|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
O Kur'ân, kudreti her şeye galip olan ve rahmeti her şeyi kuşatan Allah katından indirilmiştir.
Yâsin Sûresi: 5
|
09.07.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Bir yere girmek için birinize üç defa izin istediği halde izin verilmezse geri dönsün.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 248
|
09.07.2007
|
|
Neşeli kış dersine fütur gelmesin
Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem şuhûr-u selâsenin gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması, elbette bir derece neş’eli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.
Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenâb-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz çoktur.
Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:
“O Zâtın adıyla ki, semâvat kendisini yıldızların, güneşlerin, ayların ve gezegenlerin kelimeleriyle tesbih eder. Göklerdeki yıldızların sayısınca, Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi sizin ve kardeşlerinizin üzerine olsun.”
Yani, semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.
Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir.
Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ediyorum. Zannederim mufarakat ihtimalinden, ikimizden ziyade Hakkı Efendi kardeşimiz, daha ziyade sevap kazanmak emâresi olarak, daha ziyade müteessirdir. Fakat Cenab-ı Hak hakkımızda çok emarelerle inayet ve rahmetini gösterdiğinden, surî iftirakımız vuku bulsa, bir eser-i inayet ve rahmet olduğunu telâkki etmeliyiz.
Barla Lâhikası, s. 143-144
Lügatçe:
fütur: Usanç, tembellik.
ulûm-u imaniye: İmanî ilimler.
müstemi: İşiten, dinleyen.
mufarakat: Ayrılık.
|
09.07.2007
|
|
Çamdağı’nda inşirah geceleri - 4
–Dünden devam–
Günlüğünü çıkardı ve kendisini sorgular biçimde okumaya başladı. “Ve bir gün, ümitsizliğin alıp başını karlı dağların başına çıkardığı gün, haykırdın mı azim dolu sesiyle gök gürültüsünün? Yoksa güneş doğmaz, çiçek açmaz, kuşlar konmaz, bahar uğramaz bizim diyarlara diye ortak mı oldun bulutlardan düşen rahmete, hediyeye?”
Cebindeki kalemi çıkardı. “Seninle birlikte ümitleri, safi duyguları kırmışlardı. Kırık kalem, kırık kalp ve kırılmış ümitler Nurun ikazıyla ihtarıyla yeniden kendine geldi. Takma kimseyi, düşünce ve duygularına yapışan kirleri, keneleri. Seni Rabbinden alıkoymak isteyen zincirleri. O ki affetmek istemeseydi günde beş defa huzuruna çağırmazdı seni.”
Ayağa kalktı ve bir müddet gökyüzünü temâşâ etti. Ilgıt ılgıt esen rüzgâr saçlarını dalgalandırırken elini karanlıklara doğru kararlı bir şekilde salladı. “Hayır! Hayır! Ne irademi almak isteyenlere, ne de beni bu yoldan alıkoymak isteyenlere. Ne de yüzüme tebessüm edip arkamdan vuranlara. Bu savaş nefsimle olan savaşım. Hz. Âdem’le başlayan imtihanın hayatımdaki akisleri.”
“Acziyetimi itiraf ediyorum. Acziyetimle iftihar ediyorum. Mimsiz medeniyete pişmanlıkla boşalan gözyaşlarımla cevap veriyorum. İlâhî bir sır bu. Deruni hislerin tercümanı. Medeniyetin sahte gülümsetmeleri kalbi ağlattı hep. Maskeli insanlar sahte tebessümlerle bunu da kapamaya çalıştılar. Oysa yıllarca kalbimiz gülerken gözümüzden yaş damlamıştı bizim. Kulluğun verdiği heyecanla çarpmıştı yüreklerimiz. Gözyaşları süzülürken yanağımızdan, ruhumuz beka âlemlerinde kanat çırpmanın ve kusurlarını itiraf ederek affa müstehak olmanın saadetiyle dolardı. Gözyaşları ile birlikte çalınan vicdanımızdı.”
“Bıraktım öteleri. Bıraktım dağların zirvesinde yürümeyi. Bıraktım yeryüzünde Fatih azametiyle gezmeyi. Issız geceleri şenlendiren nurlarla dost oldum, yüreğimden sızan damlalarla arkadaş. Ben, ben oldum. Acziyetimi buldum, gınayı acziyetimde gördüm. Gözyaşlarım var artık. Bu bir son. Bu bir ateşkes antlaşması. Acziyetimi itiraf ediyorum. Kusurlarımı itiraf ediyorum. Affa müstehak olmak istiyorum.”
Yeni bir sayfa açtı günlüğünden. Bu gece yeni bir gece olmalı. Sıradışı. Bitmeli tereddütler, mânâ kazanmalı hayat. Yeniden doğuş olmalı... Vicdan konuşmalı, hisler susmalı. Zayıf ışık altında kalemini oynatmaya başladı.
“Ne dünya mülkü, ne sonu gelmeyen istekler ve ne de sen! Güneşin her gün farklı tebessümlerle doğdurulduğu günlerde olması gereken ben düşünceleri. Bu bir imtihan. Bu bir son şans. Harcamalı bu hayatı, adamalı bu dâvâya. Ebedîleştirmeli böylece. Elinden geldiğince vakti değerlendirerek, her bir saati bir altın bilerek. Gitmeli Seyda’nın yolundan....”
Kendisini kuş gibi hissediyordu artık. Söylemek istediği her şeyi söylemiş ve rahatlamıştı. Ehemmiyet verdiği bu programa girmeden önce nefsinden gelebilecek her türlü itirazı kesmeyi programın verimliliği açısından ehemmiyetli görüyordu. Yalnızca hakikat konuşmalıydı. Seyda’nın dediği gibi “Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.”
Katran ağacının kesilmeden önceki halini hayal etti. “Sen orada zikir ederdin Üstadım! Ölüm dilini susturduğunda, kitaplarının dilin yerine Rabbine niyaz etmesini temenni etmiştin. İşte biz buraya onun için geldik Üstadım. Kitaplarını okuyarak o asude zikrini devam ettiriyoruz.”
Karşısında Üstadı görürcesine ayağa kalktı ve hürmetle elini kalbine koydu. “Belî” dedi “Belî Üstadım!”
“Bütün himmetini dünyaya sarf edenler için ölüm zor gelir elbette. Bir İslâm büyüğümüzün ifadesiyle, insan mamur ettiği bir yerden harap ettiği bir yere gitmek istemez” diyerek sohbete son noktayı koydu Server.
Yarın mükemmel bir programa başlamayı hesap ediyorlardı. Bu yüzden dinlenmeleri gerekiyordu. İhsan ve Alptekin çadıra girmişler ve istirahate çekilmeye hazırlanıyorlardı. Server ise kendisiyle biraz daha hesaplaşmak istiyordu. Eline aldığı fener ve kitapla, karanlığı delerek ilerlemeye başladı. Bir taşın üstünde oturdu. Yer ve gök... İki mavi arasında seçim yapamamanın tereddütüyle: “Cesedini zirveye çıkardın sonunda. Büyüklerin vakarını taşıyan ve Seyda’nın ‘Barla Denizi’ hitabına mazhar olan Eğridir Gölü’nü yükseklerden seyrediyorsun.. Ya ruhum? Ya ruhum nerelerde? Niye kendimi hissediyorum gurbet ellerde?” diye söylendi.
–Son––
[email protected]
|
Zübeyir ERGENEKON
09.07.2007
|
|
Bir doğum günü yazısı...
İyi ki doğmuşsun. Sen doğmasaydın kim seyrederdi kâinatın şu bin bir güzelliğini?
Sen doğmasaydın kim tebrik ederdi Rabbinin sanat eserlerini?
Görecek göz lâzımdı Esmâü’l-Hüsnâ’yı, hissedecek kalp lâzımdı... Ve akıl nimetiyle şu kâinat tefekkür edilip Esmâü’l-Hüsnâ’ya mazhar olunmalıydı.
Evet, iyi ki doğmuşsun.
Doğumunla kâinat sahnesinde sunulan tüm çalışmaları seyredecek göz olmuşsun, hissedecek, şükredecek kalp olmuşsun, anlayıp da tesbih eden bir abd, bir kul olmuşsun...
Sen olmasaydın mânâsız kalırdı tüm çalışmalar, seyircisiz bir sahne gibi, dinleyicisiz bir radyo gibi olurdu kâinat... Boşuna öterdi kuşlar... Rüzgâr boşuna eserdi...
Sen olmasaydın bahar, çiçeklerini kime sunabilirdi ki? Nakış nakış işlenmiş meyveler kime sunabilirdi o enfes lezzetini?
Sen olmasaydın Rabbinin sanatı karşısında, hayrette kalıp da, kim Mâşaallah diyebilirdi, kim huzurunda aczini bilip Sübhanallah diyebilirdi? Lezzetler karşısında o küllî şükürleri kim edebilirdi?
Sen iyi ki doğmuşsun! Sen olmasaydın güneş doğmadan kim seccadesine yanaşıp gözyaşlarıyla aczini Rabbine sunabilirdi? Ve kim, kim kalbinde ebedî güneşler doğurabilirdi?
Bu arada, bu satırları okuyan!
Saydıklarımızdan bir hissen yoksa biraz düşün istersen:
Niye doğmuştun ki?
Seyredemediysen kâinatı, göremediysen nurânî mektupları, hissedemediysen Esmâü’l-Hüsnâ’yı... Hey sen niye doğmuştun ki?
Haydi sana bir çıkış yolu:
Dünyaya doğduğun gibi, Kur’ân’ın o hayat sunan hakikatleriyle yeni baştan doğ hayata! Peygamberî (Aleyhissalâtü Vesselâm) gül kokusunu kokla da hep huzur dol, gül hayata, gülümse hayata...
Günün zindanından ebediyete “beş pencere” aç namazla, ebedî hayat ufuklarında aciz ve fakir bir kul ol. Kadir-i Rahîm’in dergâhında kendisine şefaatler sunulan bir abd ol.
Güzel bir şey doğmak, var olmak.
Bundandır ki, iyi ki doğmuşsun.
Şunu da unutma ama: ‘Niye doğdum?’
Bunu anladığın gün çok iyilikler kalbinde doğacak...
Her gün kalbinde ebedi güneşler doğacak...
|
Cihan CAMBAZ
09.07.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
İbrahim Aleyhisselam kavmine bir peygamber olarak gönderildiğinde, kavmi putlara, yıldızlara tapıyordu. Kavmini puta tapmaktan alı koymak için çok uğraştı. Fakat kavmi dönmedi. Putlara tapmaya devam etti.
Günün birinde şehir halkı mesireye çıkmıştı. İbrahim Aleyhisselam tapınaktaki bütün putları kırdı. Baltayı da en büyüklerinin boynuna astı.
Mesireden dönen halk şaşkındı.
“Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Bunu olsa olsa İbrahim yapmıştır.”
Sonra İbrahim Aleyhisselam’a:
“Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?” diye sordular.
İbrahim Aleyhisselam:
“Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!” dedi.
Halk:
“Ey İbrahim! Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun.” dediler.
İbrahim Aleyhisselam da:
“Öyleyse, dedi, Allah’ı bırakıp da, hiçbir şekilde size ne fayda ne zarar vermeyen şeylere tapmaya devam edecek misiniz? Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yazıklar olsun! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” buyurdu.
|
Süleyman KÖSMENE
09.07.2007
|
|
|
|