Karınların tıka basa doldurulduğu, ama gözlerin hiç doymadığı, her zaman aç olduğu bir zamanda yaşıyoruz. İnsanların ihtiyaçları bitmiyor. Zamanın şartları zarurî olmayan sıradan ihtiyaçları gerekli hale getirmiştir. Bu sebeple de âh-u eninler bitmemekte, insanlar hep hayatlarından şikâyetçi olmaktadırlar.
Dünya hayatının güzel yaşanması, bütün maddî imkânların istendiği zaman el altında olması insanların asıl maksadı haline gelmiştir. Kimse dünü düşünmüyor. Kimse babalarının, dedelerinin yaşadığı dönemi aklına getirmiyor. Bunlar hatırlatıldığı zaman verilecek cevaplar hazırdır: Canım ne yapalım, o zaman öyleydi, şimdi böyle...
En fakirimizin bile dünkü insanlardan daha lüks yaşadığı bir zamanın nefisleri şımartan yönleri elbette fazla olacaktır. Maddenin her yerde kıstas olduğu bir zamanda manevî hayatta elbette zaaflar kol gezecektir. Ama bu kimsenin umurunda değildir. En inananı bile çocuklarının geleceğini dünya hayatının lüks yaşanmasında aramaktadır.
Sanki rızkı dünya imkânları vermektedir hâşâ... Çok az kimsenin aklına Rezzak-ı Hakikî olan Allah gelmektedir. Çok az kimse, rızkın aşırı çalışmak, çabalamakla ve hırs göstermekle elde edilmeyeceğini bilmektedir. Oysa biliyoruz ki, eğer Allah insanı bazı şeylerden mahrum kılmak isterse, insan dünyanın en büyük zenginlerinden dahi olsa, o rızka kavuşma imkânına sahip olamayacaktır.
İslâm, imanın insanı huzura kavuşturan nurlarından haberi olanların bile dünyayı ‘çaktırmadan’ esas alması daha da düşündürücüdür. Ümmeti olmakla dünyanın en büyük nimetine sahip olduğumuz, Peygamberimizin (asm) o bizlere örnek olması gereken hayatını hatırlamamamız ayrı bir üzüntü kaynağı.
Bir gün aç bir gün tok yaşayan, ama aslında isteseydi hayatını en güzel bir şekilde geçirme imkânına sahip olan o yüce Resûlü (asm) hatırlamamak ve onun hayat tarzından ders almamak büyük kayıptır bizler için. Allah Resûlü’nün (asm) hem amcası oğlu, hem damadı, hem de iman cihetiyle en yakını olan Hz. Ali’nin (ra), günlerce aç kalmayı kendine bir hayat tarzı seçen ve bu durumdan dolayı Rabbine karşı isyanı hatırlatacak en küçük bir şikâyette bulunmayan durumunu da aklımıza getirmiyoruz. Bu sebeple de hep şikâyet ediyoruz hayatımızdan.
İnsan olmanın büyük bir zenginlik olduğunu az düşünüyoruz. Müslüman olmanın dünyanın bütün geçici varlıklarından daha değerli olduğunu aklımıza getirmiyoruz. Sağlık ve âfiyetle geçirdiğimiz günlerin, çeşit çeşit nimetlerden istifade etme imkânına kavuşmuş olmanın karşılığını veremeyeceğimizi az idrak edebiliyoruz. Sadece imkânları bizimkinden daha fazla olan insanlar gibi olamadığımız için sızlanıp duruyoruz.
Hep içinde yaşadığımız günü düşünüyoruz. Bugünümüzü zevkle, eğlencelerle, dünyanın en şaşaalı haletleriyle geçirdik mi, maksadımıza vasıl olduğumuzu var sayıyoruz. Asıl menzil-i maksudun bu dünya hayatıyla sınırlı olduğu yanlışını hep hayatımızda yaşıyoruz. Bu dünya hayatında istediklerimize tam kavuşamayacağımızı, bütün ihtiyaçlarımız ve arzularımızın tam olarak karşılanacak menzilin ölümden sonraki hayat olduğu gerçeğini hep gözden ırak tutuyoruz. Bu sebeple de bir türlü arzuladığımız huzuru bulamıyoruz.
Suçu başka yerde aramak gibi bir durumu aklımıza bile getirmeye hakkımız yoktur. Suçlu, Rabbimizin bizlere vermiş olduğu duygularımızı yanlış yerlerde kullanma haletlerimizdir. Suçumuz, Allah’ın en sevdiği kullarının dünya hayatının imkânlarından herkesten daha az istifade ettiğini önemsememek, bilmemek veya hatırlamamaktır.
Makam-ı Mahbubiyet’e kavuşmaktan daha yüksek bir makamın olduğunu hangi insan iddia edebilir. İnsanların, inandıktan sonra en büyük maksadının Allah’ın rızasını kazanmak ve dolayısıyla sevgisine mazhar olmak olması gerektiğini hangi aklı başında olan insan inkâr edebilir? Biliyoruz ki mideyi tıka basa doldurmak ve dünya zevk ve rahatını asıl maksat yapmak bizim için doğru bir tercih değildir.
Biliyoruz ki, Rabbimiz bizleri değişik zorluklarla, sıkıntılarla imtihan etmektedir. Ve yine biliyoruz ki, bu dünyada meşrû olan lezzetli şeyler sadece tadılır. O zaman neden imanımızın aydınlığından istifade ederek, başımıza gelen her hoş görülmeyen hâlet için “Bu da geçer ya Hu” diyemiyoruz?
09.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|