil eden davranışlar manzumesi, insanlığın tamamına teşmil edilmelidir. Her ferdin refahı için çalıştığı ve menfaat çatışmalarının sahnesi olmayan dünya, ancak bu şekilde ahlâklanmış insanların dünyası olabilir. İnsanlığın refahı ve mutluluğu arzu ediliyorsa ve her fert mutlu bir dünyada yaşamak istiyorsa ırk, din, kültür, coğrafya ayrımları bir tarafa bırakılmalı, kaderin önümüze çıkardıklarına rıza ile boyun eğilmeli ve hükümler doğru yorumlanmalıdır. İstikametli bir varlık algısı olmaksızın; güzel ahlâkın tam anlamı ile yerleşebilmesi ve gerçek refahın olduğu bir dünyanın kurulabilmesi mümkün gözükmemektedir. Vahye ve vahyin sağlam kaynaklarına dayanmadan da istikametli bir varlık algısı şu ana kadar oluşmamıştır ve bundan sonra da oluşacak gibi değildir. O halde gerçek insanlığı temsil eden ve bu anlamda bütün semâvî dinleri uhdesinde bulunduran ve bütün insanlığa muhatap alan İslâm, şahsîliklerden uzak bir zeminde insanlığın ortak sahiplendiği bir değer haline dönüştürülmelidir.
Dünya ve ahiret için gerçek mutluluğun imanda olduğunu açıkça gösterecek pek çok emâre gözler önündedir. Kader de, imanın birbirlerine sımsıkı bağlı ve birbirlerini tamamlayan rükünlerinden biridir.
06.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|