Akreple yelkovan dönerken zamanın çemberinde, iki kapılı bir hânın uzun ince yolunda bitmez menziller. Evet yol uzundur, incedir; ama insanın alnında yazılı kaçınılmaz gerçektir. Yol birdir hep; nereye gideceği, hangi durakta son bulacağı belli; ama menziller farklı farklıdır. O menziller ki, yol demişiz her birine biz fâniler. Ve yürümüşüz; hep yürümüşüz… Yollara düşüp yol aramışız. Hatıralarımızı yerden kaldırıp kucaklayarak, bir yola atılmışız yeri geldiğinde… Yeri geldiğinde, bir yolunu bulup hâtıraları hiçe sayarak belirsiz ufuklara yol almışız.
Şüphesiz insanoğlu var oldukça ve zaman denen çember dönüp de insanı yürüttükçe, yol mefhumu olacaktır. Öyle ki, hayatımızın her karesinde yer alır bu tek heceli tılsımlı kelime. Neler olmaz ki… Gurbet olup hasret acısıyla bir kelime hâlinde tecelli eden yola türkü yakılır, şiir yazılır ve hatta resimler yapılır, ki yol ile düğümlü yazgımızın ortaya çıkmasıyla, hemen her şey bir şekilde yol bularak yol olmuştur artık hayatımızda.
Anlayacağınız, kimi zaman korkulu, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman da belli belirsiz menzillere doğru uzanan yollarda yürüyen insan, temelde hayatını üzerinde kuracağı hakikatin peşinden giden bir çelebidir bu dünyada. Söz gelimi, Mevlânâ sema ederek, Yunus Emre dağlar ile taşlar ile çağırarak nasıl yürüdüyse sonsuzluğa uzanan yollarda, hemen hepimiz de bir şekilde sonsuzluğun bir güneş gibi parladığı ufkun yollarında yürüyoruz. Öyle bir döngü ki bu, ayrılıkla vuslatı içi içe yanımızda taşıyarak bizim için tayin edilmiş nihaî noktaya doğru yolculuk ediyoruz.
Şöyle dikkatli bir nazarla serencamımıza eğildiğimizde, hemen her yanımızı yol(culuk) denen mefhumun kuşattığını görürüz. Ve bilerek ya da bilmeyerek, biz yol alırken her dâim yürümekle mecbur olduğumuz yolda, attığımız her adım arzu edelim ya da etmeyelim, “İster yürü, ister bekle/İster çıkart, ister ekle/´Geç kaldım´ diye gam çekme/Her varış ecele doğru (A.Karakoç)” hakikatine yürürüz. O hâlde uzayan yollar çeşit çeşit anlamlara sürükler insanı. Öyle ki, hayatın sırrına erdirmek için uzanır ecel cellâdına kadar. Sonrası kabre doğru yolculuktur işte. Ve ötesi Berzah yolu ki, menzil-i maksut denen nihaî nokta da ya nar ya da nur yoludur.
Elbette hakikate varmada çeşit çeşit yol vardır. Ancak esas olan şu ki, insanı kendine götürmeli her yol. Meselâ Yunus Emre gelmeler ve gitmelerin bir türlü dinmediği ezelden ebede doğru yolculukta biçare Yunus iken, buğday alma amacıyla yola düştükten sonra önce Hacı Bektaş’a yolu düşmüş ve daha sonra Tapduk Emre’de yolunun düğümü çözülmüş, en sonunda Derviş Yunus oluvermiştir. Aynı şekilde, zamanın sayılı âlimlerinden ders aldığı hâlde bir türlü içindeki ilâhî neş’eyi bulamayan Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin yolu Şems-i Tebrizî ile kesişmiş, Divan-ı Kebir’indeki şiirlerinde geçirdiği ateş yolculuğu misali, âdeta bir ateş çemberinden yolu geçtikten sonra Mesnevî’de yolunu bulup karar kılmıştır. Bunun yanında, Leyla’nın aşkından yolu çöllere düşen Kays, içindeki aşkı dembedem ilâhî mecraya çeviren yollardan geçtikten sonra, artık Mecnun olmuştur.
Bütün bu örnekler gösteriyor ki; hemen bütün hakikat yolcuları, alegorik(soyut) bir Mesnevî olan Hüsn-ü Aşk’ta olduğu gibi, yolculuğa çıkan “Aşk” misali her türlü zahmetli iç ve dış yolculuktan sonra “Hüsün(Güzellik-Hakikat)”le karşılaşıp da mahiyetlerini kavrayınca, esasında kendilerine doğru bir yolculuk yaptıklarını anlamışlardır. O hâlde her insanın da, maddî-manevî, düştüğü yol kendisini kâmil insan amacına ulaştırabilmeli…
28.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|