Sabah namazını camide eda ettikten sonra, kısa bir yürüyüş yapmaya karar vermiştim o gün. Rabb-i Rahîme ibadet etme ihtiyacı içinde olan insanların uyanık olduğu, bu zarurî ihtiyacı önemsemeyenlerin ise gaflet yorganı altında uykuda olduğu bir andı.
Kuşlar yeni bir sabaha kavuşmanın neşesi içinde cıvıldaşıyor, kendi lisan-ı halleriyle Yaratıcılarını tesbih ediyorlardı. Karıncalar kendilerine verilen görevi yerine getirmenin aşk ve şevkiyle koşuşmaktaydılar. Esen lâtif rüzgâr, yeşilin bütün tonlarını nazarlarımıza sunan ağaçların dallarını sallandırıyor, yapraklarını raksa getiriyordu.
Uyanık olmanın hazzı bambaşkaydı sabah vaktinde. Bu vakitte uyanık olup, yeni bir günün güzelliğini müşahede eden bir kısım insanları etrafta görebilmek mümkündü. İşte o yaşlı kişi bunlardan biriydi. Ona önceki gün de selâm vermiştim.
Selâm verdiğim o şahsı tanımadığım halde, sabahın o vaktinde elindeki süpürgeyle kaldırımları temizlemesinden, onun mütevazi bir apartman görevlisi olduğunu anlamıştım. Böyle gariban insanları içimden hep takdir ederim. Çünkü onların gururlanmak gibi bir durumları olmazdı.
Ona selâm vermekle bir sünneti yerine getirdiğimi düşünmüş ve Allah için bir şey yapmanın sevincini yaşamıştım. O da selâmımı almış, ama yüzündeki çizgilerden pek de neşeli olmadığını anlamıştım. Mahzunâne bir hâli vardı. Kim bilir onun dünyasında hangi fırtınalar hüküm sürmekteydi.
Sonradan öğrendim ki, o yaşlı zatın seriütteessür olan kalbini kıran hayırsız evlâtları varmış. Belki o anda dünyanın ne kadar geçici ve yalancı olduğunu düşünüyordu. Belki de Rabbine kavuşmayı arzu ediyor, böylece dünyanın yaşanması zor sıkıntılarından ancak bu şekilde kurtulabileceğini düşünmekteydi.
Son günlerde yürüyüş güzergâhımı, ona sabahın ilk selâmını vermek için değiştirmiştim. Birkaç gün ona selâm vermekle o günkü yürüyüş programımı sona erdiriyordum. Onun benim bu tavrım hakkında neler düşündüğünü tam anlayamadım. Ama ben bu selâmlaşma faslından oldukça zevk almaya başlamıştım.
Sonraları artık o dostumu artık göremez oldum. Merak ettim ve onu, onun bizdeki meslektaşına sordum. Mehmet Amcadan onun hakkında aldığım bilgiler önceleri beni şaşırttı. “Nasıl olur, bu kadarı da olur mu?” diye hayretimi belirttim. Ama şaşkınlığım kısa zamanda geçti ve o dostumun bu dünyada herkesin yaşadığı bazı hüzün verici hâletleri yaşadığını anladım ve bundan ibret almamız gerektiğini düşünmeye başladım.
Daha ben sormadan bizim Mehmet Amca onun hakkında can alıcı bilgiler vermeye başlamıştı bile. Meğer onun kendisinden çektiği çok hayırsız bir oğlu varmış. Hatta geçenlerde herkesin gözü önünde babasına nâhoş olmayan davranışlarda bulunmuş. “Oğlunu neredeyse dövecektim” diye söylendi Mehmet Amca. İnsan olan insanın babasına bu şekilde davranmaması gerekirmiş. Doğru söylüyordu Mehmet amca.
“Peki şimdi nerede o?” diye sorumu yönelttim, o dostumun bizdeki meslektaşına. “Öldü, öldü” diye bana cevap vermesi tüylerimi diken diken etmişti. Kısa bir şaşkınlıktan sonra “Öyle mi? Allah rahmet etsin, mekânı Cennet olsun” şeklindeki sözler ağzımdan çıkmıştı. Bir kere daha ölümü bütün açıklığıyla hatırlamıştım bu karşılıklı konuşmadan sonra.
Zaten ne zaman uzaklaştık ki ölümden? Daha birkaç gün önce, beni ilk defa Nur dershanesine götüren yakınımın taziyesine gitmiştim. Daha dün bir kardeşimin kayınpederinin taziyesine gitmiş ve ruhlarına fatihalar göndermiştik. Ölümlerin sona ermeyeceğini, bizler bu dünyada kaldıkça daha çok taziyeye gidip, gidenlerin ruhlarına fatiha okuyacağımızı unutabilir miyiz?
Nihayet bir gün sıra bize de gelecek. Bir gün birileri bizim için de “Yahu o zat vefat etti” diyecektir. İnşallah, geri kalan dostlarımız bizi anınca “Allah rahmet ve mağfiret etsin” duâsını sözlerine ilâve edecek ve ruhlarımıza bir fatiha gönderme ihtiyacını hissedeceklerdir...
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|