ABD-NATO-Türkiye ilişkileri, 22 Temmuz 2007 seçimleriyle ilgili bir iki nokta hariç en çarpıcı, en isabetli değerlendirmelerden birisi, “Ankara-Washington Hattı - Amerikan İktidarının Sonu’ kitabının yazarı Tamer Korkmaz’ın. Zaman Pazar ekinde Emine Dolmacı’nın sorularını cevaplandırarak şöyle (doğru-yanlış) tesbitlerde bulunmuş:
“ABD’nin, Menderes ve Özal’ın öldürülmesi başta olmak üzere, Türkiye’deki darbeleri, siyasî cinayetleri, faili meçhul cinayetleri ve provokasyonları organize ettiğini” söyleyen Korkmaz’ın en önemli iddiası ise, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığının da, devletle milletin barıştırılması için ‘yeni Ankara’nın kararı olarak ortaya çıktığı şeklinde. Ona göre, seçimler sonrasında Gül’ün adaylığı hâlâ bu çevrelerce destekleniyor. Yani Gül, devletin adayıdır!
Buraya kadar olan kısımlar el-hak doğru! Ancak, “Amerika’ya rağmen ve Ankara artık o bildiğimiz Ankara değil. Devlet yönetiminde artık millî ve bağımsız çizgi hâkim. Bu müthiş aşamaya gelinirken son dönemde iki olay çok etkili oldu. Bunlardan biri 1 Mart 2003’te tezkerenin reddedilmesi, diğeri de 2005 Ekim’inde MGK’da gerçekleştirilen yapısal değişikliklerdir” tesbitleri, havanın parçalı bulutlu olması gibi, parçalı doğru! Kimin aklına şu sorular, peş peşe gelmez?
Bu yapısal değişiklikler, ABD’nin çıkarlarıyla çatışıyor mu? “Millî ve bağımsız çizgi” için bu iki değişiklik yeter mi? Gül’ü destekleyen malûm çevreler Amerikan karşıtı mı? Ekonomik bağlantılar, para muslukları ABD’nin elinde değil mi? 400 küsûr milyar dolarlık askerî bütçesi, en son teknolojik silâhları; BOP (Büyük Ortadoğu Projesiyle) Irak, İran, Körfez ülkeleri, Türkiye v.s. dolayısıyla hem bu çevrelerin, hem de silahlı bürokrasinin ABD’ye karşı gelmesi mümkün mü? Bu iktidar, tezkere dışında, ABD’nin hangi isteklerini yerine getirmedi? Onu da ona rağmen Meclis gerçekleştirdi ve hava sahasını açarak telâfi etti! Okullarında sular yokken, ABD’den 200 F-16 uçağı almasının sebebi nedir? Eğer ciddî bir karşıtlık olsaydı, çoktan alaşağı edilmez ve ikinci bir sefer seçilir miydi? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: Ankara, bilim, teknoloji, kitle iletişim vasıtaları, ekonomi, diplomasi v.s. ile hangi sıçramayı yaptı ki, ABD’nin aleyhinde icraat yapabilsin?
Gerçi, “Bu sürecin temelde AKP hükümetiyle bir ilgisi yok. Zaten 2002 öncesinden itibaren gelişen bir süreç. Bununla birlikte Türkiye’de tek başına bir iktidarın bulunması gelişmeleri hızlandırmıştır. 28 Şubat’ın ortalığı kasıp kavurduğu bir dönem sürerken ve de hemen akabinde o baskıcı ve demokrasi aleyhtarı çizgiye karşı gelişen ciddî hadiseler var!” diyerek yukarıdaki fikirleriyle çelişiyor! Devamını dinleyelim mi?
“Şöyle bir düşünün, geçen Mayıs ve Haziran ayında Atlantik’in öte yanından düğmeye basanlar ekonomimizi—aynen Şubat 2001’de olduğu gibi—sıcak para aktörlerini mâlî piyasalardan çekerek çökertmeye çalışmışlardı. Ancak başaramadılar. Bu bir hükümetin yapabileceği bir iş değildir.” Doğru, bir hükümetin yapabileceği bir iş değildir, ama, “Başaramadılar!” mı, yoksa, sadece gözdağı vermek; “İstediklerimizi yapmazsan, anlarsın ya!” mı demek istediler? Korkmaz’ı takip edelim:
“Abdullah Gül’ün adaylığı bir devlet kararıdır. Dikkat ediniz, Erdoğan aday olma fikrini uzun süre içinde yaşattı. Ama sonra vazgeçti. Feragat etti. Zihninde Gül’ün ismi kesinlikle yoktu. Adaylıktan vazgeçtikten hemen sonra Gönül veya Çubukçu ikilisinden birini aday göstermeye hazırlanıyordu. Ancak o gece yarısı gerçekleşen önemli görüşmede Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmelerin gerçek mânâsını görme imkânına kavuştu. Gül’ün adaylığı ‘Yeni Ankara’nın devletle milleti barıştırma adımının bir yansımasıdır.”
(İnşallah, ABD’nin yeni projesi çerçevesinde kamuoyunun ağzına “bir parmak gül reçeli çalmak” olmaz, başörtüsü ile devletin barışması olur!) Ancak, gece yarısı yapılan görüşmeden ABD’nin hem dahli, hem de haberi yok muydu? Gül, ona göre hâlâ devletin adayıdır:
“Gül’ün adaylığı devam ediyor. Kendisi sinyali verdi. MHP’nin Meclis’e girme konusunda sorun çıkarmayacağı anlaşıldı. ‘Gül’ün adaylığı devlet kararıdır’ diye ısrarla vurgulamamızın anlamı budur… Bu arada Anayasa Mahkemesi’nin de başlangıçtaki 367 kararının tersine bir karar almış olmasına dikkat ediniz. Çok önemliydi bu geri dönüş...” İşte kendisi gibi bir çoğumuzun çelişkiye düştüğü noktayı Korkmaz açıklıyor:
“ABD/NATO bu tür operasyonları 12 Eylül öncesinde de yapmıştı. Bugün de aynı numara var. Ama artık başarılı olmaları mümkün değil. Elbette komplocu bir yaklaşım değil. Günümüzde artık JFK suikastının perde arkası tam anlamıyla çözülmüş durumdadır. Türkiye’de yaşadıklarımıza gelirsek darbelerin ve provokasyonların aslında ne olduğunu ortaya koyan sayısız itiraf, belge ve bağlantı ortaya çıkmıştır. Son çeteler olayında bile ana resim ortadadır. Bunlara komplo teorisi diyerek gerçekleri örtbas etmek isteyenler var. Bu kadar çok belge ve bağlantı ortada iken hâlâ komplo teorisi diye ısrar edenler şayet saf, aymaz ve gafil değillerse mutlaka ‘iliştirilmiş’ mânâda bir rolleri vardır. Güdüleme yapmak üzere bu bozuk plağı çalıyorlar yani…”
Refikimiz burada tek nokta hariç, çok haklı. O da şudur: ABD/NATO, 12 Eylül’den sonra provokasyonlarından niye vazgeçti ki? 28 Şubat darbe-i münafıkanesi ABD’nin eseri değil miydi? ABD’de desteğine gelince; Erbakan istifa etmek yerine, imzalamak zorunda kalmamış mıydı? Zaten 2001 krizinin ABD’nin düğmeye basmasıyla gerçekleştiğine parmak basarken, bir önceki hükmüyle çelişiyor! “Irak’ın işgaline karşı olan Ecevit’e komplo kurarak merdivenlerden yuvarladı, hasta etti; hastaneye, evine gönderdi; sonra DSP’yi parçalayıp, hükümeti yıkarak 2002 seçimlerini sağladı” diyor!
Korkmaz’a göre, ABD/NATO, 12 Eylül’den sonra tövbe etti! Dolayısıyla, 3 Kasım 2002 seçimlerine hiç karışmadı; Erdoğan ve “yeni oluşum”, Milli Görüş’ten kopmuş bir deha olarak iktidarı kapıverdi! Öyle ya, ABD’nin gözünde Türkiye; BOP çerçevesinde önemini kaybetti; bu işlere hiç karışmadı; AKP de 22 Temmuz 2007’de tekrar iktidar oldu!
Öyle mi dersiniz?
Ben hiç de öyle demiyorum. Böyle düşünenler bir kez daha düşünsünler diye tavsiye ediyorum.
01.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|