Küremiz ısınıyor, buzullar eriyor. Afrika sıcakları gidiyor, Basra sıcakları geliyor. “Kavruluyoruz” şeklinde yakınmalar işitiyoruz. Ama ısınan ve kavrulan sadece tenimiz oluyor. Kalpler katılaşmış, gönüller donmuş, ruhlar buz tutmuş. Kutupların ve Himalaya’ların buzullarını eriten sıcaklıklar, ruhlardaki ve gönüllerdeki buzulları bir türlü eritemiyor. Kalpleri yumuşatamıyor. Dışımız güneşin dik gelen ışınlarıyla yanma noktasına kadar ısınırken, içimizin ısısı donma noktasında bulunuyor. Ruhumuz hem soğuk, hem karanlık.
Husûmet rüzgârları öyle sert esiyor ki, kalpler kaskatı kesiliyor, merhamet ve şefkat gibi duygular donuyor. Kâinatın en tatlı meyvesi olan insan, bir başka insan tarafından dalından kopartılıp yere atılıyor. Hatta canlı bomba olup hem kendini, hem diğer meyveleri telef eden acı ve acımasız meyveler çıkıyor. Bir insan, kendisi gibi düşünen, konuşan, yürüyen ve koşan başka bir insanı ortadan kaldırmak için en vahşî yöntemlerle cinayetler işleyebiliyor. Bedenine bağladığı patlayıcılarla bir topluluk içine dalıp, kendisini parçalarken, kaç kişiyi daha parçalayabilirim diye hesaplar yapabiliyor.
Nefret fırtınaları öyle şiddetli esiyor ki, gönüllerdeki sevgi kıvılcımlarını söndürüyor, merhamet duygularını öldürüyor, şefkat güllerini solduruyor. Muhabbet yollarına husûmet mayınları döşeniyor. Sonra da ihanet sinyalleri ile patlatılan mayınlar masum bedenleri parçalarken, mahzun gönülleri de harabeye çeviriyor. İki kardeşten biri kardeş kanı dökmek için yollara tuzaklar kurarken, diğeri hain tuzakları bozmak için dağlara pusu atıyor. Halbu ki Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “Her ikinizin Hâlıkınız bir, Malikiniz bir, Mabudunuz bir, Razıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir bir” Öyleyse ne oluyor da birbirinizi yok etmek için yollara tuzaklar kurup pusular atıyorsunuz?
Küremiz ısınıyor, ısınan küremizin en sıcak coğrafyasında ise, kalpler buz kesiyor, sevgi, şefkat, merhamet gibi duygular yok oluyor, akan kanlar karşısında insanın kanı donuyor. Irak’ta patlayan bombalar, hergün yüzlerce insanın bedenini de havaya uçuruyor. Bir Şiî camisinde ibadet eden insanlar da Allah’a secde ediyor, Sünnî camisindeki insanlar da. Ama her iki cami de kendilerine “Müslüman” diyen insanlar tarafından bombalanıyor. Ölen de, öldüren de bunu Allah için yaptığını söyleyebiliyor. Sanki İslâmiyetten önceki cehalet devri geri gelmiş gibi, vahşet ve dehşet sahneleri yaşanıyor.
İslâmiyetten önceki Arap kabîlelerinde de Recep ayının bir kudsiyeti varmış. Bu ay girdiğinde, kabîleler arasındaki savaşlara son verilir, herkes kan dökmekten kaçınırmış. Bugün ise, en mukaddes zamanlarda ve zeminlerde bile insanlar birbirlerini katletmeye devam ediyorlar. Demek ki bugünkü sözde medenîler, câhiliye devrindeki bedevîlerden daha bedevî bir seviyede bulunuyorlar.
Ey üç ayların nurlu kandilleri! İmdadımıza yetişin. Kararan ruhlarımızın nura, bedbaht kalplerimizin huzura ihtiyacı var. Isıtın yüreklerimizi, ışıtın gönüllerimizi. “Karanlık gecelerin sabahı yakın olurmuş” Gecelerimiz çok karardı. Bir fecr-i sâdık bekliyoruz.
İç dünyamızı ısıtmak ve aydınlatmak için güneşin bilmem kaç bin derece olan ısısı bile yetmez. Ama bir “kandil”in sıcaklığı ve ışığı, iç dünyamızı ısıtmaya ve ışıtmaya kâfi gelir. Zira kandilin ısısı ve ışığı “nar”dan değil, “nur”dandır. Nur ise, hem ruhumuzu, hem kalbimizi, hem gönlümüzü hem ısıtır, hem de ışıtır. Onun için kandillerin nuruna çok ihtiyacımız var.
Rabbimin inayet ve keremi ile, kandillerle donatılmış bir üç aylara daha kavuşmuş bulunuyoruz. Regaip gitti, Mi’raç geliyor. Arkasından af ve mağfiret huzmeleri ile Berat tulû edecek. Her kandil, ruhumuza yeni ayrı bir sürur ve nur taşıyor.
Şükür kavuşturana diyor, bütün mü’minlerin kandillerin nurundan tam istifade etmesini diliyorum.
25.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|