Mahmut Gökdaş’ın ikinci sorusu, “Şu anda yaşadığımız kuraklığın sebebi, bizlerin bu seçim atmosferinde Risâle-i Nur’u ikinci plana atıp, siyaseti birinci plana almamız değil mi? Üstad felâketleri; İslâmın yaşanmaması, Risâle-i Nur’un okunmamasına bağlıyor mu?” şeklindeydi.
Soru ve tespit doğru, hedef butlan, teşhis eksik. Musibetler yalnızca Risâle-i Nur’un ikinci plana atılması ile değil; aynı zamanda Kur’ân ile Sünnet’ten çıkardığı prensiplere aykırı siyasî/içtimâî tercihin yapılmasıyla da gelir!
Evet, ülkemiz de sıcaktan kavruluyor! Ankara’nın suyu bitmiş (kesintiler başlamış), İstanbul’un 3,5 aylık suyu kalmış. Susuzluk, sosyal sıkıntılar ve başka felâketleri de getiririr…
Şüphesiz musibetle gelen ikazların bir dili vardır ve Türkçe’ye tercüme etmemiz gerekir. Önce Bediüzzaman’ın musibetlerle ilgili teşhis ve tesbitlerinden bir ikisini ortaya koyalım: Musibet-i âmme/genel felâket, ekseriyetin hatasına terettüp eder.1
“Bâzı eşhâsın hatâsından gelen bu musîbet, bir derece memlekette umumî (genel) şekle girmesinin sebebi nedir?”
“Umûmî musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir.”2
Şimdi soru ile musibeti telif edelim: AKP haklıydı deyip, çoğunluk orada toplandığına göre; musibetin def edilmesi gerekirdi! Eğer, hem çoğunluk orada, hem de musibet genel olursa, ortada bir çelişki yok mu? Aslında, musibetin baş müsebbibinin Nur Talebeleri olduğunu düşünüyorum:
Gemideki yolcuları düşününüz: İstedikleri gibi baş başa verip sohbet eder, gezer, oynar, eğlenir, kamarasında uyurlar, v.s. Ama, kaptan, personel, tayfalar asla!.. Biri, işini bir an bıraksa, geminin çarpması, karaya oturması, batması kaçınılmaz değil mi! Üstad’ı dinleyelim:
“İşte, ey Risâle-i Nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.”3
Haber kaynağı sihirleyici televizyon, eyyamcı medya olan halka bir sözümüz olamaz! Dilimiz döndüğünce Risâle-i Nur’un ölçülerini, prensiplerini anlatmaya, hayata geçirmeye çalıştık. Ne var ki, milletin değerleriyle ters düşen, 28 Şubat’ın mimarları ve kotarıcıları, yasakları savunan jakoben laik çevreler, gazeteler, televizyonlar, köşe yazarları, yorumcular, anketler, internet siteleri, ajanslar ve bütün kitle iletişim vasıtaları, kısaca sistem de bu iktidara çalıştı! Burada bir terslik, bir çarpıklık yok muydu? Risâle-i Nur gibi bir kaynaktan beslenenler, kurulan tuzakları fark edip mânen bozmalıydı! Zira, “ehli-i imanı sahil-i selâmete çıkaracak gemide çalışan hademelerdir!”
İslâm ülkesi Afganistan ve Irak’ı işgal edip Müslümanların başına bomba yağdıran; tezkere reddedilince hava sahasının açıldığı Bush yönetiminin inanılmaz decedeki desteğini nasıl fark edemedik? Rabbimizden niyazımız; bunun faturasını ağır musibetlerle ödetmemesidir!
Bediüzzaman’ın, “Ben ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz yaşayamam!” sözünü sık sık vurguluyoruz. Buna göre, birinci plana manevî hayat, hak ve hürriyetler alınmalı; ekonomi değil! Ne yazık ki, “Bizi ev sahibi yaptı, hastane, postane işlerimizi kolaylaştırdı, v.s…” diyerek ekonomik başarı ve istikrar getirdiğinden taltif edildi; yoksa yasakları kaldırmak için çalıştığından değil! Şimdi ehl-i insaf ve vicdana okkalı bir soru:
Hanımı başörtülü, babası sakallı olmasına rağmen; Gül’ün cumburbaşkanlığı için Meclis’e girmeyen Ağar’a tepki gösterenler; milyonlarca insanı mağdur eden başörtüsü yasağı, Kur’ân okuma yaşı yasağı ve katsayı adaletsizliğinin kaldırılması için mücadele vermeyen, hatta, “Söz bile vermedim, bunu kimse ispat edemez!” diye meydanlarda nutuk atanlara da tepki göstermeli değil miydi? Ağar bir tepkiye lâyıksa, iktidar yüzüne lâyık değil miydi? Nerede başörtüsü yasağının kaldırılması için protesto yağdırıp meydanları inleten, hak ve hürriyetler zinciri oluşturan başörtülüler? Yorgan gitti, kavga bitti; iktidar geldi, mücadele bitti mi? Bu, “Doğruluğun, yani dürüstlüğün siyasî hayatta ölmesi” değilse nedir? Umarız bunun da faturası musibetlerle ödetilmez! Aslında dünyaya, ekonomiye, yemeye-içmeye teşvike gerek yok. Zira, herkes bunları otomatikman yapar. Bediüzzaman’ı takip edelim:
“Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki, fakr-ı hâle düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hâle düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir.
“Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbap (sebepler) çoktur. Başta nefis ve hevâsı (arzuları) ve ihtiyaç ve havassı (duyguları) ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri (çağırıcıları) var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye dâvet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten (yüksek, yüce gayretten) dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye (sonsuz hayata) dâvet eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun!”4
Bu dehşetli ikazı iliklerimize kadar hissedip şu cümleyi zihin ve kalbimize kazımalıyız: “Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun!”5
Şimdi düşünme zamanı: Kâinatta fıtrî adalet geçerli. Çocuk kelebeği öldürür, düşer başı yarılır, cezasını çeker. Alkollü içkinin cezası peşindir: Ya aklı iptal eder, ya kazalara sebep olur veya çeşitli hastalıklar doğurur v.s. Acaba, beş yıl boyunca yasaklar konusunda girişimde bulunmayan; hatta söz bile vermeyenleri taltif etmemizin ceza-yı sezâsı ne olacaktır?
Oylar verildi; lambalar yakıldı; tatile, eğlenceye çıkıldı! Unutmayalım ki, Osmanlı’da Lâle Devri (1718-1730); zahiren imarın, yükselmenin, gelişmenin, ihtişamın, debdebenin, eğlencenin, hatta gününü gün etmenin adıdır. Ne var ki, tefessühün ve çürümüşlüğün tezâhürü idi! Ve yine unutmayalım—Türkiye Deprem Vakfı’nın verdiği bilgiye göre—diğer âfet, musibetler, başka iller hariç, yalnızca İstanbul’da 1719, 1754, 1766 ve 1894 yıllarında âletsel büyüklüğü tahmini 7 şiddetinde 4 büyük deprem meydana gelmiş… Ve binlerce ölüm, müthiş yıkıntılar olmuştu! Üstelik, o devrin padişahları sakallı, sarıklı; hanımları baştan ayağa başörtülü; mütesettire idi! Allah hepimizi musibetlerle fatura ödemekten muhafaza eylesin! Selâmlar.
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 458.; 2- Sözler, s. 158.; 3- Lem’alar, s. 165.; 4- Mesnevî-i Nuriye, s. 135.; 5- Mektûbât, s. 458.
31.07.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|