Türkiye’de ekonomi ve siyasetin yeniden yapılandırılması, çoktandır içte ve dışta yoğun tartışmalara konu oluyor. İçerideki tartışmalar mâlûm “demokratik” ortam sebebiyle yeterli seviyede olmasa da, dışarısı bu meselede çok aktif. Hattâ ABD ve AB tartışmanın da ötesine geçip, Türkiye’yi temel yapısal reformlara yönelik somut adımlar atması için zorlama noktasına gelmiş bulunuyor.
Bu reformlarla, topyekûn bir yenilenme öngörülürken, ekonomi ayağında tarımdaki devlet sübvansiyonlarının kaldırılmasından KİT’lerin özelleştirilmesine, bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılmasından kamu bankalarının özel sektöre devrine, vergi ve sosyal güvenlik reformuna kadar bir dizi başlık mevcut.
Ama tek başına ekonomik reformlar yetmiyor. Daha doğrusu, ekonomik reformları yapmak ve başarıya ulaştırmak için siyaseti de yeniden tanzim etmek gerekiyor. Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarının demokratik ve katılımcı bir anlayışla değiştirilmesi gereği bu noktadan hareketle yoğun şekilde gündeme geliyor.
Aynı şekilde yerel yönetimler reformu da devlet yapısında öngörülen değişikliğin çok önemli bir ayağı. Böylece devleti hantallaştırıp şeffaflaşmasını ve hizmet üretmesini engelleyen merkezî bürokratik yapının çözülmesi; mahallî işlerin yerinde çözümü esasına dayanan bir yaklaşımla yerel yönetimlerin güçlendirilmesi hedefleniyor.
Sonuçta, ekonomisiyle, siyasetiyle ve kurumlarıyla topyekûn bir devlet reformu kaçınılmaz ve daha fazla geciktirilemez bir zaruret olarak kapımıza dayanmış durumda.
Gelinen noktada, erişmeyi kendimize hedef saydığımız muasır medeniyetin temsilcisi konumundaki güçlü ülkeler, bizi böyle köklü ve derin bir değişime ciddî şekilde zorluyor. Kurulmak istenen “yeni dünya düzeni” bunu gerektiriyor. Bu düzenin dayandığı sacayağı ise “hukuk-demokrasi-serbest piyasa ekonomisi” formülüyle ifade ediliyor.
Bu çerçevede söz konusu formül kapsamına giren hususların hiçbiri artık “iç mesele” sayılmıyor. Herhangi bir ülkede yaşanan insan hakları ihlâlleri de, partilerdeki antidemokratik yapı ve işleyiş de, seçim sistemindeki aksaklıklar da, bütçe açıkları da global yaklaşımlarla mercek altına alınıp üzerlerine gidiliyor ve çözüm için “dayatılıyor.”
Bu bilhassa “birinci lig ülkeler” arasına girmeye talip olan ülkeler için çok daha geçerli bir durum. AB adayı, ABD müttefiki Türkiye ise bunların başında geliyor.
Türkiye’nin bilhassa AB adayı olduktan sonra sistemini A’dan Z’ye yenilemesi noktasında yoğun ve ısrarlı bir tazyike muhatap olmasının sebebi bu. Ve gündeme getirilen bu yenilenme projeleri, “iç mesele” diye birşey tanımıyor.
Dolayısıyla, herhangi bir konu için “Bizim iç işimiz” deyip rest çekme imkânı yok. Çünkü söz konusu olan değişim projesi, bütünlük arz eden bir paket. Eğer “İç işlerimize başkasını karıştırmayız” denilecekse, o zaman AB ile de, ABD ile de irtibatı kesmek lâzım. Yok, uygar dünyanın üyesi olmakta kararlı isek, sistemi çağdaş normlara uydurmak zorundayız. Hiçbir istisna gözetmeksizin, A’dan Z’ye her alanda... (11.4.2001)
01.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|