Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdil YILDIRIM

Isıt bizi, ışıt bizi



Küremiz ısınıyor, buzullar eriyor. Afrika sıcakları gidiyor, Basra sıcakları geliyor. “Kavruluyoruz” şeklinde yakınmalar işitiyoruz. Ama ısınan ve kavrulan sadece tenimiz oluyor. Kalpler katılaşmış, gönüller donmuş, ruhlar buz tutmuş. Kutupların ve Himalaya’ların buzullarını eriten sıcaklıklar, ruhlardaki ve gönüllerdeki buzulları bir türlü eritemiyor. Kalpleri yumuşatamıyor. Dışımız güneşin dik gelen ışınlarıyla yanma noktasına kadar ısınırken, içimizin ısısı donma noktasında bulunuyor. Ruhumuz hem soğuk, hem karanlık.

Husûmet rüzgârları öyle sert esiyor ki, kalpler kaskatı kesiliyor, merhamet ve şefkat gibi duygular donuyor. Kâinatın en tatlı meyvesi olan insan, bir başka insan tarafından dalından kopartılıp yere atılıyor. Hatta canlı bomba olup hem kendini, hem diğer meyveleri telef eden acı ve acımasız meyveler çıkıyor. Bir insan, kendisi gibi düşünen, konuşan, yürüyen ve koşan başka bir insanı ortadan kaldırmak için en vahşî yöntemlerle cinayetler işleyebiliyor. Bedenine bağladığı patlayıcılarla bir topluluk içine dalıp, kendisini parçalarken, kaç kişiyi daha parçalayabilirim diye hesaplar yapabiliyor.

Nefret fırtınaları öyle şiddetli esiyor ki, gönüllerdeki sevgi kıvılcımlarını söndürüyor, merhamet duygularını öldürüyor, şefkat güllerini solduruyor. Muhabbet yollarına husûmet mayınları döşeniyor. Sonra da ihanet sinyalleri ile patlatılan mayınlar masum bedenleri parçalarken, mahzun gönülleri de harabeye çeviriyor. İki kardeşten biri kardeş kanı dökmek için yollara tuzaklar kurarken, diğeri hain tuzakları bozmak için dağlara pusu atıyor. Halbu ki Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “Her ikinizin Hâlıkınız bir, Malikiniz bir, Mabudunuz bir, Razıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir bir” Öyleyse ne oluyor da birbirinizi yok etmek için yollara tuzaklar kurup pusular atıyorsunuz?

Küremiz ısınıyor, ısınan küremizin en sıcak coğrafyasında ise, kalpler buz kesiyor, sevgi, şefkat, merhamet gibi duygular yok oluyor, akan kanlar karşısında insanın kanı donuyor. Irak’ta patlayan bombalar, hergün yüzlerce insanın bedenini de havaya uçuruyor. Bir Şiî camisinde ibadet eden insanlar da Allah’a secde ediyor, Sünnî camisindeki insanlar da. Ama her iki cami de kendilerine “Müslüman” diyen insanlar tarafından bombalanıyor. Ölen de, öldüren de bunu Allah için yaptığını söyleyebiliyor. Sanki İslâmiyetten önceki cehalet devri geri gelmiş gibi, vahşet ve dehşet sahneleri yaşanıyor.

İslâmiyetten önceki Arap kabîlelerinde de Recep ayının bir kudsiyeti varmış. Bu ay girdiğinde, kabîleler arasındaki savaşlara son verilir, herkes kan dökmekten kaçınırmış. Bugün ise, en mukaddes zamanlarda ve zeminlerde bile insanlar birbirlerini katletmeye devam ediyorlar. Demek ki bugünkü sözde medenîler, câhiliye devrindeki bedevîlerden daha bedevî bir seviyede bulunuyorlar.

Ey üç ayların nurlu kandilleri! İmdadımıza yetişin. Kararan ruhlarımızın nura, bedbaht kalplerimizin huzura ihtiyacı var. Isıtın yüreklerimizi, ışıtın gönüllerimizi. “Karanlık gecelerin sabahı yakın olurmuş” Gecelerimiz çok karardı. Bir fecr-i sâdık bekliyoruz.

İç dünyamızı ısıtmak ve aydınlatmak için güneşin bilmem kaç bin derece olan ısısı bile yetmez. Ama bir “kandil”in sıcaklığı ve ışığı, iç dünyamızı ısıtmaya ve ışıtmaya kâfi gelir. Zira kandilin ısısı ve ışığı “nar”dan değil, “nur”dandır. Nur ise, hem ruhumuzu, hem kalbimizi, hem gönlümüzü hem ısıtır, hem de ışıtır. Onun için kandillerin nuruna çok ihtiyacımız var.

Rabbimin inayet ve keremi ile, kandillerle donatılmış bir üç aylara daha kavuşmuş bulunuyoruz. Regaip gitti, Mi’raç geliyor. Arkasından af ve mağfiret huzmeleri ile Berat tulû edecek. Her kandil, ruhumuza yeni ayrı bir sürur ve nur taşıyor.

Şükür kavuşturana diyor, bütün mü’minlerin kandillerin nurundan tam istifade etmesini diliyorum.

25.07.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Dünyaya açılan menfezler



İnsan, yaratılışı îtibariyle yüzü dünyaya dönük, kesrete müptelâ ve çok kompleks bir yapıya sahip ilginç bir varlıktır.

Semâvî dinler, insanın yüzünü dünyadan âhirete, kesretten vahdete çeviren ve hem dünya, hem de âhiret saadetini temin eden kudsî mesajlardır.

Yüz yirmi dört binden fazla gönderilen peygamberler de, içinden çıktıkları ümmetlerin ve kavimlerin maddî ve manevî rehberleri, imamları ve önderleridir.

Son peygamber olan Hazret-i Muhammed (asm), bütün insanlığa yol gösterici olarak gönderilmiştir. Kur’ân lisanıyla dünya ve âhiretin hakikatlerini îzah ediyor ve mutlu olmanın ve ebedî saadeti elde etmenin yolunu tarif ediyor. Onun getirdiği İslâm dininin kurallarına itaat etmek, her iki cihanın saadetini temin etmeye vesile olduğu tarihin tasdikindedir.

Son devrin ve âhirzamanın tehlikelerinden ümmetini sakındıran Sevgili Peygamberimiz (asm), o zamanın fitnelerinden ve o fitneleri ateşleyen dehşetli şahısların şerlerinden Allah’a sığınmamızı emrediyor.

Dinde reform, Rönesans, Aydınlanma ve Sanayi Toplumunu da geride bırakarak bilgi toplumuna geçen Batı Medeniyeti ve insanı, semavî dinlere sırtını döndüğü ve dinden nasibi olmayan felsefeyi esas aldığı için fenâlıkları iyiliklerine galebe çalmış ve insanlarını sefih ve ahlâksız yapmıştır. Hayatın bütün gayesini, insanların nefsânî ve şehevânî arzularını tatmin olarak göstermiştir. Ölüm ötesini hayal ve masal olarak telkin ettiği için, fıtratında ebedî yaşamak hissi bulunan insanları hayal kırıklığına uğratmış ve mutsuz etmiştir. Maddî anlamda her şeyi olan ve sigortalarla hayatı garanti altına alınan Batı insanının yine de mutsuz olması buna delildir.

Batı toplumlarından bütün dünyaya yayılan ve sekülerizm olarak bilinen bir dünyevîleşme hastalığı, kısmen de olsa İslâm toplumlarını da etkiledi. Şeklen Müslüman, fakat içi boşaltılmış bir dindarlık anlayışı, bir hayat tarzı olarak sunulmaya çalışılıyor. Hassasiyetler kırılıyor. Kırmızı çizgiler ortadan kalkıyor. Dünyevîleşen ve ticarîleşen bir kısım dindar kitleler, paranın ve makamın verdiği sihirli güçle ehl-i dünyaya özeniyor. Onun gibi olmaya, onun gibi yaşamaya çalışıyor. İnandığı gibi yaşayamaz hale geldiği zaman, yaşadığı gibi inanmaya başlıyor. Dinin en hassas konularında kırılmalar yaşadığı halde, yaşadığı tarzı içselleştirip savunmaya çalışıyor. Böyle olmak ve böyle yapmak durumundayız, diyor. Günah olan işleri tevil etme gayretine düşüyor. Her halde en tehlikeli olan taraf da bu olsa gerek.

Bahsedilen dehşetli durumu bir asır öncesinden gören Bediüzzaman Hazretleri şu îkazı yapıyor: “Ey uykuda iken kendini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalâlete düşer boğulursunuz.” (Mesnevî-i Nûriye, s.115)

Asrımız insanı, yaşanan olayların fazlalığı ve iletişim araçlarının hızlılığı yüzünden ruhunu sersem, aklını geveze ve kalbini ifsat etmiştir. Dünya ve içindeki olaylar lüzumundan fazla öne çıkmış, âhirete âit işler ikinci, üçüncü, dördüncü dereceye düşmüştür. Her an basit bir sebeple dünyasını değiştirmeye namzet olan insanlar, bu dünyayı temelli kalınacak bir yermiş gibi sahiplenip sarılıyorlar. Gaflet duygusu alabildiğine kalınlaşmış ve katlanmıştır.

“Küre-i arzı bir köy şekline getiren şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lûtfuna mazhar olanlara müyesser olur” diyen Bediüzzaman ne kadar haklı!

Evet, dünyayı biz yönetmiyoruz. Her şey zâhiri sebepler altında Allah’ın idâresiyle oluyor. Mevlâ neylerse güzel eyler. Ebedî hayata hizmet ise, vazifelerin en güzeli ve en mukaddesidir. Teslim, tevekkül de iki cihan saadetine vesiledir.

25.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Muhtıra ve Dolmabahçe



AKP’nin seçimde aldığı sonuç için içeride ve dışarıda yapılan yorumlarda, “27 Nisan muhtırasına tepki” değerlendirmesi öne çıkıyor.

Erdoğan’ın kendisi de seçim gecesi yaptığı konuşmada sonucu “cumhurbaşkanı seçiminde yaşananlara gösterilen millî refleks” olarak yorumlamak suretiyle bu görüşü seslendirdi.

MHP lideri Bahçeli de “Meclis iradesine yönelik dışarıdan yapılan dayatma ve zorlamaların toplumda kabul görmediği ve iktidar partisine hak etmediği bir desteği sağladığı anlaşılıyor” diyerek, aynı tesbiti tersinden dile getirdi.

Gerçek şu ki, Genelkurmay’ın e-muhtırası ve Anayasa Mahkemesinin 367 kararı, AKP’nin oylarını bu derece yükselten faktörlerin başında geliyor.

Yani, millet “mağdur” edildiğini düşündüğü iktidar partisine desteğini oylarıyla bu şekilde ortaya koydu.

Ve AKP de “mağduriyet” pozisyonunu çok iyi kullandı. Yürüttüğü “Dindar cumhurbaşkanı seçtirmediler” kampanyasıyla da bu başarılı neticeyi aldı.

Bu kampanyanın AKP’yi güç odakları nezdinde zora sokmaması için de Gül, Hürriyet’in manşetten verdiği “Ben çıkıp nasıl dindar cumhurbaşkanıyım diyebilirim? Kendi günahlarım gözümün önünden geçer. Cumhurbaşkanlığı için böyle bir kriter olamaz” açıklamaları yaptı.

“Türban daha modern olabilir. Seçilseydim benim de, eşimin de farklı bir üslûbu olacaktı” sözlerini de bu beyanlarının içine sıkıştırdı (29.5.07)

Bu sözlerle, statükodan gelmesi muhtemel bir tepki ve sıkıntının bertaraf edilmesi amaçlanırken, “Dindar cumhurbaşkanı seçtirmediler” kampanyası halk arasında tamgaz sürdürüldü.

Bu ikili tavır arasındaki tutarsızlığı sezemeyen halk, AKP’nin beş yıllık iktidarında artarak devam eden kendi mağduriyetlerini “unutarak,” mağdur duruma düşürüldüğüne inandığı bu partiyi destekledi.

Aslında “mağdur ederek kazandırma” stratejisi, Türkiye’de eskiden beri kullanılan ve işe de yarayan bir taktik. 1983 seçimi öncesinde Evren’in Özal’ı suçlayan konuşmasıyla ANAP’a tek başına iktidarı kazandırması ve 28 Şubat sürecinde Erdoğan’a çıkarılan akıl almaz yargı engelleriyle AKP’nin yelkenlerinin şişirilmesine katkıda bulunulması, bunun çok tipik örnekleri.

Şu anda karşı karşıya olduğumuz durumun, şimdilik pek konuşulmayan ilginç bir boyutu daha var: 27 Nisan bildirisi görünüşte AKP’yi mağdur etti; ama bilâhare Dolmabahçe’de gerçekleşen görüşme Erdoğan’a yeni bir rota çizdi.

AKP’de millî görüş kökenli veya cemaat bağlantılı isimlerin büyük kısmının tasfiye edildiği milletvekili aday listeleri o görüşmeden sonra hazırlandı. Erdoğan’ın, uğruna hararetli kampanyalar yürütülen Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığının geri çekilmesiyle sonuçlanması kuvvetle muhtemel “uzlaşma” mesajları da keza.

Dolmabahçe randevusunun ardından Erdoğan’ın verdiği işaretler, AKP’yi “merkeze çekme” adına “sistem”e daha fazla eklemlenmiş, tabir yerindeyse iyice “ehlîleştirilmiş” bir parti haline getirme kararının ifadesi gibi görünüyor.

Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı seçimlerinden çıkacak sonuçla yeni kurulacak hükümetin yapısı da herhalde bu karar ve yönelişe göre şekillenecek.

Söz konusu işaretlerin verdiği izlenim bu.

AKP bu izlenimi ancak demokratikleşme reformlarında âcilen esaslı, tutarlı ve kuvvetli adımlar atarak silebilir.

25.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Çözüm en meşrû platformda



Demokratik süreç işledi, seçimler sonuçlandı. Millet tercihini beyan etti. Hayırlı olsun. Şimdi sıra Meclis’te.

Meclis gündeminin ilk sırasında TBMM Başkanlığı seçimi ile Başkanlık Divanının belirlenmesi var. Ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi gelecek.

Köşk seçimi, geçtiğimiz dönem ülkede büyük gerilimlere, ardından erken seçime yol açtı. Buna rağmen 11. Cumhurbaşkanının-–referandum bir şekilde sümen altı edilerek—uzlaşmayla seçilmesi bekleniyor.

**

Asıl gündem DTP ve MHP’li bir Meclis’te, Kürt sorununun nasıl bir çözüm ya da çözümsüzlüğe kavuşturulacağında. Her iki partinin Mecliste bulunması gerilimli günlerin olacağı beklentisini de arttırıyor.

**

Bu konuda en kritik vazife, en çok oyu alan AKP’ye düşüyor. Güneydoğuda AKP’ye verilen oyların anlamı; birlik içinde beraber yaşamak isteğidir. Kürt sorununun daha makul bir şekilde çözüleceği beklentisidir.

AKP, özellikle Doğu ve Güneydoğudan aldığı oylarla bu konuda uzlaştırıcı rolü oynamak zorunda. İnisiyatifi ele almak mecburiyetinde.

“Merkez oldum” demekle merkez olunmuyor. Merkez olmak en zor ve en kritik anda doğru kararı vermekten geçiyor.

Tabiî ki AKP’den tek beklenen bu değil. Eğer bunu çözme hususunda adım atabilirse demokrasinin önü açılır. Yoksa geçen dönemden kalma alışkanlığı ile bir meseleyi koz gibi kullanarak diğerlerine bir türlü sıra gelmeyecekse Allah yardımcımız olsun!

Şunu demek istiyorum; İnşallah DTP bahanesi ile “millî birlik ve bütünlük korkusu” öne sürülerek diğer konular göz ardı edilmez. Uzlaşma mesajlarının verildiği bir ortamda bunu beklemiyorum ama maalesef siyaset bunu kullanmaya çok müsait.

**

Aldığı büyük medya desteğine rağmen seçimden istediğini alamayan CHP'de ise işler karışık. CHP kendi derdine düştü. Ancak söz konusu meselede CHP’nin MHP’den farklı bir tavır takınacağını beklemek sürpriz olur. Bu bir niyet okuması değil, ama kuvvetle muhtemel bir tahmin.

**

DP barajı geçemedi ama “düz ovada siyaset” söylemi Meclisin bir numaralı gündemi olacak. Hangi görüşten olursa olsun sivil siyasetin omuzlarında ağır bir yük var. Bu yükü millet yükledi. Millet zıt görüşten partileri Meclise göndererek bit(iril)meyen krizin Meclis çatısı altında sona erdirilmesi görevini verdi. Seçimin en önemli mesajlarından biri de budur.

Cumhurbaşkanlığı seçimi ile sıkça duyduğumuz uzlaşma söylemleri burada da geçerli. Siyaset, en meşrû platform olan Mecliste millet iradesinin önündeki engelleri her türlü tahrike rağmen çözerse demokrasi sınavını başarıyla verecek. Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri çözülecek.

Siyasiler milletin beklentisini boşa çıkarmamalı. Meclis en kritik ve önemli meseleyi halledebileceğini ispatlayabilmeli. “Biçare talih”lerine siyasiler de yardım etmeli.

25.07.2007

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Türkiye’yi tanıtmada dilin önemi



Bundan yirmi üç yıl öncesiydi. Eşimin Kuveyt Üniversitesi Kütüphanesinde yazma eserler uzmanı sıfatıyla çalışması için almış olduğu teklif üzerine Kuveyt’e gelmiştik. Kuveyt’e gelişimizin ardında daha iyi maddî imkânlara kavuşma düşüncesi olsa da, gönlümüzü süsleyen asıl hedef, Arap milletini tanımak ve iyi derecede Arapça öğrenmekti. Arap ve Türk milletinin bir kuşun iki kanadı olduğuna inanıyorduk.

Tek kanatlı kuş uçamayacağına göre, bu iki milletin de şahlanabilmesi için yekdiğerine ihtiyacı vardı. Peki birbirini anlamadan bu şahlanış gerçekleşebilir miydi? Bu sorunun cevabı elbette ki hayır olacaktır kuşkusuz.

Geçenlerde el-Cezire kanalında bir hafta boyunca “Aynun ala Türkiye-Göz Türkiye Üzerinde” adlı harika bir program yapıldı. Yıllardır Arap kanallarını izleriz. Türkiye hakkında böyle kaliteli ve objektif bir program yapıldığına şahit olmamıştık.

Arap kamuoyu üzerinde oldukça etkili olan elCezire,”Göz Türkiye Üzerinde” programı ile ülkemizi tanıtım sahasında bir ilke imza atmış bulunmaktadır.

İstanbulda akşamları karşılıklı gidip gelen vapurlar ve deniz üzerinde kanatlarını çırpan martı manzaralarına bir de yedi tepe üzerinde bulunan cami minarelerinden yükselen ezan sesi eşlik edince, büyüleyici bir tablonun ortaya çıktığını bilirsiniz. İşte tanımında aciz kaldığımız bu eşsiz İstanbul görüntüleri eşliğinde el-Cezire her akşam Topkapı Sarayından canlı olarak yayın yaptı. Çoğunlukla biri Arap diğeri Türk iki konuğun katılımıyla gerçekleştirilen açık oturumlarda iç ve dış politikamız, ekonomimiz, Avrupa Birliğine giriş sürecimiz ele alındı. Gündüz programları arasında ise tarih, kültür ve âdetlerimiz üzerine Cezire ekibinin Türkiye’de hazırlamış olduğu onar dakikalık çekimlerle Türkiyemiz Arap izleyicilere tanıtıldı. Bu detaylı tanıtımda batıl inançlarımız dahi ihmal edilmedi.

Kanalın en çok izlenen programlarından olan Ğassan bin Ciddu’nun hazırlayıp sunduğu ‘Cumartesi Forumu’, çeşitli sebeplerle Türkiye’de ikamet eden Araplar ve bir grup Türk talebenin katılımıyla İslâm Konferansı Teşkilâtına bağlı olan IRCICA’da gerçekleştirildi. Programın mevzuu ortak paydaların nasıl bulunacağı üzerine idi.

Programa katılan Arap talebeler “Araplar ve Türkler aynı coğrafyayı ve dört yüzyıl gibi uzun bir tarihi paylaşan, daha da önemlisi aynı dine tabi olan kardeşlerdir. Aramızdaki problemleri halletmenin tek yolu var; o da birbirimizin dilini öğrenmemizdir” dediler.

Arap talebelerin bu önemli tespitine biz de katılıyoruz. Yıllardır Arap kardeşlerimiz içinde yaşıyoruz. Ön yargılarımızın karşılıklı olarak yaptığımız sohbetler neticesinde ortadan kalktığını gördük. Akademik çevrede bulunmamızdan dolayı bu sohbetlerin önemi daha da büyük oluyor.

Araplar bizim hakkımızda yanlış düşünüyor diye hayıflanacağımıza, onlara kendimizi tanıtmanın yollarını arayalım. Bu yüzden, kültür anlaşmaları çerçevesinde dil öğrenmek üzere Arap ülkelerine gelen talebelerimize büyük iş düşüyor. Buralara gelmeden önce, Araplarla olan ortak tarihimiz ve kültürlerimiz arasındaki benzerlikler üzerine iyi bilgi sahibi olsunlar. Özellikle de 19 ve 20. yüzyıl başları Osmanlı tarihi hakkındaki bilgileri kuvvetli olsun. Zira bu bilgiler, yapılacak olan karşılıklı sohbetlerde, hatta dil okullarında yapılan münakaşalarda kendilerine fayda verecektir. Kuru kuru milliyetçilik yapmanın modası çoktan geçti. Artık kendini ne kadar tanıtıyorsan o kadar varsın...

Karşımızda bizi tanımaya susamış olan bir millet var. Ve bu millet içinde bir Türk’ü tanıdığında sonsuz mutlu olan ve “Türkleri yeniden önder olarak görmek istiyoruz” diye duygularını içten dile getirenler hiç de az değil. Daha da ileri giderek soyunda Türk kanı olduğunu ve bundan iftihar ettiğini söyleyenler de var. Birkaç ay önce bu ilgi ve dostluğun örneğini bizzat yaşadım. Amerikan Missouri School of Journalism’in Kuveyt Gazeteciler Cemiyetinde düzenlemiş olduğu seminerde Türk olduğum için şahsıma gösterilen ilgi, gazeteci arkadaşların memleketim hakkında yönelttikleri sorular dahası seminerde katılımcılar adına teşekkür konuşmasının bana lütfedilmesini bu susamışlığın delili olarak gördüm.

25.07.2007

E-Posta:




Şaban DÖĞEN

Dini yaşamak



“İçinizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah’ın gönderdiği hak din üzerinde olursunuz. Bunlardan biri cehalet sarhoşluğu, diğeri de dünyaya aşırı düşkünlüktür.” (Mecmâü’z-Zevâid, 7: 271.)

Peygamberimiz (asm) böyle buyuruyor. Cehalet sarhoşluğu sebebiyle dinini bilmeyen, ebedî âlemin güzelliklerinden gafil olup fani dünyanın şaşaasına gönül kaptıran insanın dünyasında dini öğrenmek ve yaşamanın ne kıymeti olabilir? Mutluluk kaynağı olan hakikatler ancak öğrenilip yaşandığında fonksiyonlarını icra edebilir.

İslâm, dini yaşamaya büyük önem verir. Yoksa dinin sayısız güzellikleri başka nasıl ortaya çıkabilir? “Allah bir kuluna hayır murad ederse ona dinî anlayış verir” hadis-i şerifi bu açıdan ne kadar anlamlıdır. Birgün Allah Resûlü (asm), “İnsanların en faziletlisi, dinlerini iyice anlayıp şuurluca yaşayanlardır” buyurmuşlardır. (Mecmâü’z-Zevâid, 7:26.)

Bugün İslâm dünyası, cehalet sebebiyle dini yaşamaktan uzak kalıp, onun yararlarından mahrumiyetin sıkıntılarını çekmek zorunda kalmıştır. Güzel örnekler sergileyememek, olumsuz tesirler de yapmaktadır. Oysa İslâma bütünüyle ayna olan Sahabe, İslâmı çok kısa bir zamanda dünyanın dört bir yanına ulaştırmıştı. Anlatmalarına bile gerek kalmıyordu. Davranış ve hareketlerine yansıyan o güzellikler, birer cazibe unsuru oluyor, İslâma canla başla sarılıyorlardı.

İslâmın ilk yıllarında Allah Resûlü (asm) Safa Tepesinde Kureyş’i toplayıp seslendiğinde, onlara sorduğu ilk soru, “Beni nasıl bilirsiniz?” şeklindeydi. Onlar da, “Ya Muhammed, sen doğrusun. Şimdiye kadar senin hiçbir yalanını işitmedik” demişler. Bu itiraftan sonra tebliğini yapmıştı Allah Resûlü (asm). Abdullah bin Selâm, daha Efendimizin (asm) simasını görür görmez, “Vallahi bu simada yalan olamaz, hile olamaz” deyip Müslüman olmamış mıydı?

Demek bütün mesele ruha, kalbe sinen, davranışlara yansıyan İslâma birer ayna olmaktı.

Yaşanan İslâm her devirde etkilerini gösterecektir.

25.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Olumsuz tepki için acele etmeyin!



Tahmin edeceğiniz gibi, şimdi de, “AKP kazandı, DP barajı aşamadı, bizi şaşırttınız, herhalde suçu millete atmayacaksınız!” meâlinde ve kimi zaman sınırı aşan telefon ve e-postalar geliyor! Biz, AKP kazanamayacak demedik; bilâkis, “Dikkat edelim; milletin manevî beklentileri ve problemlerine bir çare üretmemesine rağmen yine iktidar yapacaklar; bu tuzağı bozalım!” diye feryad u figân ettik!..

Adamın biri oğluna sık sık, “Sen adam olamazsın!” dermiş. Babasının bu sözüne içerleyen çocuk, yıllar yılı çalışır, çabalar, vali olur...

“Babamı çağırayım da, oğlunun nasıl bir makama sahip olduğunu görsün!” demiş. Adamlarıyla çağırtmış: “Hastayım, gelemem!”

“Valinin emridir, seni almadan gitmeyiz!” deyip yaka-paça götürmüşler makama:

“Baba, bana, ‘Adam olmazsın!’ derdin, işte bak, vâli oldum!”

“Oğlum, ben sana vâli olamazsın demedim ki, adam olamazsın dedim, adam! Adam olsaydın babanı ayağına çağırıp getirtmezdin!”

Biz AKP’ye kazanamayacaksın demedik! Yüzde 47 oy alması, henüz tam demokrat/hürriyetçi ve muktedir olacağını gösterir mi? Nitekim, beş sene boyunca—ekonomi dışında—temel meselelerde muktedir olamadı, hatta bazıları için söz bile vermedi. Bunları kafadan atmıyoruz; herkesçe yaşanıyor, biliniyor. Zaten, onlar da inkâr etmiyor! Umalım ki, duâ edelim ki, teşvik edelim ki, bundan sonra muktedir olsun, demokrasiyi tam hazmetsin ve olumlu icraatlar yapsın.

Ne var ki, milletin beklentileri başka, ona inanılmaz destek veren iç ve dış odakların başka. Ona nasıl bir rol biçtiğini şimdilik tam olarak bilmiyoruz. Rahmetli Menderes’i de desteklemişlerdi; ama, arzuları yönünde değil de, milletin değerlerine sahip çıkınca, alaşağı edip iki bakanıyla birlikte idam ettiler. Keza, Demirel’i desteklediler, beklentilerinin aksine icraatlar yapmaya başladı, mükerreren gagaladılar. Çiller’i desteklediler, demokrat misyon istikametinde işler yapınca inanılmaz baskılara maruz bıraktılar! Ve Erbakan’ı destekleyip iktidara getirdiklerini ve sonra kendi ifadesiyle, “Bizi perişan etmek için iktidara ittiler!” dediğini biliyoruz. 1999’da Öcalan’ı paketleyip Türkiye’ye teslim etmekle Ecevit’i BOP için nasıl iktidara taşıdıklarını; sonra Irak işgaline diretince, merdivenlerden yuvarlayıp, DSP’yi nasıl parçaladıklarını unutmuş olamayız.

AKP, yeni dönemde başörtüsü dahil, yasakları kaldırmaya teşebbüs edecek mi? Zira, “367 milletvekiliyle yapmayan 340 milletvekiliyle nasıl yapacak?” şeklinde haklı tereddütler var. Türkiye aynı, şartlar aynı! İnşallah tazelediği gücü ve kazandığı tecrübeyle bunları aşar!

Bu arada, olumsuz ve taşkın tepkilerde acele edenler mahcup olabilir! Tıpkı, Menderes’e 40 yıl boyunca saldırıp; sonra onunla fotoğraf çektirenler gibi! Tıpkı, AP’nin toprak altına gömüldüğünü ve ANAP’ın sağın yerini alacağını söyleyenler gibi! Tıpkı 40 yıl boyunca, “Demokrasi küfür rejimidir!” deyip, Demokratları destekleyen Nur Talebelerini tekfir eden, ama şimdi “Biz sizden daha iyi demokratız!” diyenler gibi! Tıpkı “Başörtüsü dahil, her şeyi halledecek!” diye desteklendiği halde, beş sene boyunca yasakların hiçbirisini halledemeyince mahcup olanlar gibi! Yoksa mahcup olmadılar mı?

AKP’nin demokratlaşıp demokratlaşmayacağı meselesine gelince: Daha önce yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre AKP içindeki kesimin yüzde 16.1 demokrat olduğunu yansıtmıştık. Şimdi bu rakam artar inşaallah. Beklentimiz, yüzde 60-70 tam demokrat olması ve bunu mücadelesine, icraatlarına yansıtmasıdır.

25.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

"Başörtüsünün gözleri"nden okunan sözler...



Çok sıkı ve bazen de sıkıcı seçim ortamında, “Acaba başörtüsü yasağı mağdurları için yapılacak bir icraat yahut buna yönelik bir yorum var mı?” düşüncesiyle basın dünyasına göz atmışlığım epeyce oldu. Neredeyse görmezden gelinen vicdan sızısı yasağın eleştirisine yönelik değil de, “dar düşünceler, dar görüşler” kabilinden bir yazı dikkatimi çekiyor Milliyet gazetesinde.

Ece Temelkuran imzalı “Başörtüsünün gözleri” (20 Temmuz 2007) başlıklı yazının satırlarını okuduğumda, yorgundum. Başıörtülü ve açık bayanların birlikte olduğu bir meydandan gelmiştim zira. Üzerinde başörtüsü yasağını eleştiren satırların olduğu pankartlar eşliğinde önlere geçmek isteyen ve bir kez daha fark edilelim diye çırpınan başörtülüler ilerlerken, gülümseyen ve elleriyle omuzlarına dokunup “Hadi geçin kızlar” diyen başı açık bayanların destek verişi hâlâ gözlerimin önünde. Anlayacağınız, kadınlar açık-kapalı aynı yerde buluşmuşuz, birbirimizden nefret etmeden ve birbirimizi ötekileştirmeden. Çünkü hepimiz her şeyden önce kadınız ve sonuçta sadece kadın olduğumuz için birbirimize destek veriyoruz.

“Örtülü kadınlar, açık kadınların yanında ne hissediyorlar?” diye soran Ece Temelkuran’a “Siz başörtülü kadınların yanında ne hissediyorsunuz?” gibisinden bir soru sormak hakkım olmakla birlikte, “Hiçbir şey ve her şey” diyebilirim. Çünkü bizim açık ya da örtülü kadın diye takıntılarımız olmadı ve olamaz da! Ama daha çok ne hissettirdiğinizdir sorun olan. Meselâ bazen öyle bakışlar oluyor ki, insan kendini rahatsız hissediyor. Dünya Kadınlar Günü’nü mesken tutmuş ve kendini kafa ölçüleriyle değil, sadece kıyafet ölçüleriyle şekilcilik diyebileceğim bir hastalık içinde tanımlayan “açık kadınlar”, sanki “Biz medeni, özel, kültürlü ve sosyal hanımlarız. Siz ise hiçbir şeyden anlamayan cahil kadınlarsınız” diye dikte ediyorlar. Dahası, dillerinden çıkan, “Bu kıyafetle, kitap ve kalemle işiniz ol(a)maz. Doğru evinize” gibi vurdumduymazlık hâlini yaşayınca, canım çok acıyor. Çünkü temelde eğitim hakkı elinden alınıp mağdur edilmiş bir bayanı, evvelâ bir bayan anlamalı değil mi?

Sahi cehaletin başörtülü olup olmamakla ilgisi var mı? Kıstasımız ne olmalı dersiniz?

Ve neden önyargılı birçok başı açık kadın bu ülkenin tek sahibi gibi davranıp başörtülülere zenci muamelesi yapıp “örtülü işte” diyerek dışlama yetkisini kendinde bulabiliyor? “Al işte, bak açık” deyip sizi dışlayan başörtülüler değil, “Al işte, yine başörtülü” deyip dışlayan sizsiniz. Üstelik, “Göz zevkimi bozuyorsun, çık dışarı!” gibi insanlık dışı muamelenin cümlelerini siz hiç başörtülü bayanın ağzından duydunuz mu? Ama başörtülü bayanların çoğu bunu duymuştur, emin olabilirsiniz.

“Kendilerine bakınca namuslu, dindar hanımlar görüyorsa, açık kadınlara bakınca ne görüyorlar?” gibi bir soru soran Temelkuran, “Merd-i kıptî şecaat arz ederken, sirkatin söyler” türünden bir hâl yaşamış ki bu sorunun aynı şekilde cevabını tersinden yazarın kendisinden istemek hakkımızdır. Olsa olsa acı acı gülünür sırf yazılmış ve sorulmuş olsun diye yazılan bu satırlara. Çünkü her ne kadar gözünüzü kapatsanız da, şu bir gerçek ki başörtüsü Kur’ân’dan gelen İslâmî bir emirdir. Dolayısıyla başını örten bir bayan, inancı gereği başını örter. Ancak başını örtenler “Müslüman”, örtmeyenler “kâfir” diye bir yargının asla olamayacağını ve başını örtmeyen birinin sadece İslâmın bir emrini, ama önemli bir emrini yerine getirmemiş olduğunu bilmek ve anlamak lâzım.

Başını örtmeyen birisi dinden çıkmış sayılmaz. Bunun yanında, başını örten kişi de İslâmın bir emrini yerine getirmiş olur. Ancak başörtülü bir bayanın sadece başörtüsüyle sütten çıkmış ak kaşık olduğu, günahsız olup melekleştiği de söylenemez. Mesele, bir bütün hâlinde İslâmiyet’i yaşayıp yaşayamama meselesidir. Başörtüsü de bu bütünün bir parçasıdır. Ayrıca başını açan kişi de “namussuz” değildir ve olamaz da! Ama söz gelimi toplumun içinde çok fâhiş hâlde gezen, edepsiz hâllerde bulunan, çoluk çocuğun geçtiği meydanlarda kimseden çekinmeden edepsizce davranan genç kızları gördükçe kızarken, “Açık işte, her şeyi yapar” ve çoğu ön yargılı açık bayanın, sokakta lâkayt, edepsiz ve uygunsuz davranışlarda bulunan başörtülü için söylediği “Bak, bir de örtülü olacak!” gibi bir düşünceyle değil, “Bir bayan nasıl böyle davranabilir?” diye toplumda kabul görmüş edep düşüncesiyle kızarım. Çünkü namuslu ya da namussuz kavramını, örtülü ya da örtüsüz kişi “edep” denen sınır içinde sergilediği davranışlarıyla belirler. Unutmayalım; edep sadece örtülü bayanlar için geçerli bir vasıf değildir. Edep bütün (açık veya kapalı) bayanlarda olması gereken bir süstür. Ve birçok ortalama yazarın satırlarında kullandığı “Örtülüler şöyle böyle yapıyor” gibi düşünceleri terk etmek aklın gereğidir.

Yahu bu mesele “namuslu-namussuz” diyerek bu kadar basite indirgenecek bir mesele mi? Yoksa, başörtülü bayanların eğitim hakkı başta olmak üzere, en temel yaşama hakkının ihlâl edildiği bir mesele değil mi? İnsan haklarının ihlâl edildiği, kadınlık gururunun incindiği bir mesele olmaktan ne zaman çıktı? Bu ülkede başörtülü diye üniversitelere alınmayan, bir kadın değil mi? Resmi kurumlarda çalışamamak bir yana, başörtülü diye dışarı atılan muhabirlerin haklarını evvelâ gazeteci ve kendine aydın diyen bayanlar savunmayacak da kim savunacak? Sahi “Başörtülüler çıkmazsa, ben konuşmam” diyen sözde özgür olması gereken bir üniversitenin rektörüne karşılık, “Açıklar dışarı çıkmazsa, ben konuşmam” diyen bir rektör duysanız her ikisine aynı tepkiyi mi gösterirsiniz, yoksa sadece modernist(!) tavır takınıp ikinci olaydaki rektörü mü eleştirirsiniz? Ama tabiî ki açıklara yönelik yapılmış böyle bir konuşma olmadığı gibi, “Bize açık hanım diyorlar, bizi yargılıyorlar” diye inciler döken Temelkuran’ın savunduğu düşünce, olmayan bir düşünceye yönelik sadece bir kuruntudan ibarettir.

Canım ülkem… “Kadınları, erkekler tarif ediyor. Adlandırıp kategorize ediyorlar. Oysa kadınları, örtülü de olsa örtüsüz de, kadınlar temsil etmeli” diyen Temelkuran bu güzel düşüncelerini söylerken, mecliste örtülü bir bayanın hazmedilmediğini, en basitinden okullarda okumasına, üniversiteye inancı gereği taktığı başörtüsüyle girmesine izin verilmediğini nasıl da görmezden geliyor. Üstelik, örtülü bayanları temsil düşüncesi uygulamaya çalışılınca da ortalığı ayağa kaldırıp, “Kutuplaşıyorlar, sistemleşiyorlar, şeriat geliyor, ülke elden gidiyor” gibisinden yaygara koparanlara karşı bir kadın sorununu savunması gereken bazı açık bayanların öncelikle saldırıya geçtiklerini unutuyor galiba.

Umulur ki, gittikçe ağızlarda sakız gibi çiğnenen başörtüsü yasağı sorunu her türlü önyargıdan uzak bir şekilde, daha çok toplumun her kesiminden bayanların desteğiyle çözülür.

25.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sahabelere yetişilmez; ama örnek alınır



Yusuf Salihoğlu:

*“Günümüzde sahabe gibi yaşamak mümkün müdür?”

Günümüzde değil; hiçbir devirde ve hiçbir çağda sahabelere yetişilmez; sahabe gibi olunmaz. Fakat her çağda ve her zamanda sahabeler örnek alınırlar, model alınırlar.

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, peygamberlerden sonra insanoğlunun en faziletlileri Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sahabeleridir. Sahabelerin mertebesine hiçbir şekilde yetişilmez. Çünkü onlar Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ı “peygamber” olarak görmüşler, iman etmişler ve “sohbeti” ile müşerref olmuşlardır. Peygamber sohbeti onlara, sair evliyanın senelerle seyr ü sülûkla elde ettikleri feyze ve nura, “bir dakikada” ulaştıran bir mertebe ve yükseliş vermiştir.1

Ebû Musa el-Eş’ârî radiyallahü anh anlatmıştır: “Bir gün evden çıktım ve içimden: ‘Vallahi bu gün Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm’dan ayrılmayacağım ve bütün gün onunla birlikte olacağım’ diye ahdettim. (Ebû Musa mescide geliyor, Hazret-i Peygamber’i (asm) soruyor. Ona: ‘Resûlullah mescitten çıktı ve şu yöne doğru gitti’ diyorlar.) Bunun üzerine ben de mescitten çıktım ve Resûlullah’ı (asm) sora sora izi üzerinde gittim. Nihayet Resûlullah’ı (asm) Erîs kuyusunun bahçesinde buldum. Bu bahçenin kapısı hurma dalından yapılmıştı. Resûlullah (asm) abdest aldı ve Erîs Kuyusunun ağzına serinlemek için oturdu. Ben de kalkıp Resûlullah’ın (asm) yanına vardım. Resûlullah’a (asm) selâm verdim. Sonra geri dönüp kapının yanına oturdum. Kendi kendime:

“Bu gün ben Resûlullah’ın (asm) kapıcısı olayım” diye karar verdim. Bu sırada Ebû Bekir (ra) geldi. Kapıyı itti. Ben:

“Kimdir o?” dedim. O:

“Ebû Bekir” dedi. Ben:

“Biraz müsaade et” dedim. Sonra gittim:

“Ya Resûlallah! Kapıda bekleyen Ebû Bekir’dir. Yanınıza gelmek için izin istiyor” dedim. Resûlullah (asm):

“Ona izin ver ve kendisini Cennetle müjdele!” buyurdu. Hemen geriye döndüm ve:

“Gir!” dedim. Sonra: “Resulullah seni Cennet’le müjdeliyor” dedim.

Ebû Bekir girdi ve Hazret-i Peygamber’in (asm) sağ yanına oturdu.

Ben kapıya döndüm. Kapı tekrar çaldı. Ben:

“Kimdir o?” dedim. O:

“Ömer bin Hattab’tır” dedi. Ben:

“Biraz bekle!” dedim. Sonra Resûlullah’a (asm) geldim, selâm verdim ve:

“Ya Resulallah! Ömer bekliyor. Yanınıza gelmek için izin istiyor” dedim.

Resulullah (asm):

“Ona izin ver ve kendisini Cennet’le müjdele” buyurdu.

Ömer’e geldim ve:

“Buyur” dedim. Sonra: “Resulullah seni Cennet’le müjdeliyor” diye haber verdim.

Ömer girdi ve Resûlullah’ın (asm) sol yanına oturdu. Ben kapıya döndüm.

Az sonra kapı yeniden çaldı. Kardeşim abdest alıp bana yetişecekti. Gelenin o olmasını diledim.

“Kimdir o?” dedim. O:

“Osman bin Affan” dedi. Ben:

“Biraz bekle” dedim. Ve Hazret-i Peygamber’e (asm) gelip haber verdim. Resulullah (asm):

“Ona izin ver ve kendisine isabet edecek olan belâ ve musibetle birlikte Cennet’le müjdele” buyurdu.

Döndüm ve Hazret-i Osman’a (ra):

“Gir” dedim. “Resûlullah (asm) seni, sana isabet edecek olan belâ ve musibetle birlikte seni Cennet’le müjdeliyor” diye ilâve ettim.

O da girdi ve Resûlullah’ın (asm) karşısına oturdu.”2

Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a en zor zamanlarında yardım eden, onun (asm) nurlu sohbetlerinden yüksek feyiz alarak doğrudan ve hiç aracısız zahirden hakikate geçen sadık arkadaşları, yani sahabeler, yani Ashab-ı Güzin, tam mânâsıyla birer Peygamber Yıldızıdır. İnsanlık tarihinde Peygamberlerden sonra gelmiş en şerefli nesil ve en hayırlı topluluktur. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, her biri hak, hakkaniyet, sıdk ve doğruluk için, canlarını, mallarını, anne ve babalarını, kavim ve kabilelerini feda eden birer fedaidirler.3 Günümüzde elbette onlar örnek alınarak yaşanabilir.

Allah feyizlerini üstümüzden eksik etmesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 451

2- Müslim, Fadâili’s-Sahâbe, 29

3- Mektûbât, s. 121

25.07.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Medyanın şöhret tuzağı



Osman Yağmurdereli, milletvekili seçildi. Henüz mazbatayı almadı, ama bir gazeteye şu demeci verdi:

“Magazin basınını düzelteceğim.”

Dikkat buyurun “basını” değil, “magazin”i diyor.

İsabet.

Peki, nasıl olacak bu?

Çünkü medya önce şöhret ediyor, parlatıyor.

Sonra çöpe atıyor.

Şöhretini korumak isteyenler ne yapıyor? Onlar da “medyayı kullanıyor.”

Seçim sonrası magazin gazetecileri Hülya Avşar’a soruyor:

“Milletvekili olsaydınız ne yapardınız?”

Cevap:

“İlk iş basın mensuplarını ortadan kaldırırdım.”

Magazinciler öfkelenmiş:

“Basın olmasaydı Hülya Avşar nasıl olurdu?”

Hatta üşenmemişler bir bir geçmişini ortaya dökmüşler:

“1982 yılında bir gazetenin düzenlediği güzellik yarışmasında birinci olarak adımını attı. Ardından yasak aşklarıyla gündeme geldi. Hülya Avşar şöhretini ayakta tutmak için attığı her adımı basına malzeme yaptı. Bu da Hülya Avşar’ın sanatçı değil, beğenmediği medyanın starı olmasını sağladı.”

Bravo! Medya yeni mi keşfetti bu “kullanılmışlığı?”

“Nasıl ünlü olduğu”nu gösteren fotoğraflara da yer vermiş.

Her iki tarafın yaptığı “etik” değil.

Magazin medyasının yazdıklarını herkes biliyor ve görüyor, ki yüzde doksan ya abartı, ya da yalan.

Neden “yalana dayalı?” Çünkü magazinin temel kaynağı “dedikodu”dur...

Dedikodunun temeli de "yalan..." Fısıltı ile çalışan gazeteciler her duyduklarını yazınca "etik" kavramı tartışılır hale geliyor. Yalan habere ilaveten müstehcen fotoğraf ise magazin medyasını besler.

Böylelikle “al gülüm ver gülüm” dönemi başlar. Kimi uzun sürer bu menfaat birlikteliği, kimi kısa zamanda bitiverir.

Bittiğinde ise “kılıçlar çekilir.”

Çiçeği burnunda milletvekili Osman Yağmurdereli’nin çağrısını ciddiye almak lazım. Çünkü, Yağmurdereli "magazin medyasına savaş açıyor"sa ortada çok ciddi bir problem var demektir.

Hangi ünlü var ki, "magazin medyası"ndan şikayetçi olmasın?

Şöhret bir "üzüm"se...

Magazin medyası onun bedeli...

25.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Turuncu devrim veya evrimcilerin zaferi



Nuh Gönültaş yazmasaydı, AKP’nin 22 Temmuz tarihinde almış olduğu zaferin ne anlama geldiğini tam da çözemeyecek ve fark edemeyecektim. Sağolsun, ufkumu açtı. ‘Bu da Türkiye’nin Turuncu Devrimi’ başlığı aslında herşeyi açıklıyor. Türkiye’deki bu yeni zafer aslında evrimcilerin veya daha da somut ifade edecek olursak Sorosgillerin bir zaferidir. Zira, zafere basında en çok liberal kesimlerin sahip çıktıklarını görmek mümkün.

Kimileri değişimin adresinin eskiden beri sol veya CHP olduğunu, ama AKP ile birlikte devranın değiştiğini, değişim ve dönüşümün adresinin AKP haline geldiğini söylüyorlar. Bu itiraflar kimi CHP’lilerden sâdır oluyor. Onlara göre, dünyayı en iyi izleyen ve ona göre vaziyet alan parti AKP. Onlara göre, CHP muhafazakârlığı temsil ediyormuş ve bundan dolayı kapanma yanlısıymış ve sınıfta kalmış.

Gerçekten de CHP zihniyetinin Türkiye’yi nereye götürmek istediğini ve ideâl döneminin ve kendi asr-ı saadetinin 1930’lu yıllar olduğunu hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla aslında CHP’nin en ideâl döneminin, kapalılığın esas olduğu Soğuk Savaş yılları ve hatta öncesinin olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte meselemiz elbette seçimin en büyük mağlûbu CHP değil. Arapların deyimiyle hezimeti gayri mesufin aleyhtir. Ama asıl mesele burada AKP’nin zaferinin ne anlama geldiğidir. Yukarıdaki tesbitler doğru ise, AKP öz değerlere yabancılaştığı ve küreselleştiği oranda zafer elde etmiştir. Bu hususta Nilüfer Göle şunları kaydetmektedir: “Dönüşüm umudunu (neye veya nereye dönüşüm?) AKP verdi. Demokratik açıklık ve ekonomik istikrar başarısının iki temel noktası oldu. Ayrıca seçmenler, 27 Nisan muhtırasına karşı demokrasiden yana tavrını koydu...”

Bunu MHP Lideri Devlet Bahçeli de, muhtıra yoluyla Meclis’e müdahalenin AKP lehine sandığa yansıdığını ifade etmiştir. Kimilerine göre bu zaferde Likudniklerin toplanma yeri olan Hudson Enstitüsü’ndeki mühendislik etüdlerinin de payı vardır.

***

Hepsi kabûl de fakat yine de bu zafere temel hak ve hürriyet talepleri olanlar değil de liberal kesimler sevinmiştir. Bu zaferde liberalizmin iki şıkkının da payı vardır. Sekülarist liberaller, liberal İslâmcılar. Bunun sonuçlarından birisi The Times gazetesine göre İslâm devleti taleplerinin veya endişesinin bitmiş olmasıdır. Türkiye’de Soros vakfıyla birlikte anılan TESEV Başkanı Can Paker de aşağı yukarı aynı tesbitlerde Nilüfer Göle’ye katılmıştır. Liberal kesimler tam siper zafere sahip çıktılar ve kendi zaferleri olarak ilân ettiler. Yanılmadılar da. Bu zafere şapka çıkaranlardan birisi de yine Bilderberg toplantılarının eski konuklarından Cüneyt Ülsever’di. Emin Çölaşan bu zafer karşısında nedamet parmaklarını ısırırken, aksine devrimcilerle evrimcilerin koalisyonu olan Hürriyet gazetesindeki makalesinde duygularını gizleme gereği duymadan şunları yazmış: “AKP’yi candan kutlarım...”

Troçkist veya devrimci kanattan evrimci kanada evrilenlerden biri olan Hadi Uluengin de ‘Sivil zafer’ başlıklı yazısında liberallerin veya evrimcilerin zaferini kutlamakta: “Evet, Pazar günkü seçimler o, 15 Mayıs 1950’nin doğal uzantısını oluşturdu. Yarım asırdan fazla süren ‘demokratikleşme süreci’ni tamamladı. Noktayı koydu. Dün sabahtan itibaren ‘geçiş dönemi’ bitti ve iradî arzu kesin sisteme dönüştü. Bundan geri dönüş de mümkün değildir! Asla ve asla değildir! Zaten 22 Temmuz’u elli yedi yıl öncekinden ayıran ana özellik de burada odaklanıyor...”

***

Dışarıdaki İslâmcı veya Batıcı liberallerin umudu da AKP. Bu bağlamda, Şarku’l Avsat gazetesi yazarlarından Tarık Hamid AKP’nin ilk akılcı ve rasyonalist İslâmcı parti olabileceğine dair beklentisini yazıyor. Bu şu demek: İslâmî referanslarını Batılı norm veya rasyonalist referanslarla değiştirirlerse İslâm dünyasının ilk akılcı İslâmcı partisi olabilir. Merkeze taşınmak da bu anlama geliyor olmalı. İslâmcı Arap liberallerin gerçekleşmeyen rüyası da AKP gibi olabilmektir. Ama otokratik rejimler müsaade etmiyor. ‘Çankaya’ya çıksaydık başörtüsünü modernize edecektik’ diyen Abdullah Gül, seçim kampanyaları sırasında tam da evrimcileri ve liberalleri sevindiren bir açıklama ile şunları söylemiş: “İstanbul’da sokaklarda yürüyelim, görün; başörtülü kızlar mı, yoksa beli açık elbise giyenler mi daha çok ilgi ve sevgi gösteriyorlar?” Artık AKP’liler her kesimden sokağın cazibe odağındalar. Kendi kitlelerini de evrim yoluyla o sokakla bütünleştirdiler, merkeze taşıdılar. Hassasiyetleri ve dinî değerleri budadılar. Bu da Nuh Gönültaş’ın tesbitinin doğruluğunu gösteriyor: 22 Temmuz seçimleri Türkiye’nin turuncu devrimidir. Doğru söze ne denir? Bu itibarla aslında bu zafer kimi oy verenlerin zaferi değildir. Birileri temennilerini yine gerçek sandı. Eyyamcıların ve liberallerin ve evrimcilerin zaferidir. Evrim çıtası daima devrim çıtasının altındadır. Evrimcilik, esareti içselleştirmektir.

25.07.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sivil hayatın kodları



Milletimiz, AKP’ye, geçmiş beş yılını gözden geçirerek, ana problemleri gözden kaçırmadan, Türkiye’nin önünü açacak büyük reformları zamana bırakmadan çözme imkânını yeniden vermiştir. Yanlışlarının farkında, eksikliklerini telâfi edecek bir sürecin içinde ve kaynakları yönetecek sıcak bir ekonomik akışın avantajlarıyla bunları çözecek büyük senaryolar yazabilir.

Bu senaryolar, sivil siyaset hedeflerini ortaya koymalıdır. Sivil hayatı güçlendirmeli ve yapılandırmalıdır. Bunlar neler olmalı sorusuna cevap ararsak;

Öncelikle, daha önce de defalarca değindiğimiz gibi sivil bir anayasanın, geniş bir mutabakatla yeniden yazılması ve halkın önüne konulması gerekir. Bugünden başlatılması gereken ve zamanın değerini bilmek açısından en önemli fırsat budur. Yoksa ülkeyi bekleyen iç ve dış gündemlerin ve yaşanabilecek gerginliklerin cenderesinde unutulup gitmeye yüz tutarsa, sonradan sıkışık bir ruh haliyle telâfi etme gerginliği hayır getirmiyor.

En basiti 301. maddenin değişmesi için iki yıldır bütün dünya âlem tepki vermesine rağmen, oyalayıcı bir sistematikle bir türlü mümkün olmadı ya da olamadı. Esastan yapılması gereken; yaklaşım, niyet ve felsefe farkını ortaya koyacak bir sivil anayasadan başlamadıkça, tâlî düzenlemeler baş ağrıtmaya devam etmektedir.

Bunun anlamı şudur: Yeni bir devlet tarifine ihtiyaç vardır. Devletle birlikte vatandaş tanımı, millet kavramı ve ideolojik tercihleri olmayan kamu yöneticiliği ile ilgili köklü çerçeveler yeniden belirlenmelidir. Performansa dayalı hizmet kalitesi, liyakat ve ehliyet esaslı görev ve atamaları sağlayan, fişlenmeyi önleyen, atamalarda adı konamayan haksızlıkları engelleyen ve keyfî uygulamaların önüne geçecek bir devlet personel rejimi de ortaya konulmalıdır. Bunun kısmî çalışmaları yapıldı, ancak yetmiyor. Esastan ele alınması gereken konulardan en önemlisi de budur.

Bürokratik cumhuriyetin demokratikleşmesi, yetki ve sorumluluk dengesinde şeffaf ve hesap verilebilirlik düzeyine bağlıdır. Vatandaş memnuniyetine dayalı bir hizmet kabulü ve denetim etkisi öne çıkarılmalıdır. Kurumların kutsiyet vehmeden tutumları ve imtiyaz doğuran kaynak ve yetkileri, aşamalı olarak sınırlandırılmalıdır.

İnsan tanımı, birey hakkı, vatandaş hukuku, millet bütünlüğü ve ahlâkî işleyişin hukuksal üst metinleri, açıkça demokratik bir çıtanın basiretini göstermelidir. “Aması, ancağı, fakatı, lâkini” bol kısır yapılanma ürkeklikleri ile bir yere varılamayacağı ortada.

Temel hakların kâmil mânâda tâdâd edilip tevilsiz bir şekilde anayasal metne konması ve teferruatların yer almayacağı bir esaslar beyannamesi olması, milletin birçok problemlerini ve sürtüşme alanlarını ortadan kaldıracaktır. Sosyal barışı tesis edecektir.

Eğitim ve sağlık hakkının huzur ve moral verecek bütün gelişmelere ve kaliteli rekabete açık olacak bir çerçeveye oturtulması da hayatîdir. Özel sektöre inisiyatif tanıyan, sınav eziyetinden aileleri ve toplumu kurtaran, insanî gelişmişliğe nitelik katan güçlü bir eğitim ve sağlık reformu paketi mutlaka anayasal büyüklükte yerini almalıdır. YÖK garabetinin lağvedilmesini söylemeye bile gerek yok. İsteyen her girişimciye, yüksek okul, fakülte veya üniversite kurabilecek teşvik ve özendirme imkânları sağlanmalıdır. Hakeza sağlık sektöründe de.

İstihdam için nitelikli iş gücü temini ve diploma sonrası çok sıkı akreditasyon basamakları ile kademeli kariyer ve kaliteli işgücünün oluşturulmasını sağlayacak temel irade ve süreklilik sağlanmalıdır. İş ahlâkını temin edecek olan bu yaklaşım, beraberinde toplumun refahını canlandıracaktır. Bu alandaki insanî yatırım, uzmanlığı cazip hale getirecektir. Meslekî başarıyı, yeteneklerin yarış seviyesini, bilgi ve donanım farkını, üretim ve hizmet olarak topluma iade edecektir.

Bir başka konu da, aile merkezli bir bakanlığın daha güçlü bir teşkilat yapısı ve uzmanlarla sosyal yaraları sarmasıdır. Bilinen Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı yetmemektedir. Zaten kuruluş çerçevesi ve içinde barındırdığı fonksiyon tanımları günümüzün sosyal reçetelerini yazacak düzeyde değil. Eşlerin uyumu ve iletişimi, çocukların kariyer yolculukları ve kuşaklar arası uzlaşma iklimleri planlanmalıdır. Manevî boşluk bırakmayacak şekilde herkesin istediği zaman devletten uzman desteği alabileceği rehberlik ve psikolojik yönlendirmenin yanı sıra aile dayanışmasını sağlayacak eğitim programları ile gerektiğinde sosyal tedavilerin üstlenildiği bir kurumsal yapılanma acilen oluşturulmalıdır.

Sevgisizlik, artan terör ve şehir eşkıyası ile verimsizlik ve kaynak israfı ile bunalımların birçoğu aile dramlarından beslenmektedir.

Mahrem alanın günümüz şartlarına göre düzenlenememesi ve tedbir alınamaması, kaosların ana kodlarını teşkil etmektedir. Ruhî dengesi ve yetişme sükûneti ile sevgi iklimi oluşmamış hangi aile bireyiyle toplumun geleceğini, manevî hayatın vecibelerini ve kalkınmanın uzmanlık, dürüstlük ve çalışkanlık altyapısını kurabilirsiniz?

Görünen problemlerin aysberglerine inersek, daha sessiz ve kalıcı temeller atılabilir. İlk başta atılacak doğru bir adım gerisini getirir. Çareler, çerçevelerin çapı ve kapasitesi kadar kalıcı ve süreklilik içinde huzurlu büyümeyi sağlarlar.

25.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004