|
|
Hüseyin EREN |
Yazı yaşamak |
|
Seçimdi geçimdi derken günler geçip gidiyor… Yazık oluyor yaza… Temmuz tükenişlerle esmerleşen tenimiz, imgelerle kavrulan zihnimiz, yorgun yüreğimizle yazın sonuna yaklaşıyoruz…
Avuçlarımızda tutamıyoruz güneş yemiş yaprakları… Kırılıyor, savruluyor zaman rüzgârlarında… Bir iç çekimlik anlarda yaşananlar, hatıralar denizine dökülüyor…
Çelişkiler çemberinden çıkıp da göremiyoruz güzellikleri… Göreceliğin yapraklarıyla sarılı güzel goncalar, görecek gözleri bekliyor… Bekleyemiyoruz, beklemesini bilmiyoruz; hızla koşuyoruz yetişemediklerimizin peşinden…
İsteklerimiz ıslık çalarken uzaklara, bugünler heder oluyor… Geçmişe baktığımızda ağladıklarımıza gülüyor, güldüklerimize ağlıyoruz… İki zaman arasında sıkışmış, olduğumuz yerde koşturuyoruz…
Tüketmekle tükendiğimizi düşünecek zaman kalmıyor hızlandırılmış hayatta… Hazır hazlarla avutulmaya, ninni düşüncelerle uyutulmaya, sentetik aşklarla kendimizden edilmeye alıştırılmışız bir kere, bırakamıyoruz… Biraz fark etsek yeni şırıngalar sürülüyor piyasaya, yine aynı şeyleri sayıklamaya devam ediyor; sunulanı düşünüyor, söyleneni konuşuyoruz…
Hayretlerle dolu hayatın yanından bayağı bakışlarla geçmek, dayatma düşüncelerle sığ ve sıkışmış yaşamak; hız çağının bize biçtiği elbise…
Bakışları güzelleştirdiğimizde düşüncelerimiz, düşünceleri güzelleştirdiğimizde hayatın lezzeti anlaşılacak… Anlaşılmaz kavram kirliliğiyle ziyan olan zihinler, güzelliği çok uzaklarda zannediyor…
Rüzgârın sesinde, bulutların nefesinde, denizin dalgalarında, martıların kanatlarında, çamların kokusunda, çınarların gölgesinde… Çiçeklerin yıldız ışıltısında, ayın ışığında, güneşin yedi renginde, kâinatın enginliğinde gizli güzellikleri keşfetmek; anda saklı ömürler…
Sisli uzaklara koşuşturma, hazır güzellikleri örtüyor… Örtülü ömürlerle tükeniyor yazlar, baharlar… Bugünleri bitirirken, kaçamadığımız kışa yaklaşıyoruz…
Bir nefeslik ömürde, bize ait hayatı, bize ait düşüncelerle yaşamak… Duygularını kâinatın rüzgârıyla özgürleştirmek… Dayatmalara karşı durmak, hazır hazlara razı olmamak; seçmemiz gereken yeni hayat tarzı…
Yazın yazık olduğunun farkındaysak, kalan günleri kurtarabilme fırsatı vardır demektir… Kışı karşılamak yazı iyi yaşamaktan, basmakalıp bakışları bırakmak, donuk düşünceleri değiştirmekten geçer… Geç değil yapılması gereken değişim; içinizdeki sesi dinleyin, o size söyleyecektir… Gelecek için iyi seçim, şimdiki güzel değişimdir.
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Son selâmlaşma |
|
Sabah namazını camide eda ettikten sonra, kısa bir yürüyüş yapmaya karar vermiştim o gün. Rabb-i Rahîme ibadet etme ihtiyacı içinde olan insanların uyanık olduğu, bu zarurî ihtiyacı önemsemeyenlerin ise gaflet yorganı altında uykuda olduğu bir andı.
Kuşlar yeni bir sabaha kavuşmanın neşesi içinde cıvıldaşıyor, kendi lisan-ı halleriyle Yaratıcılarını tesbih ediyorlardı. Karıncalar kendilerine verilen görevi yerine getirmenin aşk ve şevkiyle koşuşmaktaydılar. Esen lâtif rüzgâr, yeşilin bütün tonlarını nazarlarımıza sunan ağaçların dallarını sallandırıyor, yapraklarını raksa getiriyordu.
Uyanık olmanın hazzı bambaşkaydı sabah vaktinde. Bu vakitte uyanık olup, yeni bir günün güzelliğini müşahede eden bir kısım insanları etrafta görebilmek mümkündü. İşte o yaşlı kişi bunlardan biriydi. Ona önceki gün de selâm vermiştim.
Selâm verdiğim o şahsı tanımadığım halde, sabahın o vaktinde elindeki süpürgeyle kaldırımları temizlemesinden, onun mütevazi bir apartman görevlisi olduğunu anlamıştım. Böyle gariban insanları içimden hep takdir ederim. Çünkü onların gururlanmak gibi bir durumları olmazdı.
Ona selâm vermekle bir sünneti yerine getirdiğimi düşünmüş ve Allah için bir şey yapmanın sevincini yaşamıştım. O da selâmımı almış, ama yüzündeki çizgilerden pek de neşeli olmadığını anlamıştım. Mahzunâne bir hâli vardı. Kim bilir onun dünyasında hangi fırtınalar hüküm sürmekteydi.
Sonradan öğrendim ki, o yaşlı zatın seriütteessür olan kalbini kıran hayırsız evlâtları varmış. Belki o anda dünyanın ne kadar geçici ve yalancı olduğunu düşünüyordu. Belki de Rabbine kavuşmayı arzu ediyor, böylece dünyanın yaşanması zor sıkıntılarından ancak bu şekilde kurtulabileceğini düşünmekteydi.
Son günlerde yürüyüş güzergâhımı, ona sabahın ilk selâmını vermek için değiştirmiştim. Birkaç gün ona selâm vermekle o günkü yürüyüş programımı sona erdiriyordum. Onun benim bu tavrım hakkında neler düşündüğünü tam anlayamadım. Ama ben bu selâmlaşma faslından oldukça zevk almaya başlamıştım.
Sonraları artık o dostumu artık göremez oldum. Merak ettim ve onu, onun bizdeki meslektaşına sordum. Mehmet Amcadan onun hakkında aldığım bilgiler önceleri beni şaşırttı. “Nasıl olur, bu kadarı da olur mu?” diye hayretimi belirttim. Ama şaşkınlığım kısa zamanda geçti ve o dostumun bu dünyada herkesin yaşadığı bazı hüzün verici hâletleri yaşadığını anladım ve bundan ibret almamız gerektiğini düşünmeye başladım.
Daha ben sormadan bizim Mehmet Amca onun hakkında can alıcı bilgiler vermeye başlamıştı bile. Meğer onun kendisinden çektiği çok hayırsız bir oğlu varmış. Hatta geçenlerde herkesin gözü önünde babasına nâhoş olmayan davranışlarda bulunmuş. “Oğlunu neredeyse dövecektim” diye söylendi Mehmet Amca. İnsan olan insanın babasına bu şekilde davranmaması gerekirmiş. Doğru söylüyordu Mehmet amca.
“Peki şimdi nerede o?” diye sorumu yönelttim, o dostumun bizdeki meslektaşına. “Öldü, öldü” diye bana cevap vermesi tüylerimi diken diken etmişti. Kısa bir şaşkınlıktan sonra “Öyle mi? Allah rahmet etsin, mekânı Cennet olsun” şeklindeki sözler ağzımdan çıkmıştı. Bir kere daha ölümü bütün açıklığıyla hatırlamıştım bu karşılıklı konuşmadan sonra.
Zaten ne zaman uzaklaştık ki ölümden? Daha birkaç gün önce, beni ilk defa Nur dershanesine götüren yakınımın taziyesine gitmiştim. Daha dün bir kardeşimin kayınpederinin taziyesine gitmiş ve ruhlarına fatihalar göndermiştik. Ölümlerin sona ermeyeceğini, bizler bu dünyada kaldıkça daha çok taziyeye gidip, gidenlerin ruhlarına fatiha okuyacağımızı unutabilir miyiz?
Nihayet bir gün sıra bize de gelecek. Bir gün birileri bizim için de “Yahu o zat vefat etti” diyecektir. İnşallah, geri kalan dostlarımız bizi anınca “Allah rahmet ve mağfiret etsin” duâsını sözlerine ilâve edecek ve ruhlarımıza bir fatiha gönderme ihtiyacını hissedeceklerdir...
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Seçim boyası yetmez. Oy kullanan her vatandaşın önüne kırmızı halılar serilmeli bundan sonra. “Tebrik ederiz, vatandaşlık görevinizi yaptınız. Demokrasiye hizmet ettiniz” diye plaket verilmeli. Özel olarak spot ışıkları getirilemese de, en azından sokak lambaları üzerine doğrultulmalı. Bütün kanallar mikrofonlarını uzatıp, “üzerine düşeni yapmış, sorumluluk sahibi” birine ne sorulursa onları sormalı. Üstünden büyük bir yük kalkmış gibi hisseden vatandaş, yolda başı dik bir şekilde yürümeli. Ertesi gün gazetelere manşet, televizyonlara birinci haber olmalı. “Hmmm.. De
mek dünkü seçimde oy verenlerden biri de sizsiniz ha” demeli “duâyen” gazeteciler, gözlüklerinin üstünden bakarak ve kime oy verdiğine bakmayarak.
Oy veren vatandaş, kelimelerini özenle seçerek ve özenle seçtiği her kelimenin üzerine basa basa, teker teker anlatmalı nasıl oy kullandığını.
“Sözünüzü balla kestim” diye araya giren gazeteci, sandık başına giderken nasıl giyindiğini, hatta bir gün önce başını yastığa koyarken neler düşündüğünü sormalı.
Seçmen, bütün bu sorulara bütün samimiyetiyle ve iftiharla cevap vermeli.
İster o iki seçmenden biri olsun, ister oyu yok sayılmış olsun; aynı değerle karşılanmalı.
Program sona ererken, “Bir dahaki seçimde görüşmek üzere” diyen gazeteciye hiddetlenmeli vatandaş, “Ne yani, seçimden seçime mi?” diye sormalı.
Her hakkı çiğnendiğinde, her yok sayıldığında, her “dengeler” lâfını, “kurumsal mutabakat” tamlamasını işittiğinde onu tekrar tekrar görmeliyiz. Kalabalıkları yararak çıkmalı karşımıza. Bütün ışıklar, kameralar yüzüne dönmeli. Mikrofonlar uzanmalı ve hakkı yenmiş, vefasızlık görmüş, iyi gün dostluğuyla karşılaşmış herkes gibi kırgın, üzgün ve öfkeli konuşmalı.
Seçilenler korkudan tir tir titremeli. E-muhtıra yayınlamaya hazırlayanlar, bilgisayarlarının fişini çekmeli. Sert açıklama yapmak üzere olanlar kem küm etmeli. Ve seçim boyalı parmağını uzata uzata konuşmalı seçmen.
Seçmen konuşmalı ve herkes susmalı.
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Şükür ve sabır |
|
Mülk Sûresi’nin ikinci âyetinde “O Allah ki ölümü ve hayatı, hanginiz daha güzel amel işleyecek diye yarattı” buyurulur.
Demek hayat bir imtihan. Kul iki türlü imtihana tabi tutulur: Biri şükür, biri de sabırdır. Allah bazan kuluna nimet verir şükre; bazan da belâ ve musibet verip sabra dâvet eder. Şükreden de, sabreden de imtihanı kazanır. Şükretmeyenle sabretmeyen ise kaybeder. Bunun içindir ki Hz. Ömer “Bana zengin olup şükretmek mi, fakir olup sabretmek mi istersin?” deseler, “Ben ikisine de razı olurum” der.
İmtihanın muhatabı insan. Şükür ve sabrın mükâfatı ise ebedî saadet. Hayat ise şükrü ve sabrı gerektirecek nimet ve musibetle iç içedir. Hem şükür, hem de sabırla mükelleftir insan.
Birgün Hz. Ömer kör, sağır, dilsiz ve cüzzamlı bir adama rastlamış, “Bu adamda görebildiğiniz Allah’ın bir nimeti var mı?” diye sormuş; onlar da, “Yok” demişlerdi. Hz. Ömer “İdrarını rahatça yapabilmesine ne dersiniz? Ya yapamasaydı? İşte bu Allah’ın bir nimeti” demişti.
Birgün Resûlullah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer yatalak bir adama rastlamışlardı. Herbiri bineklerinden inip, sıhhat ve âfiyet nimetini ihsan eden Cenâb-ı Hakk’a secde etmişlerdi.
Böylesine bir kısım nimetlerden mahrum kalan kimseleri görünce kendisini o tip musibetlerden kurtaran Rabbine şükreder insan. Bizzat o musibete maruz kalan insan da sabrettiğinde büyük mükâfâtlara nâil olur. Meselâ göz nimetine sahip olan, onu helâl dairede kullanmak şükrünü yerine getirirken; ondan mahrum kalan da bunun bir imtihan vesilesi olduğunu düşünüp sabredecektir. “Cenâb-ı Hak buyurur ki: ‘Herhangi bir kulumu gözlerinden mahrum etmek gibi bir imtihana tabi tuttuğumda sabrederse, gözlerinin mükâfatı olarak onu Cennete korum.” (Buhârî’den, Riyâzü’s-Sâlihin, 1:66.)
Hangi musibet olursa olsun, hatta yorgunluk, hastalık, düşünce, üzüntü, acı ve kaygıdan, bir dikenin batmasına kadar kulun başına ne gelirse gelsin hatalara keffâret olmaktadır. (Buhârî ve Müslim’den; Riyâzü’s-Sâlihin, 1:68.)
Daha fazla söze ne hâcet! Kur’ân, Bakara Sûresi’nin 155. âyetinde; bir takım korku; açlık; canlardan, mallardan ve ürünlerden eksiltmekle deneneceğimiz belirtiliyor ve sabredenlere mükâfatlar verileceği vaad ediliyor.
Evet, şükür ve sabır imtihandan geçiyoruz.
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Yirmi dört bin senelik yörüngede yol almak |
|
Hatay’dan okuyucumuz: “33. Sözün 22. Penceresinde bahsi geçen, ‘Hangi tesadüf şu acaib-i masnuât ile dolu sefine-i Rabbaniyeyi bir meşher-i acaib yaparak yirmi dört bin sene bir mesafede, bir senede sür’atle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?’ cümlesindeki yirmi dört bin seneden maksat nedir? Bu konuyu biraz açarsanız memnun olurum.”
Otuz Üçüncü Söz’ün Yirmi İkinci Pencere’si yerküredeki tevhid âyetlerini nazara veriyor. Bedîüzzaman Hazretleri bu derse, yerkürenin yüz bin ağzı bulunduğunu, her bir ağızda yüz bin dilin yer aldığını, her bir dilde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, ilmini, iradesini ve sair sıfatlarını gösteren yüz bin zikir, tesbih ve delil bulunduğunu kaydederek başlıyor ve yerkürenin anatomisini coğrafya ölçüleriyle işliyor.
Bu Pencere’de bildiriliyor ki, yerkürenin yaratılış öncesine baktığımızda, akan bir sudan taş ve taştan toprak yaratıldığı anlaşılmaktadır. Eğer su olarak kalsaydı mesken edilmeye ve yaşanmaya kabil olmazdı. Eğer taş olduktan sonra demir gibi sert kalsa idi, istifade edilmezdi. Öyleyse yeryüzünü yaşanıp istifâde edilecek toprakla doldurarak canlıların ihtiyaçlarını gören elbette Sân-i Hakîm’dir.
Toprak tabakasının üzerine; içinden gelen zelzeleler ve sarsıntılar yerküreyi hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın ve yerküre teneffüs etsin, denizin istilâsından karaları kurtarsın, canlılara lâzım olacak hayat maddeleri için birer hazine olsun, havayı tarayarak zehirli gazlardan temizlesin, suları içinde biriktirip depolasın ve canlılar için lâzım olan sair madenlere kaynaklık etsin diye dağlar direği dikilmiştir. İşte yerkürenin bu vaziyeti, doğrudan, yüksek hikmet ve sonsuz kudret sahibi Allah’ın varlığına ve birliğine kesin bir delil teşkil etmektedir.
Bu bilgileri verdikten ve bütün dikkatleri hikmetle yaratılmış yerküre üzerine çektikten sonra Üstad Bedîüzzaman Hazretleri soruyor: “Ey coğrafyacı efendi! Bunu ne ile izah edersin? Hangi tesadüf şu acaib-i masnuât ile dolu sefine-i Rabbaniyeyi bir meşher-i acaib yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede, bir senede sür’atle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?”1
Yerküremiz, saniyede otuz kilometrelik (saatte yüz sekiz bin kilometrelik) bir hızla, yaklaşık bir milyar kilometre olan güneş etrafındaki yörüngesini üç yüz altmış beş günde, yani bir yılda alıyor. Demek oluyor ki, yerküremiz üç yüz altmış beş defa kendi ekseni etrafında dönerken, bir defa güneş etrafında dönüyor.
Dünya gezegeninin dört ayrı hareket sergilediği gözleniyor. 1- Kendi ekseni etrafında dönüyor. 2- Diğer gezegenlerin etkisiyle güneşle birlikte yörünge içi dengesiz hareketlerde bulunuyor. 3- Güneş etrafında dönüyor. 4- Güneşle ve sâir gezegenlerle birlikte saniyede yirmi kilometrelik (saatte yetmiş iki bin kilometrelik) bir hızla Herkül takımyıldızının sınırında bulunan bir noktaya doğru ilerliyor.2
Yerküre baş döndürücü hızıyla bir Mevlevî gibi raks ede ede dönerken, üzerinde dizilmiş eşyaları dağıtmıyor, sırtında yaşayan canlılara zarar vermiyor, insanları korkutmuyor, hayvanları ürkütmüyor; tam aksine çok rahat bir beşik gibi, müşfik bir ana kucağı gibi hiçbir sarsıntı hissettirmeksizin dönüyor, dönüyor, dönüyor.
Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, yerkürenin güneş etrafında aldığı bu uzun yörüngenin ölçüsünü verirken bir fıkıh terimi kullanarak, yaklaşık bir milyar kilometreyi, yirmi dört bin senelik bir mesafe olarak nazarlara sunuyor.
Bu, şu demektir: Normal bir hızla yaya yürüyen bir insan altı saatte yaklaşık otuz kilometre yol alır, on sekiz saatte (yani dinlenme süreleri ile birlikte üç günde) ise doksan kilometrelik yol alır. Doksan kilometrelik yola çıkan bir insan, bu mesafe ile seferîlik haklarından yararlanır.
Gelelim hesaplamaya: Bir yılda üç yüz altmış beş gün vardır. Bir gün yirmi dört saat hesabıyla, üç yüz altmış beş gün, sekiz bin yedi yüz altmış saat ediyor. Bu hesabı yürüttüğümüzde, normal bir hızla yaya yürüyen bir insan, yerkürenin yaklaşık yörünge uzunluğu olan bir milyar kilometreyi yirmi dört bin senede alıyor.
Demek yerküremiz insan yürüyüşü hızıyla yol alsaydı, güneşin etrafındaki bir turunu yirmi dört bin senede tamamlayacaktı. Ya da, yirmi dört bin seneye bir sene diyecektik.
Oysa yerküre saatte yüz sekiz bin kilometre hız yaparak, güneş etrafındaki uzun mesafeyi bir senede alıp geçiyor. Böylece insanın yaya yürüyüşüne göre yirmi dört bin sene tutacak olan bir mesafeyi, yerküre bir senede gezmiş ve üzerinde yaşayan emanet-i kübrâ sahibi halifeleri gezdirmiş oluyor. Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, bir “sefine-i Rabbanîye” olduğunu eksiksiz göstermiş oluyor.
Bu eşsiz uzay gemisinde, bize eşsiz bir uzay seyahati ikram eden Allah’a sonsuz hamd olsun. Âmin.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 616
2- Hachette, 12/4711
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Sözümüzün arkasındayız! |
|
Seçim sonuçları hayırlı osun. Tıpkı, 3 Kasım 2002 seçim sonundaki gibi diyoruz: Millet öyle veya böyle, AKP’yi seçtiğine göre saygı duymalı; başarılı olması için yardımcı ve duâcı olmalı! Bununla birlikte, güzel icraatlarını tebrik, yanlışlarını tenkit ile iyiye yönelmesi için teşvik etmeye devam edeceğiz.
Ne yazık ki, beş sene boyunca gücü ile orantılı olarak millî-manevî değerlere pek bir katkı sağladığı; problemlere çare ürettiği söylenemez. Bunu AKP de iddia etmiyor zaten. Umarız, bundan sonra seçmenin tanıdığı şansı iyi değerlendirir.
Öyle ise, millet niye tekrar seçti? Sebeplerini uzmanlar derinlemesine tahlil edecektir. Şu kadarını söyleyelim: Hemen her devre millet iki dönem tanır. (Rahmetli Menderes’e üç dönem tanımıştı…) Daha önce AKP’lilerle yaptığımız ankette bütün beklentilerinin “ekonomi, istikrar, maddî meseleler” üzerine odaklandığını da tesbit edip, yazmıştık. “Yorgan gitti, kavga bitti; iktidar geldi; manevî meselelerde beklentileri bitti!” diye yorumlamak çok mu ağır? Öyle ise, vatandaş, başka konuları da hesaba katarak beklentileri için ümidini korudu ve tekrar “ekonomik, maddî istikrar!” dedi, diye yumuşatalım. Dönelim sözümüze:
AKP’nin tekrar kazanması, demokratların kaybetmesi; uyardığımız hususta haklılığımızı ispat etmez mi? Dedik ki, iç ve dış odaklar; 22 Temmuz’da AKP üzerinden bir tuzak kurdu; bozalım. Neydi bu tuzak? Başta başörtüsü, imam-hatip ve katsayısı adaletsizliği, Kur’ân kursları yaş snırı vs. pek çok hak ve hürriyetler meselelerinde hiçbir iyileştirme, icraat yapmayan, hatta söz dahi vermeyen; ancak belli çevrelerin ve dış bağlantılarının ekonomisini/menfaatlerini inanılmaz derecede iyileştiren, gözeten; siyaseten tecrübesiz AKP’yi, iktidara getirecekler ve istedikleri tavizleri koparacaklar! Bunlarla istedikleri gibi siyasî kamuoyu oluşturuyorlar.
Bunu anlamak için süper zekâ olmak gerekmez; şu soruyu kendimize sormak yeterli: İktidar yıprandığı halde, nasıl olur da AKP, milletin temel meselelerine çare üretmemişken oylarını yükseltir? Milletin değerleriyle ters düşen, yasakları savunan jakoben laik çevreler, gazeteler, televizyonlar, köşe yazarları, yorumcular, anketler, internet siteleri, ajanslar ve bütün kitle iletişim vasıtalarının ona övgü yağdırmasını; ‘kazanacak, kazanacak’ propagandasını yapmasını ne ile izah edebiliriz? Aynı partide bile rakipler, birbirini yıpratmak için ortaya bir şeyler atar! Nasıl oldu da AKP hakkında, ufak-tefek, ses getirmeyecek bir iki hadise dışında; sahte de olsa hiçbir belge gelmedi? Size de garip gelmiyor mu bu?
Nasıl olur da, dış çevreler; AKP’ye inanılmaz derecede böylesine bir destek verdi? Babalarının mı; Türkiye’nin hayrına mı? Zafer sarhoşluğunu bir kenara atıp, hepimiz ve özellikle AKP’liler hassasiyetle tahlil etmeli, ona göre stratejiler geliştirmeli; oyunlarını bozmalı!
Şunu görmüyor muyuz acaba? Seçimden önce Türkiye’de toplanan ve dünya ekonomisine, siyasetine yön verenlerin teşekkülü Bilderbergçiler, turistik bir gezi için Türkiye’ye gelmedi. 10 sene sonrasının planlarını yapan, satranç taşlarını ona göre oynayan ABD’nin (CIA’nın, diğer think-tank kuruluşlarının, Bilderbergçiler’in, BOP’çilerin) önümüzdeki günlerle ilgili planları da vardır. Birinci hamleyi iyi oynadılar! Acaba nasıl bir hükümet modeli için, kime nasıl bir rol biçtiler? Özellikle AKP çok daha dikkat kesilmeli.
Tuzağı bozmanın yolu olarak da bazı âyet meâllerini nazara vermiştik. Birisi: “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.”2 Hayfa ki, tuzakları bozamadık! Viyana’yı kuşatan Merzifonlu Mustafa Kara Paşa’ya malzemeleri göndermeyen rakipleri; kuşatma sonuçsuz kalınca “Paşanın kellesi gitti!”, vezirlik sırası kendilerine gelecek diye sevinçten mendilleri çıkarıp oynamıştı! Viyana da, Kara Mustafa Paşa da gitti! Oynayanlar iktidar oldu, ama, Osmanlı ondan sonra zaaflar zincirini devam ettirdi! Tarihten ibret alınsaydı, hiç tekerrür eder miydi?
Birinci tuzağı bozamadık! Bari, “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Bir de içinizde öyle bir topluluk bulunsun ki, onlar insanları hayra çağırsın. İyiliği tavsiye edip, kötülükten sakındırsın…”3 meâlindeki âyetleri hatırdan çıkarmayalım!
Dipnotlar:
1- Sünûhat, s. 64.; 2- Enfal Sûresi: 30.; 3- Al-i İmran Sûresi: 103, 104.
24.07.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yedi partili Meclis'te tek parti iktidarı |
|
Pazar günü yapılan genel seçimler, partilerin sıralamasını değil, ancak oy oranları itibariyle ortaya sürpriz neticeler çıkardı.
Son güne kadar açıklanan anketlerin, yapılan tahminlerin hemen tamamı, sandıktan iktidardaki AKP'nin yine birinci, CHP'nin ikinci, MHP'nin üçüncü, DP'nin dördüncü, GP'nin beşinci ve SP'nin ise altıncı parti olarak çıkacağı yönündeydi.
Bunlara ilaveten, bağımsız adayların da grup kuracak bir çoğunlukla Meclis'e girebilecekleri ve bunun sonucu olarak eskisinden çok farklı bir Meclis tablosunun teşkil olunacağı ifade ediliyordu.
Sıralama itibariyle, tahminlerin büyük ölçüde gerçekleştiği aşikâr. Ne var ki, partilerin almış oldukları oy oranları önemli ölçüde yanıltıcı ve şaşırtıcı oldu. Tahminler, MHP dışındaki diğer partilerin oy oranlarında yanıldı denilebilir.
İktidar partisinin oylarını artırması, şaşaalı "Cumhuriyet mitingleri" ve DSP ile yaptığı seçim işbirliğine rağmen CHP'nin (üstelik anamuhalefet iken) yerinde sayması, diğer partilerin ise büyük oy kaybına uğraması, pekçok kimse için şaşırtıcı oldu.
7+1 partili Meclis tablosu
Sandıktan çıkan neticeye göre, yeni Meclis'te en az yedi parti temsil edilmiş olacak: AKP, CHP, MHP, DSP, DTP (A. Türk), BBP (M. Yazıcıoğlu) ve ÖDP (U. Uras.)
Bu tablonun bir de artısı var: O da Rize'den bağımsız milletvekili seçilen Mesut Yılmaz. Yılmaz, muhtemelen ya bir partiye geçecek veya yeni bir parti kurmaya çalışacak.
Bu takdirde, bir partinin tek başına iktidar olduğu yeni Meclis'in siyasî yapısı, tam tamına sekiz parçalı olacak. (NOT: Halen tutuklu bulunan bir bağımsız milletvekili var. Onun nihaî durumu henüz kesinlik kazanmadı. Meclis'e girip girmemesi, hakkında verilecek olan hükme/karara bağlı.)
Her şeye rağmen, ortaya çıkan neticeye saygı duyarak, bu neticenin ülkemize, milletimize hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
Demokrat'ın durumu
Yeni Meclis tablosunun içinde, altmış yıllık Demokrat misyona bağlılığını alenen deklare etmiş olan DP yok. Bu parti, yüzde 5.5 ve 2 milyon civarındaki oy miktarıyla Meclis dışında kaldı.
Aldığı oylar, bağımsız seçilen 27 milletvekilinin almış olduğu oyların toplamından daha fazla olmasına rağmen, seçim barajı sebebiyle, Meclis'te temsil edilemiyor.
Yaşanan mağlûbiyetin sebeplerini, partinin yetkili kurulları toplanarak elbette değerlendirecek. Ayrıca, bundan sonrası için yeni bir lider ve kadro teşkili ile yeni bir strateji belirleyerek yoluna devam edecek.
DP'nin durumu ile ilgili bir tesbitimiz şudur:
1) Her şeye rağmen bu partiye oy verenlerin oranı yüzde 5.5.
2) Demokrat olduğunu ve bu partiyi tasvip ettiğini söylediği halde, barajı aşamayacağı gerekçesiyle başka partilere oy verenlerin oranı da en az yüzde 5.5.
3) Yine bu parti misyonunu tasvip ettiği halde, değişik sebeplerle M. Ağar'ın şahsını veyahut siyasî duruşunu sevmediği ve tasvip etmediği için başka partilere oy verenlerin nisbeti yine yüzde 5.5 civarı.
Evet, potansiyel olarak DP'nin yüzde 15'ler civarında oy nisbetinin halen mevcut olduğuna kanaat getiriyoruz. Bu potansiyelin ayrıca bir sinerji kuvveti vardır ki, o da ancak bir "mükemmel reis"in başa geçip kıratı şahlandırması ile açığa çıkabilecek.
Bakalım, DP'nin yanı sıra mağlubiyeti tadan CHP, GP ve SP'de ne gibi gelişmeler yaşanacak.
GÜNÜN TARİHİ 24 Temmuz 1908
Meşrûtiyet'in resmî ilânı
Meşrûtiyet, 32 yıl aradan sonra Sultan II. Abdulhamid'in fermânıyla ikinci kez ilân edildi.
Meşrûtiyetin bu resmî ilânıyla birlikte, otuz yıldır süren istibdat devri sona erdi, Kànun–u Esâsî (Anayasa) yürürlüğe girdi, yeni partiler kurulup Meclis–i Mebûsan tekrar faaliyete başladı.
* * *
Meşrûtiyet'in Hürriyet ile birlikte şifâhen ilânı, bir gün evvel Manastır (Niyazi Bey) ve Selânik'te (Enver Bey) tahakkuk etmişti.
Bu tarih, Rumî 10 Temmuz, Milâdî ise 23 Temmuz gününe tekabül ediyor.
O zamanlar Rumî tarih revaçta olduğundan, Hürriyet ve Meşrûtiyet'in ilânından bahis açıldığında, daha ziyade "10 Temmuz hareket–i mesûdânesi" diye söz edilirdi.
* * *
Hürriyet ve meşrûtiyetin ilânı, her ne kadar kansız gerçekleşti ise de, bu muzafferiyetin sağlanması hiç de kolay olmadı.
Bu uğurda uzun yıllara dayanan bir mücadele süreci var. Namık Kemâl, 1888'de vefat etmiş olmasına rağmen, hemen bütün ömrü bu yolda vermiş olduğu gayretli hizmetlerle geçti.
Dolayısıyla, bu büyük dâvânın fikrî/siyasî arka planında Namık Kemâl ve arkadaşlarının geldiğini unutmamak gerek.
1900'lü yılların ilk başlarında ise, hürriyete ve meşrûtiyet hareketini askeriyede Enver ve Niyazi Beyler, içtimaî sahada Mizancı Murad ve Prens Sabahaddin Beyler ile ilmî cenahta Bediüzzaman Said Nursî'nin hakkıyla temsil ettiğini görmekteyiz.
Üstad Bediüzzaman'ın, 33 yıldır uğrunda mücadele verilen Meşrûtiyet'in ilânından sadece 6–7 ay kadar evvel İstanbul'a geldiğini ve gelir gelmez ilminden, isminden, fikirlerinden söz ettirdiğini özellikle hatırlatmak isteriz.
* * *
Bütün bunlara ilâveten, Üstad Bediüzzaman'ın Hürriyet ve Meşrutiyet'in ilânından hemen sonra meydanlara çıkıp bu meyanda nutuk irad eden ilk şahsiyet olduğu tarihin kayıtlarında mevcuttur.
Hem, onun "Hürriyete hitap" isimli nutku öylesine benimsendi ki, Enver ve Niyazi Bey gibi kahramanlar, onu derhal Selanik'e dâvet ederek, aynı nutku oradaki Hürriyet Meydanında tekrarlamasını istediler.
Neticede, kendisi de bu dâvete icabet ederek oraya gitti ve hizmetini ifâ eyledi.
Bilâhare, hayırlı her işte olduğu gibi, hürriyet ve meşrûtiyetin önüne de bazı muzır mâniler çıktı. İstibdat daha da şiddetlendi. Vesâire...
Ne var ki, bu menfiliklerin hiçbiri meşrûtiyetin ruhundan, özünden kaynaklanmadığı gibi, görülen zarar ve zulümler ise asıl meşrûtiyet düşmanları tarafından kast–ı mahsusla işlendi. Ta ki, meşrutiyet gelişmesin, kanlı boğuşmalar içinde silinip gitsin... Bu önemli noktanın da altını çizmekte fayda var.
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kazanan da olur, kaybeden de |
|
22 Temmuz 2007 Pazar günü yapılan seçimlerle millet bir defa daha iradesini ortaya koydu. Seçimin olduğu yerde, kazanan da olur, kaybeden de. Sandıktan çıkan neticelere bakılırsa, iktidar partisi AKP, bir dönem için daha milletten ‘vekâlet’ almış durumda. Hem de oy nisbetini arttırarak.
MHP ve ‘bağımsızlar’ da kazananlar listesinde yer alırken, en başta ‘ana muhalefet partisi’ CHP olmak üzere diğer muhalefet partileri de ‘kaybeden’ler listesinde yer aldı. Demokrat Parti de hedeflediği oyu alamayarak barajı aşamadı. Neticede DP Genel Başkanı, görevinden istifa ettiğini açıklayarak bir anlamda sorumluluğu üstlendi.
Geride bıraktığımız milletvekili genel seçimlerinin sonuçları elbette uzun süre tartışılacaktır. Bütün neticeleri bir günde, bir haftada ya da bir ayda değerlendirmek bile mümkün değil. Gerek ‘kazananlar’ ve gerekse ‘kaybedenler’ listesinde yer alan siyasî partiler bu neticeyi her yönüyle tahlil edecekler ve etmelidirler.
Ancak ortada bir vak’a var: Kanaatimizce bu seçimlerin en büyük mağlûbu, ömür boyu ana muhalefet görevini yapan CHP’dir. CHP’nin aldığı oy oranının bir önceki seçime göre kısmen artması ne kendisini, ne de sevenlerini memnun ve mutlu etmemiştir. Çünkü seçim öncesi estirilen havaya göre pek çok ‘etkili kişi’, CHP’nin oy patlaması yapacağını umuyordu. Milletin değerlerinden habersiz ‘etkili kişi’lerin bu beklentisi ve tahmini yerlebir oldu. Seçim öncesi DSP ile yapılan bütünleşmenin de CHP’yi ya da ‘sol’u kurtarmaya yetmediği ortaya çıktı. Bu durum, seçimlerin değerlendirilmesi gereken en önemli maddesini teşkil ediyor.
MHP’nin aldığı oylar da en başta MHP’lileri memnun etmeye yetmemiş görünüyor. Partiden yapılan ilk açıklamalar bu yönde. 2002’deki seçime göre oy oranları artmış olsa da, 1999’daki seçimlerde aldıkları oy oranına ulaşamamış durumdalar.
Yeni Meclis, çok sesli ve çok renkli görüntülere sahne olacak. İktidar partisi, daha fazla gruplarla mücadele etmek durumunda. Bağımsızların Mecliste grup kurması, Meclis çalışmalarını etkileyebilir. DSP’lilerin de CHP’den ayrılması mümkün görünüyor. Çünkü DSP kontenjanından seçilen milletvekilleri (meselâ, Ahmet Tan), daha ilk akşam “Biz DSP’liyiz, CHP adına konuşamayız” diyorlardı. Milletvekili seçildikleri partilere sahip çıkmayan DSP’lilerin, Meclis’te CHP sıralarında oturması düşünülmemeli.
Genel Başkanının görevinden istifa etmesiyle birlikte, DP bir anlamda ‘bedel’ ödemiş oldu. Şimdi gözler seçimin asıl mağlûbu CHP’de. Bakalım CHP bu mağlûbiyeti sineye mi çekecek, yoksa ciddî bir muhabese yapabilecek mi?
Medya da seçim mağlûpları arasında sayılabilir. Çünkü geçen seçimin sürpriz partisi Genç Parti’nin bu seçimde de yine sürpriz yapacağını ve barajı aşacağını yazıp durmuştu. GP de söndü.
Millet tercihini ortaya koydu. Şimdi sıra vekâleti alan partilerde...
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Siyasetin yeni sonuçları |
|
22 Temmuz seçimlerinin, olaysız ve medenice bir yarış içinde geçmesi, en önemli kazanç. Oldukça fazla yarışçı vardı bu seçimde. Kesinleşen gayriresmî sonuçlara göre, üç parti doğrudan Meclise girecek şekilde barajı aştılar. Bunlar AKP, CHP ve MHP. Bunların dışında CHP kanatları altında Meclise örtülü giren bir de DSP var.
Dört parti lideri de bağımsız listelerden parlamentoya girmiş bulunmaktadır. Eski ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve ÖDP eski Genel Başkanı Ufuk Uras bu çemberi kıranlardan.
Direkt üç parti, dolaylı beş parti temsilcisi Meclise girmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla Mecliste seçmenlerin temsil oranı yüzde 80’in üstünde bir katılım noktasına ulaşmıştır. Meclisin tek boşluğu Demokrat Parti temsilinin oluşamamasıdır.
Bu fotoğrafa bakıldığında, siyasetin iki kutuplu dengesi bozulmuştur. AKP başarısını ispatlamıştır. Beş yıllık iktidarının sonunda, yeniden milletten güven oyunu almıştır. Oyunu arttırmıştır. Bunun sebepleri, sadece icraat başarısı değildir elbette. Demokratik mekanizmaya yapılan müdahaleler, atanmışların vesayetinde kurumların halka rağmen halkı idare etme cüretine ve cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki anti demokratik anayasal hilelere karşı, milletin tepkisi sandığa yansımıştır.
Sivil siyasetin tepki dozajı ve algılama düzeyi, parlamenter sisteme sahip çıkması, örtülü ve açık askerî müdahalelere de bir cevap niteliğindedir. Umarım, AKP bunu sivil bir anayasa için erkenden referansa dönüştürür.
Merkez sağın, ya da ANAP ve DYP yönetimlerinin, temel doğrularına ve geçmiş miraslarına rağmen, yaşanan olumsuz süreçler ve kurulan tuzaklar sandığa yansıdı. Taban gönül bağını koruyup, tepkisini ortaya koydu. DP, yeni yapılanma sürecini başlatacak bir dönemin hazırlıkları ve altyapısıyla uğraşacağa benziyor.
CHP’ye gelince, devletçi rejim korumacılığı ve toplumun değerleri ile çatışan hileli ve tuzaklı kurumlar arası fırsatçılığı bir kere daha iflâs etmiştir. Sol entelektüel bölünmüştür. Bağımsızların bir kısmı CHP tabanlı bir protestoyu seslendiriyorlardı. Solun kendi içinde tutarsız ve muhtıralara göz yuman tavrı ve tutumu, halk tarafından cezalandırılmıştır. Artık, laiklik istismarına din karşıtlığını yerleştirmenin mümkün olmadığı görülmüştür. Zaten Bitlis ve Yozgat illerinde merkez sağın adayları ile seçime girmesine, başörtüsü dağıtmasına rağmen vatandaşın sempatisini alamamıştır.
Benzer şekilde, bölgesel gücünü ve etnik tabanını bağımsızlarla Meclise taşıyan DTP, bundan sonra daha temkinli ve ehlileştirme sürecine gireceğe benziyor. Zaten, AKP’nin doğuyu DTP alternatifsizliğinden çıkarması, hatta önüne geçmesi, halkın teveccühü, güneydoğuda huzurdan yana bir rahatlama göstergesidir. Bu şekliyle demografik açıdan bölgenin izolasyondan kurtulması sosyal siyaset açısından çok gerekliydi. Doğu ve güneydoğu, etnik bir tercihin dışında olduğunu bir daha göstermiştir.
MHP ise, eski katı söylemlerini yumuşatmanın ve merkeze göz kırpan adaylara öncelik vermesinin sonuçlarını toplamıştır. Şehit aileleri, son günlerdeki terör tırmanışı ve merkez sağın zafiyetleri, MHP’nin oyunu arttıran sebepler arasında zikredilebilir. Çok yalın bir ifadeyle, merkeze yaklaşan oyunu arttırıyor.
Yüzde 3’ü bile hak etmeyen Genç Parti’nin siyaset sahnesinde gerilemesi de güzel bir gelişme. Kirli siyasetin hâlâ oy alması, ciddî bir talihsizlik. Sağduyulu halkın gündeminden çıkması, tabansız parti özelliğiyle geri gitmesi önemli bir seçmen kararlılığıdır.
Saadet Partisi, millî görüşçülerin kısmen AKP’den tasfiye edilmesi ile hırçınlaşıp muhalefet dozajını arttırma hamlesine girdi. Erbakan’ın kendine has üslûbuyla AKP’ye yüklenme biçimi seçmen nezdinde tasvip edilmemiştir. Eski oylarında kalmış ve gündemi kaybetmiştir.
Sonuç olarak; seçmenin mesajları:
1- Atanmışların ve kurumların, siyasetin demokles kılıcı olmasına müsaade etmemiştir. Siyasetin mecrasını halk belirleyecektir.
2- AB süreci, yavaşlamaya rağmen kabul görmüştür.
3- Siyaseti kurumsal bir takım oyununa dönüştüremeyen partiler gerilemiştir.
4- İktidar, son sözlerini ve sivil söylemlerini gerçekleştirsin diye onay almıştır.
5- Vatandaşın modernleşme, demokratikleşme ve inancıyla yaşama üçgeni belirginleşmiştir.
6- Kemalizmin dayatmaları ve payandaları, halk karşısında mahcup düşmüşlerdir.
7- Kültürel farklılık, inanç özgürlüğü, muhafazakâr değerler ve demokratik gelişim arzusu kendini ifade etmiştir.
8- Merkezin oluşumu ve sahiplenme süreçleri ile mirasçıların yeni süreçlerdeki sonuçları ise yarışa dönüşmüştür.
9- Kurumlar arası mutabakat yerine halkın mutabakatı ile demokratik açılımlar hızlanacaktır.
10- Liderlerin seçimleri kazanmadan duramayacakları ikinci kez geleneğe dönüşmüştür.
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Seçim sonrası |
|
Bir seçimi daha geride bıraktık. Sandıktan çıkan sonuçların yorumları devam ediyor. Birkaç gün daha sürer. Ondan sonra da epey zamandır çözüm bekleyen sorunlar, en âcil olanlarından başlayarak gündeme gelmeye başlar.
Biz de kısa bir değerlendirme yaparsak...
Evvelâ: Seçimin yaz ortasında yapılmasına rağmen yüzde 80’i aşan yüksek bir katılımla gerçekleşmesi, halktaki demokrasi bilincinin ulaştığı boyutu da göstermesi açısından sevindirici. Sorunların çözümünü demokrasi dışı yollarda değil, sandıkta arayan anlayış kökleşiyor.
İkincisi: Halk, seçimi bir laiklik ve Atatürkçülük referandumuna çevirmek isteyen anlayışa itibar etmediğini, hadiseyi bu zemine çekmeye çalışan CHP’nin milletvekili sayısını ciddî şekilde aşağı çekerek ortaya koydu. Üstelik DSP ile yapılan seçim işbirliğine ve laiklik mitingleriyle estirilmeye çalışılan mâlûm rüzgârlara rağmen.
Üçüncüsü: AKP’nin oy oranını üçte bir arttırarak yüzde 46.6 gibi bir seviyeye çıkmasında, küresel sermayenin cömert sıcak para akışını sürdürmesi, yerli ve yabancı medya desteği, cumhurbaşkanı seçimindeki antidemokratik dayatmalar ve bu partiye karşı halka güven verecek kuvvetli bir alternatifin hâlâ ortaya çıkamayışı gibi faktörler bilhassa belirleyici oldu.
Dördüncüsü: MHP’nin hayli ciddî bir oy artışıyla parlamentoya girmesinde, terör olaylarıyla şehit cenazelerindeki artışın ve “Vatan elden gidiyor” yaygarasının önemli etkisi oldu. Bu etkenlerde, AKP’nin beş yıl önce sıfır terörle devraldığı ülkenin tekrar terör kâbusuyla yüz yüze gelmesine zemin hazırlayan, AB ve özelleştirme konularında da ulusalcı tepkileri tetikleyen politikalarının büyük payı var. İşin garip tarafı, 17 Aralık 2004’te müzakere tarihi alındıktan sonraki süreçte AB reformları için kılını dahi kıpırdatmayan, dahası terörle mücadele gerekçesiyle, o zamana kadar yapılan kısmî reformlardan geri adımlar atan ve dahası milliyetçi bir çizgiye kayan da yine aynı AKP.
Beşincisi: DP, 2002’de DYP olarak kılpayı baraja takıldığı oy oranının neredeyse yarısına kadar geriledi. Bunun belli başlı sebepleri ise, başından beri var olan imaj probleminin aşılamayışı, cumhurbaşkanı seçiminde takip edilen politika, DYP-ANAP birleşmesinin seçimden önce sonuçlandırılamayışı, aday listelerinin tanziminde yer yer isabetli tercihler yapılmasına rağmen bir kısım emektarların dışlanıp küstürülmesi ve seçim kampanyasının medya ayağının sağlam bir zemine oturtulamaması olarak sıralanabilir.
Genel tabloya ve bundan sonrasına gelince:
AKP oy oranını arttırdı, ama milletvekili sayısı düştü. İsyan sesleri yükselen CHP içten içe kaynarken, DSP’lilerin ayrılıp grup kurması bekleniyor. MHP Meclise girdi, ama umduğunu bulamadı. Aynı şey DTP kökenli bağımsızlar için de geçerli. Mesut Yılmaz’ın Meclise girmesinin, esaslı bir iç hesaplaşma sürecinin eşiğindeki “merkez sağ”da muhtemel gelişmeler açısından ne gibi sonuçlar vereceği de bir soru işareti.
İlk ciddî sınavını cumhurbaşkanı seçiminde vermesi gerekecek olan bu Meclis, Erdoğan’ın seçim meydanlarında dikkat çektiği “MHP-DTP sürtüşmesi” gibi bir potansiyel gerilim riskini de içinde saklıyor. Dışarıda ise Kuzey Irak meselesi saatli bomba gibi. Allah yardımcımız olsun...
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Yeni Churchill düzeni |
|
Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra yeni Churchill düzeni arayışları da kuvveden fiile çıktı. Potansiyel harekete geçti. Aslında yeni Churchill düzeni Yeni Amerikan Yüzyılı Projesinin (PNAC) öteki adıdır. 20’inci yüzyıl hem Amerikan, hem de İsrail yüzyılıdır. İçiçedir. Dolayısıyla burada yeni bir Amerikan yüzyılından bahis bizi otomatik olarak yeni İsrail yüzyılına götürür. Zaten neoconların yeni Amerikan yüzyılının peşinde koşmalarının temel nedeni budur. Asıl dertleri İsrail’i ebedî olarak yaşatma bağlamında yeni İsrail yüzyılıdır. Bu da ancak bölgedeki Churchill düzeninin tamiri ve ihyasıyla ve sağlama alınmasıyla mümkündür.
Bu bağlamda, 1991 yılı tarihlerin kesiştiği momentumdur. Bir taraftan Sovyetler Birliği amiyane tabirle havlu attı ve diğer taraftan da baba Bush Saddam’ı Kuveyt’ten çıkartarak yeni Amerikan yüzyılının küşadını yaptı. Ama araya iki devrelik Clinton iktidarı girmiştir ve neoconlar ve İsrail bu dönemde emellerine ulaşamamıştır. Oğul Bush’la birlikte eski planlar raflardan indirilmiş ve 1991 sonrası için öngörülen planlar yeniden tatbik mevkiine ve icraya konulmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla 1991 yılı çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu dönüm noktasıyla birlikte ya Amerikan hamleleri başarılı olacak ve bunun sonucunda yeni Amerikan yüzyılı vizyonu devreye girecektir. Ya da akamete uğrayacak ve bunun üzerinden beklenen İslâm yüzyılı başlayacaktır. Sözünü ettiğim gibi bu yeni Amerikan yüzyılı aslında yeni İsrail yüzyılıdır. Bush’un Büyük Ortadoğu Projesi de Şimon Peres’in Yeni Ortadoğu projesinin tadil edilmiş şeklidir. Sadece İsrail şapkası ile Amerikan şapkası içiçe geçmiştir. 1991 yılından sonra yürürlüğe konulan planlar tutarsa o takdirde Amerikan ve İsrail yüzyılı yenilenecektir. Ya da bu planlar bozguna uğrayacak ve tarih bu devrede makas değişikliğine gidecek Amerikan ve İsrail yüzyılı yerine İslâm yüzyılı doğacaktır. 2001 yılından sonraki gelişmeler ve ABD’nin Irak’ta asaib (isabe’nin çoğulu, bölükler) karşısında zorlanması ikinci ihtimali güçlendirmektedir.
***
Bush’la birlikte İsrail emelleri için çalışan Likudnik çeteler kesinlikle ABD’nin Irak’tan çekilmesini istemiyorlar. Ve bu bağlamda ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Edelman çekilme kelimesini telâffuz eden Hillary’yı paylaması calib-i dikkattir ve bu konudaki hassasiyetlerini göstermektedir. Bush’la birlikte ister Likudnikler ister yeni Churchillciler deyin ikiz Amerikan ve İsrail yüzyılı peşinde koşanlar Irak üzerinden bölgeyi yeniden atomize etmek istemektedirler. Son sıralarda kötü niyet ve emellerini alenileştirdiler. Bu bağlamda Ralph Peters’in Churchill’den sonra ilk defa açıktan bölgeyi taksimata tabi tutan haritalarını biliyoruz. Bu haritalar İtalya ve Yunanistan gibi NATO içindeki müttefikleriyle Türkiye’yi karşı karşıya getirecek kadar ciddî akisler meydana getirmiş ve rol oynamıştır. Şimdi işgal ve işgal sonrasında Irak üzerinden yeni Churchill düzeni kurulmak isteniyor. Holbrooke gibiler bunu Türkiye üzerinden 1991 yılında yapmak istemişler ama Türkiye buna müsaade etmemişti. İşgalden sonra yeniden deniyorlar. Joseph R. Biden gibi senatörler Holbrooke’dan sonra aleni bir şekilde çözümün Irak’ın parçalanmasından geçtiğini savunuyorlar. Şimdi Brookings Institution’a ait Saban Center ısmarlamasıyla Michael E. O’Hanlon ve Edward P. Joseph (June 2007) Suret-i haktan görünerek Irak’ın yumuşak bir biçimde parçalanmasından bahseden tezler hazırladılar. İnanın Leyla Zana’nın son günlerde sarfetmiş olduğu sözleri de mahiyet itibarıyla bu çağrılardan ve Churchill düzeninin yenilenmesi çabalarından pek farklı değildir... Amerikalılar PKK’ya silâh ve mühimmat desteğinde bulunuyorlarsa Leyla Zana gibilerine de kendi kavramlarını veriyorlar. Bunlara proxy yani bilvekale tezler deniliyor.
***
Güya Irak’ın istikrar kazanması için bölünmeye ihtiyacı varmış. Petrol bölgeleri ve gelirleri bölünmeliymiş. Her bölge kendi ayakları üzerinde durabilmeliymiş. Bölünme istikrarsızlığın en iyi ilâcıymış. Bir sürü zırva. Bu meyanda Irak’ın üç parçaya bölünmesini istiyorlar. Kürt bölgesi veya Şuubistan gibi Sünnî ve Şiî bölgesinde de Taifistan rejimleri istiyorlar. Böylece Irak bölge için bir bölünme modeli olacaktır. Ralph Peters’in da savunduğu minval.
Saban Center’in yayınladığı ve internet sitelerinde yer alan raporu okuduğunuzda açıkça görüyorsunuz ki ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyorlar. Kendi çıkardıkları istikrarsızlığı ve bataklığı kendi reçeteleriyle çözmek istiyorlar. Arapların dediği gibi ölümlerden ölüm beğen (kaynar su ile ateş arasında seçim yapmak kabilinden)! Son çırpınışların veya teskin çarelerinin de yetmemesi halinde yangının bölgesel hale gelmemesi için yumuşak bölünmenin kaçınılmaz olduğu tezini seslendiriyorlar. Bu sürecin de Şubat 2006’da Samarra’da Askeriye Türbesine yapılan saldırı ile start aldığını ileri sürüyorlar. İkinci Churchill düzeninin çaresi birincisine ebediyen son vermektir. Türkiye ve İslâm âlemine düşen acil görev budur.
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Hayırlı olsun |
|
Millet tercihini yaptı.
Seçimin galibi millet oldu.
Televizyonlar bu günler için var. Halk oyunu verir vermez, hemen ekran başına geçti. Daha gün batmadan seçim sonuçları ilk kez bu kadar hızlı verildi.
Kıyasıya rekabet içinde hangi televizyon kanalı rating sıralamasında birinci oldu bilemem. Ama bütün kanallar iddialıydı.
Özellikle ekran grafiklerinin çok gelişmiş olduğunu gördük.
Ünlü ve uzman konuklar heyecanlıydı.
TRT 1, haftalar önceden hazırlıklıydı. Zafer Kiraz sunuculuğunda, konuk Zaman gzetesi Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı’ydı. Sandık rakamları ekrana düşer düşmez, ayrıntılı yorumları ile hazırdı.
Kanal D’de Mehmet Ali Birand, Beyazıt Öztürk’le birlikte yayınını sürdürdü. Birand uzman konukları ağırlarken, Beyaz gençleri konuşturarak seçimlerin “mizah”i yönünü ele aldı.
atv’de Ali Kırca işbaşındaydı. Kimi siyasileri stüdyoya topladı ve rakamlar açıklandıkça, konuklarıyla analiz yapma imkânı buldu.
Show TV’de Defne Samyeli, politika yazan gazetecileri tek tek ağırlayarak, değerlendirme yaptı.
TV 8’de Kaan Yakuphanoğullarını uzun bir aradan sonra izleme imkânı bulduk.
Star’da Erdoğan Aktaş’ın misafirleri Uğur Dündar, Aydın Boysan, Okan Bayülgen gibi isimlerdi. Dündar sakin... Boysan sinirli ve hatta seçim sonuçlarına itiraz etti. Bayülgen kucağında bir tomar kâğıtla ciddî siyasî bir analist “hava”larındaydı. Kendini o konuda da otorite hissettirmeye çalışan bir “oyuncu” gibiydi.
CNN Türk’te Ahmet Hakan kaptanlığında seçim atmosferi değerlendirildi. Habertürk’te Melih Meriç’in başkanlığında kurulan “analistler” durum değerlendirmesi yaptı.
Kanaltürk’te Tuncay Özkan’ın oldukça heyecanlı ve sinirli olduğunu gözlemledim. Daha resmî yasaklar bitmeden ima yollu açıklama yapması, sabırsızlığın bir göstergesi gibiydi. Bu heyecan gecenin ilerleyen saatlerinde dindi.
Sky Türk seçim bölgelerine gönderdiği programcılarla konuştu. Fox TV ve TGRT Haber seçim bilgilerinden geri kalmadı ve seyircisine en iyiyi verebilmenin yarışında “ben de varım” dedi.
Kanal 7’de Erhan Çelik, tecrübeli yorumcu Fehmi Koru ile birlikte konukların da katılımıyla seçim gecesindeydi.
Hilal TV ilk kez canlı yayın yaptı ve seçim gecesinde yerini aldı. Abdurrahman Dilipak misafirlerini ağırlayarak, durum değerlendirmesi yaptı. Görünen o ki, Hilal TV ana haber bültenlerine de ısınıyor.
TV 5’te hayal kırıklığı yaşandığı yüzlerinden okunuyordu. Şimdiden “çok çalışmanın” faydasından bahsettiler.
Gecenin yıldızı kanallar veya programlar değil “televizyon”du denilebilir.
24.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|