Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Süleyman KÖSMENE

İbadetten tad almak



Hayat Gümüş: “İbadetlerimden, namazlarımdan bazen tat almıyorum. Bu neden olabilir? İsteksiz kıldığım namazların durumu ve hükmü nedir?”

Genelde ibadette, özelde namazda tek bir noktayı düşünmeliyiz: İbadet bizim fıtrat ve yaratılış borcumuzdur. Biz farkında olmasak da, hissetmesek de, tat almasak da, hiçbir şekilde huşuu yakalayamasak da, Allah’ın huzurundaki en faziletli, en sevimli, en güzel, en makbul, en edepli ve en itaatkâr duruşumuz ibadet ile mümkün olmaktadır. İbadeti yalnız Allah rızası için yapmalıyız. Huşuumuzu bozan oklar kalbimizden değil, şeytandan gelmektedir. Şeytanın bizimle olan meşguliyeti, bizim zevkimizi, huzurumuzu ve huşuumuzu kaçırsa bile, namazın faziletinin daha da yükselmesine zemin hazırlar. Bundan emin olmalıyız. O halde, ibadet yapma zevkimizin ve huşuumuzun olup olmadığına bakmadan, ibadet yapmaya devam etmeliyiz. Biz Allah için ibadet yapmaya devam ettikçe inşallah istediğimiz huşuu bulmak için de Rabbimize duâ etmiş oluruz.

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, nefsin tembellik döşeğinde ve gaflet uykusunda şeytandan gelen bir takım vesveselere kulak verebileceğini kaydeder ve nefsin bu desisesine karşı önemli ikazlarda bulunur. Nefsimize ve şeytana karşı zafer elde etmek için bu ikazları sık sık hatırlamamızda yarar var:

Meselâ, nefsimize diyebiliriz ki: Ey nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Gelecek seneye, hatta yarına kalmaya senedin var mıdır? Sana usançlık veren şey, dünyada sonsuz seneler kalacağını zannetmendir. Oysa vâkıa tam tersidir; senin hem ömrün azdır, hem faydasız uçup gitmektedir. Geçip giden her bir fani günün yirmi dörtten birisini hakikî bir ebedî hayatın saadetini temin edecek güzel, hoş, rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek ise, usanmak şöyle dursun, bilâkis sana ciddî bir şevk ve hoş bir zevk verir.

Diğer yandan; her gün her gün ekmek yesen, su içsen ve havayı teneffüs etsen, ekmekten, sudan ve havadan usandığını söyleyebilir misin? Çünkü her an ihtiyaç tekrarlandığından; usanç değil, lezzet alıyorsun!

Kalp, ruh ve vicdan, cisim hanesinde nefsin arkadaşlarıdırlar. Nefis her ne kadar usandığını, tat almadığını ve isteksiz olduğunu söylese de; kalbin, ruhun ve vicdanın gıdası, huzuru ve hayat kaynağı namazdır. Öyleyse nefis bu usanmışlığı sineye çekmeli, arkadaşlarının ibadet gıdasını almasına hiç olmazsa göz yummalı, tat almıyorsa da, sözüm ona, buna katlanmalıdır.

Çünkü hem sonsuz acılara maruz, hem hadsiz lezzetlere sevdalı bir kalbin gıdası, elbette her şeye kadir bir Rahîm-i Kerim’in rahmet kapısında aranmalıdır. Keza, şu fani dünyada, büyük bir hızla ayrılık feryatları koparıp giden bir ruhun hayat kaynağı, her şeye bedel bir Mâbud-u Bâkînin ve bir Mahbûb-u Sermedî’nin rahmet çeşmesine namaz ile yönelmektir. Fıtraten ebediyeti isteyen, ebediyet için yaratılmış olan, ezelî ve ebedî bir Zat’ın âyinesi bulunan ve sonsuz derece nazik ve lâtif olan insanın duyguları, şu kasavetli, ezici, sıkıntılı, geçici ve boğucu olan dünya halleri içinde elbette teneffüse pek çok muhtaçtır. Bu teneffüsü ise ancak namaz penceresi sağlayabilmektedir.

Bir diğer husus; namaz, şu dünya misafirhanesinde âciz ve fakir kalbimize kuvvet ve zenginlik vermekte, şüphesiz gireceğimiz bir menzil olan kabirde gıdâ ve ışık hükmünde aydınlık kaynağı olmakta, çetin bir mahkeme olan Mahşerde senet ve berat hüviyetinde bizi kurtarmakta ve ister istemez üstünden geçeceğimiz Sırat Köprüsünde nur ve Burak gibi göz açıp kapayana kadar bizi Cennete ulaştırmaktadır. Böyle eşsiz lütuflara bizi mazhar kılan bir namaz için “neticesizdir” veya “ücreti azdır” diyebilir miyiz?

Sözünden dönmesi imkân harici olan Cenâb-ı Hak, Cennet gibi bir ücreti ve ebedî saadet gibi bir hediyeyi bize vaad ederek, pek az bir zamanda, bize, namaz gibi pek güzel bir vazife verse; biz de onun hediyesini hafife alırcasına o vazifeyi yapmaz isek veya vazifeden usanç gösterirsek, pek şiddetli bir azaba müstahak olmaz mıyız?

Aklımızı başımıza almalı ve bilmeliyiz ki, dünkü gün elimizden çıktı. Yarınki gün ise elimizde sened yok ki, ona malik olalım. Öyle ise hakikî ömrümüzü, bulunduğumuz gün bilmeli ve her günün en az birer saatini, birer ihtiyat akçesi gibi, uhrevî bir sandukça hükmünde, hakikî istikbal için teşkil olunan bir mescide veya bir seccadeye atmalıyız.

Sakın, “Benim namazım nerede, şu namazın büyük hakikati nerede?” diye ümitsizlik girdabına kapılmayalım. Zira hatırlayalım ki, bir hurma çekirdeği, aslında bir hurma ağacı hükmündedir. Fark yalnız özde ve ayrıntıdadır. Bizim gibi bir avamın, hissetmesek dahi namazımız, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan hissedardır, şu hakikatten bir sırrı vardır. Fakat hiç şüphesiz inkişafı ve aydınlığı, derecelere göre ayrı ayrıdır. Bir hurma çekirdeğinden, mükemmel bir hurma ağacına ne kadar mertebe bulunmakta ise, namazın derecelerinde de daha fazla mertebe vardır. Fakat bütün o mertebelerde, namazın nuranî hakikatinin özü ve esası mevcuttur.1

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 243-247

01.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cennetin anahtarı



Dünya, âhiretin vitrinidir. Âhirette ihsan edilecek nimetlerin birer küçük nümûnesi burada teşhir edilmektedir. Burada tadarız ve oradaki asıllarına müşteri oluruz.

Kul, Allah’ı tanıyıp emirlerini tuturak bu nimetlerin asıllarına müşteri olmuş olur ve orada ebediyen o nimetlerin dünyadakilerle kıyaslanmayacak derecedeki asıllarına kavuşur.

Cennet, Allah’ın güzel isimlerinin gereğidir ve itaat eden kullarına birer ikramıdır. Sonsuz rahmet, cömertlik ve ihsanı itaatkâr kullarının mükâfatlandırılmasını isterken sonsuz adaleti de isyankârların cezalandırılmasını gerektirir.

Yûnus Sûresinin 25. âyetinde belirtildiği gibi Allah, kullarını ebedî saadet ve selâmet diyarı olan Cennete davet eder. Âl-i İmran Sûresi’nde de bu dâvete icabetin hemen ve yarış hâlinde yapılması gerektiğini bildirir, “Rabbinin mağfiretine ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış eni gökler ve yer kadar olan Cennete koşun”1 buyurur ve bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu bildirir.2

Bu bir ticarettir bizim için. İnsan Allah’ın birer ihsanı olan organ, duygu ve kabiliyetlerini Allah’a satmakla, yani herbirini Onun yolunda kullanmakla büyük bir ticaret yapmış olur. Bu alış verişe, “Allah, mü’minlerin canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cenneti vermek sûretiyle satın alıyor”3 âyetiyle dikkat çekilir.

Resûlullah’ın (asm) dâvetine icabet eden, Cenneti isteyen ve buna göre yaşayan Cennete girer. Allah, ciddiyetle Cenneti isteyen ve yolunda olan kullarını Cennetine koyar.

Cennete girmenin şartlarının başında iman gelir. Sonra da onu koruyan ve güçlendiren ibadet. Vehb bin Münebbih’e, Cennet kapısının anahtarı “Lâ ilâhe illallah” olduğunu, dolayısıyla imân olduktan sonra amelin pek o kadar önemli bulunmadığını söylediklerinde şu cevabı vermiş: “Evet, ama dişleri bulunan anahtar ancak sana kapıyı açabilir. Dişsiz anahtar açamaz. Binaenaleyh îmân ve Tevhidin yanında salih ameller de bulunmalı ve günahlardan sakınılmalı ki, Cennetin kapısı açılsın.”4

Cennete girmek için gayret göstermek kadar onu Allah’tan istemek de gerekir. O zaman Cennet de bize duâcı olacaktır. Bunu bir hadis-i şeriften öğreniyoruz: “Kim üç defa Allah’tan Cenneti istese, Cennet, ‘Allah’ım! Onu Cennete koy’ diye kendisine duâ eder.”5

Cennet yolunda olanların başka avantajları da var. Cennet, hatta Cehennem onlara şefaatçı olacaklardır. Cenneti çok isteyenlere Cennet, Cehennemden sakınanlara da Cehennem şefaat edecektir.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran Sûresi: 133.

2- Hadid Sûresi: 21.

3- Tevbe Sûresi: 111.

4- en-Nihaye, 2:267.

5- Tezkire, 2:509.

01.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

ABD/NATO tövbe etmiş, “seçimlere hiç karışmamış!”



ABD-NATO-Türkiye ilişkileri, 22 Temmuz 2007 seçimleriyle ilgili bir iki nokta hariç en çarpıcı, en isabetli değerlendirmelerden birisi, “Ankara-Washington Hattı - Amerikan İktidarının Sonu’ kitabının yazarı Tamer Korkmaz’ın. Zaman Pazar ekinde Emine Dolmacı’nın sorularını cevaplandırarak şöyle (doğru-yanlış) tesbitlerde bulunmuş:

“ABD’nin, Menderes ve Özal’ın öldürülmesi başta olmak üzere, Türkiye’deki darbeleri, siyasî cinayetleri, faili meçhul cinayetleri ve provokasyonları organize ettiğini” söyleyen Korkmaz’ın en önemli iddiası ise, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığının da, devletle milletin barıştırılması için ‘yeni Ankara’nın kararı olarak ortaya çıktığı şeklinde. Ona göre, seçimler sonrasında Gül’ün adaylığı hâlâ bu çevrelerce destekleniyor. Yani Gül, devletin adayıdır!

Buraya kadar olan kısımlar el-hak doğru! Ancak, “Amerika’ya rağmen ve Ankara artık o bildiğimiz Ankara değil. Devlet yönetiminde artık millî ve bağımsız çizgi hâkim. Bu müthiş aşamaya gelinirken son dönemde iki olay çok etkili oldu. Bunlardan biri 1 Mart 2003’te tezkerenin reddedilmesi, diğeri de 2005 Ekim’inde MGK’da gerçekleştirilen yapısal değişikliklerdir” tesbitleri, havanın parçalı bulutlu olması gibi, parçalı doğru! Kimin aklına şu sorular, peş peşe gelmez?

Bu yapısal değişiklikler, ABD’nin çıkarlarıyla çatışıyor mu? “Millî ve bağımsız çizgi” için bu iki değişiklik yeter mi? Gül’ü destekleyen malûm çevreler Amerikan karşıtı mı? Ekonomik bağlantılar, para muslukları ABD’nin elinde değil mi? 400 küsûr milyar dolarlık askerî bütçesi, en son teknolojik silâhları; BOP (Büyük Ortadoğu Projesiyle) Irak, İran, Körfez ülkeleri, Türkiye v.s. dolayısıyla hem bu çevrelerin, hem de silahlı bürokrasinin ABD’ye karşı gelmesi mümkün mü? Bu iktidar, tezkere dışında, ABD’nin hangi isteklerini yerine getirmedi? Onu da ona rağmen Meclis gerçekleştirdi ve hava sahasını açarak telâfi etti! Okullarında sular yokken, ABD’den 200 F-16 uçağı almasının sebebi nedir? Eğer ciddî bir karşıtlık olsaydı, çoktan alaşağı edilmez ve ikinci bir sefer seçilir miydi? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: Ankara, bilim, teknoloji, kitle iletişim vasıtaları, ekonomi, diplomasi v.s. ile hangi sıçramayı yaptı ki, ABD’nin aleyhinde icraat yapabilsin?

Gerçi, “Bu sürecin temelde AKP hükümetiyle bir ilgisi yok. Zaten 2002 öncesinden itibaren gelişen bir süreç. Bununla birlikte Türkiye’de tek başına bir iktidarın bulunması gelişmeleri hızlandırmıştır. 28 Şubat’ın ortalığı kasıp kavurduğu bir dönem sürerken ve de hemen akabinde o baskıcı ve demokrasi aleyhtarı çizgiye karşı gelişen ciddî hadiseler var!” diyerek yukarıdaki fikirleriyle çelişiyor! Devamını dinleyelim mi?

“Şöyle bir düşünün, geçen Mayıs ve Haziran ayında Atlantik’in öte yanından düğmeye basanlar ekonomimizi—aynen Şubat 2001’de olduğu gibi—sıcak para aktörlerini mâlî piyasalardan çekerek çökertmeye çalışmışlardı. Ancak başaramadılar. Bu bir hükümetin yapabileceği bir iş değildir.” Doğru, bir hükümetin yapabileceği bir iş değildir, ama, “Başaramadılar!” mı, yoksa, sadece gözdağı vermek; “İstediklerimizi yapmazsan, anlarsın ya!” mı demek istediler? Korkmaz’ı takip edelim:

“Abdullah Gül’ün adaylığı bir devlet kararıdır. Dikkat ediniz, Erdoğan aday olma fikrini uzun süre içinde yaşattı. Ama sonra vazgeçti. Feragat etti. Zihninde Gül’ün ismi kesinlikle yoktu. Adaylıktan vazgeçtikten hemen sonra Gönül veya Çubukçu ikilisinden birini aday göstermeye hazırlanıyordu. Ancak o gece yarısı gerçekleşen önemli görüşmede Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmelerin gerçek mânâsını görme imkânına kavuştu. Gül’ün adaylığı ‘Yeni Ankara’nın devletle milleti barıştırma adımının bir yansımasıdır.”

(İnşallah, ABD’nin yeni projesi çerçevesinde kamuoyunun ağzına “bir parmak gül reçeli çalmak” olmaz, başörtüsü ile devletin barışması olur!) Ancak, gece yarısı yapılan görüşmeden ABD’nin hem dahli, hem de haberi yok muydu? Gül, ona göre hâlâ devletin adayıdır:

“Gül’ün adaylığı devam ediyor. Kendisi sinyali verdi. MHP’nin Meclis’e girme konusunda sorun çıkarmayacağı anlaşıldı. ‘Gül’ün adaylığı devlet kararıdır’ diye ısrarla vurgulamamızın anlamı budur… Bu arada Anayasa Mahkemesi’nin de başlangıçtaki 367 kararının tersine bir karar almış olmasına dikkat ediniz. Çok önemliydi bu geri dönüş...” İşte kendisi gibi bir çoğumuzun çelişkiye düştüğü noktayı Korkmaz açıklıyor:

“ABD/NATO bu tür operasyonları 12 Eylül öncesinde de yapmıştı. Bugün de aynı numara var. Ama artık başarılı olmaları mümkün değil. Elbette komplocu bir yaklaşım değil. Günümüzde artık JFK suikastının perde arkası tam anlamıyla çözülmüş durumdadır. Türkiye’de yaşadıklarımıza gelirsek darbelerin ve provokasyonların aslında ne olduğunu ortaya koyan sayısız itiraf, belge ve bağlantı ortaya çıkmıştır. Son çeteler olayında bile ana resim ortadadır. Bunlara komplo teorisi diyerek gerçekleri örtbas etmek isteyenler var. Bu kadar çok belge ve bağlantı ortada iken hâlâ komplo teorisi diye ısrar edenler şayet saf, aymaz ve gafil değillerse mutlaka ‘iliştirilmiş’ mânâda bir rolleri vardır. Güdüleme yapmak üzere bu bozuk plağı çalıyorlar yani…”

Refikimiz burada tek nokta hariç, çok haklı. O da şudur: ABD/NATO, 12 Eylül’den sonra provokasyonlarından niye vazgeçti ki? 28 Şubat darbe-i münafıkanesi ABD’nin eseri değil miydi? ABD’de desteğine gelince; Erbakan istifa etmek yerine, imzalamak zorunda kalmamış mıydı? Zaten 2001 krizinin ABD’nin düğmeye basmasıyla gerçekleştiğine parmak basarken, bir önceki hükmüyle çelişiyor! “Irak’ın işgaline karşı olan Ecevit’e komplo kurarak merdivenlerden yuvarladı, hasta etti; hastaneye, evine gönderdi; sonra DSP’yi parçalayıp, hükümeti yıkarak 2002 seçimlerini sağladı” diyor!

Korkmaz’a göre, ABD/NATO, 12 Eylül’den sonra tövbe etti! Dolayısıyla, 3 Kasım 2002 seçimlerine hiç karışmadı; Erdoğan ve “yeni oluşum”, Milli Görüş’ten kopmuş bir deha olarak iktidarı kapıverdi! Öyle ya, ABD’nin gözünde Türkiye; BOP çerçevesinde önemini kaybetti; bu işlere hiç karışmadı; AKP de 22 Temmuz 2007’de tekrar iktidar oldu!

Öyle mi dersiniz?

Ben hiç de öyle demiyorum. Böyle düşünenler bir kez daha düşünsünler diye tavsiye ediyorum.

01.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Sami CEBECİ

Kaderin gizli sırları



Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak ne varsa, hepsinin Allah’ın ilminde bulunması ve irâdesiyle nasıl takdir etmiş ise öylece levh-i mahfuzda yazılmış olmasına kader denilir.

Kâinatın mevcut hâli, dünyamız ve onun bağlı olduğu güneş sisteminin bilinen vaziyeti, hep kaderde yazılan takdirin sonucudur. Allah nasıl istemişse öyle yaratmıştır. Onun irâdesini hiçbir şey değiştiremez. Mutlak hâkimiyet ona âittir.

İnsanda iki nevî kader tecellisi vardır. Biri ızdırârî, diğeri ihtiyârî. İnsanın ne şekilde olacağı, hangi anne ve babadan meydana geleceği ve hangi coğrafyada doğacağı ızdırârî kader dâiresindedir. İnsanın irâdesi burada hükümsüzdür. Bu cihetle onlardan sorumluluğu yoktur. İhtiyârî kader ise; insanın kendi irâdesi ve tercihi ile nasıl bir hayat yaşayacağını Allah ezelî ilmiyle bilir ve bildiği için de o insanın kaderini yazar. Sorumluluk gerektiren kader işte budur. Çünkü, Allah öyle yaşamasını istediği için değil, insanın irâdesiyle nasıl hayat süreceğini bildiği için o kaderi yazmıştır. Sorumluluk da insana âit olur. Zira, Allah’ın ilmi, olacak olanlara tâbidir. Bu itibarla insan, işlediği fenâlıkların sorumluluğunu kadere atamaz.

“O gece, hikmetli işler birbirinden tefrik edilir” âyetini izâh eden Sevgili Peygamberimizin (a.s.m) beyânına göre “Berat gecesinde bir sene içinde vukuâ gelecek olan doğumlar, ölümler, rızklar, savaşlar, barışlar, melekler tarafından kaydedilir” hakikati, dünya semâsında yazılan ve lehv-i mahv ispat denilen şarta bağlı kaderdir. Şu şart yerine gelirse, şu netice olacak, şartı yerine gelmezse olmayacak, denilen kaderdir. “Makbul sadaka, gelen belâların def’ine vesiledir” meâlindeki hadis-i şerif, bu kaderle ilgilidir ve sadakaya teşvik edilmiştir. Halk arasında, ölümcül bir kazadan sağ kurtulanlar için “Verilmiş sadakası varmış” denilmesi bu sırdandır. Bu mânâları veciz bir şekilde dile getiren Bediüzzaman şu açıklamayı yapar: “Cenâb-ı Hakkın atâ, kazâ ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kazâ kanunu, kazâ da kaderi bozar. Meselâ; bir şey hakkında verilen karar kader demektir. O kararın infâzı, kazâ demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazâdan affetmek, atâ demektir... Bu hakikate vâkıf olan ârif: “Ya İlâhi! Hasenatım senin atândandır, seyyiâtım da senin kazandandır. Eğer atân olmasa idi helâk olurdum” der. Değişmeye müsâit olan kader bu kaderdir. Yoksa Levh-i Ezelî’deki kader sabittir. Öyle veya böyle olacağı netice olarak bilinmektedir.

İnsanın hayatı boyunca yaşadığı bütün olaylar kader tarafından tâyin edilmiştir. Bunların bir kısmı, irâdesi dışında gelişir. Hepsi de bir imtihan vesilesidir. Allah, onlarla kullarını dener. Çünkü, insanın yaratılış ve bu dünyaya gönderiliş gayesi imtihandır. Bu yüzden, insanın bu dünyada hoşuna gitmeyen şeyler, hoşuna gidenlerden daha fazladır. Ancak, kullarını imtihan ederken onlar için hayır murat eden Cenâb-ı Hak, âyet lisanıyla “Sizin kerih gördüğünüz ve beğenmediğiniz şeyde sizin için hayır vardır, sevdiğiniz ve beğendiğiniz şeylerde de sizin için şer vardır, lâkin bilmezsiniz” ikazını yapmaktadır. Bu hakikate binâen, şuûrlu mü’minler Allah’tan bir şey isteyecekleri zaman “Ya Rabbi! Hakkımda şu şey hayırlıysa ver, değilse daha hayırlısını ihsan et” diye duâ ederler. Yaşadığımız ve hoşlanmadığımız bir çok olaylar vardır ki, "iyi ki öyle olmuş" deriz.

Her bir insanın dahil olduğu sosyal olaylar da böyledir. Şöyle olmasını arzu ettiğimiz bir çok hadiseler vardır ki, arzumuzun hilâfına neticelenir. Aradan geçen bir hayli zaman sonra ortaya çıkan yeni durumlar, bize iyi ki öyle neticelenmiş dedirtir. Bu tip olaylarda kaderin gizli sırları saklıdır. Biz onları bilemeyiz. Sebeplere takılıp kaldığımızdan ve perde arkasını göremediğimizden üzülür ve müteessir oluruz.

Böyle zamanlarda yapılması gereken şey, doğru yerde doğru şeyler yapmak, vazifesini yapıp neticeye karışmamak, hayal kırıklığına düşmemek, temel ölçülerinin yanında durup sebat ve metanetini sürdürmek, gelişen olayları kader penceresinden seyretmek ve asıl olan kudsî hizmetinde şevkle çalışmayı devam ettirmektir.

01.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Korku üretenler kaybetti



Genel seçimler yapıldı, neticelerle ilgili yorumlar devam ediyor. Paris’de Sosyal Bilimler Akademisinde ders veren sosyolog Prof. Dr. Nilüfer Göle de seçim sonuçlarına farklı bir pencereden bakmış. Göle, 22 Temmuz 2007 genel seçim sonuçlarını değerlendirirken şöyle demiş: “Bence en çarpıcı olan şu: Muhalefet, ideolojiye yüklendi. Daha dindar olduğu için daha dogmatik olması gerektiğini düşündüğümüz AKP ise pragmatik ve güncel yaşamı yakalayan parti oldu. Haliyle, her şey tersyüz oldu...”

“Korkuya dayalı ulusalcılığın” ters teptiğine dikkat çeken Göle, “Genelde radikal hareketler korku vericidir, seçkin hareketler ise çok daha rasyonel düşünür. Bizde tersi oldu. Türkiye’nin seçkinleri korkuya dayalı ulusalcılık yaptı. Halk ise buna rağbet etmedi. Güncel hayata oy verdi. Bence seçimlerden çıkan sonuç budur: Türkiye’nin yeniden yumuşama talebi...” demiş.

Ünlü sosyolog Göle, Türkiye’deki değişimi yorumlarken, ‘türban’ın modanın bir parçası olarak görülmeye başlandığına da işaret etmiş ki; bu ‘tesbit’i aslında ‘tehlike’ işareti olarak anlamamız gerekir diye düşünüyorum. Göle şöyle demiş: “Türkiye’deki İslâmî hareket değişiyor. Tek model İran değil, El Kaide değil. Türkiye’de İslâmî hareket, solcu ve laik bir cumhuriyetin etrafında farklı bir şekilde yoğruluyor, türban da bununla birlikte değişiyor, modanın bir parçası oluyor, piyasaya giriyor. Bundan sonra kadınların türban tercihi olacak, kimisi çıkaracak kimisi takacak. Ben biraz banalleşecek diye bekliyorum...”

Kemalizmin kendini reforme edemediğini söyleyen Göle, “Ne yani, Türk halkı şimdi askerle farklı mı düşünüyor?” sorusuna da şu cevabı vermiş: “Bence şöyle söyleyebiliriz, Türk halkı, askerin sistemi durdurduğunu, tökezlettiğini fark etti ve oyuna müdahale etmesine izin vermedi. Yeniden borsaların inmesini istemedi, istikrarsızlık yaşamayı reddetti. Çünkü asker bugüne kadar hep hayatımızı kesintiye uğrattı. Asker de biliyor bunu. Asker ‘düzen’ diyerek geliyor ama sonradan ülke olarak geriliyoruz, onun için askere tavırdan ziyade, ben bu verilen oyun devamlılık oyu olduğunu düşünüyorum.”

(...) Burada, Türkiye’nin cumhuriyetçi seçkinlerine önemli bir eleştiri sunmak lâzım: Kemalizm denilen ve otoriter bir anlayışı olan, kendini bir türlü reforme etmeyen cumhuriyetçi ideolojinin artık kendini yenilemesi gerekiyor. Merkez sağ erimedi, merkez sol eridi. (...) Solun erimesinin altında da, cumhuriyetin kendi çocuklarını yemeye başlaması yatıyor. Çok ağır ama ben bunu böyle okuyorum: Cumhuriyet, kendi çocuklarını yiye yiye buraya geldi. Sürekli olarak reform yapmak isteyen, aslında tamamen cumhuriyetin devamı olan, kendinin başarısının kanıtı olan insanları dışladı. En iyi örnek Orhan Pamuk’tur. Nobel Ödülü almıştır, tamamen cumhuriyetin çocuğudur, onun büyümüş hayalidir, arzusudur, idealidir. Nedir cumhuriyetin arzusu? Kendi içinden çıkmış birinin en yukarıda, en büyük ödülle ödüllendirilmesi. Ama ne oldu? Adama yapmadığımızı bırakmadık. İş, Türk’ün Nobel’le imtihanı haline geldi. Ve bunun daha hesabını veremedik. Biz, başka bir sürü cemaate ait olan insanı da düşman ilân ettik. Bir saflık arayışına girdik.” (Hürriyet, Pazar eki, 29 Temmuz 2007)

Bu cevap üzerine ‘telâşla’ şu soru geliyor: “Yani Allah korusun, bir askerî darbe olsa, (millet) askeri desteklemez mi?” Göle, bu soruya da şöyle cevap vermiş: “Şöyle... O psikolojik harbin sonunda o kadar bezginleşecek, korkacak ve inanacak ki... Ama darbe yapmak isteyenler o psikolojik harbi kazanamadılar. Şimdi psikolojik harbi yeniden mi başlatacaklar? Bize yeniden mi felâketler zinciri yaşatacaklar? Hiç zannetmiyorum.”

01.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Ötekileştirmeden beraberlik



Demokrasinin çoğulculuk ve ortak akla dayalı ortak tercihler üzerinden sağladığı seçim ve katılımcılık, farklılıkları kabullenme kültürünü zorunlu kılıyor. Her zaman öteki dediğimiz için de biz öteki oluyoruz. Bu durumda yeni şartları doğru okumak ve yeni çözümlerde anlaşmak gerekiyor.

Ötekine mutlak haksızlık yüklemek, gücün tahakkümünden kaynaklanır. Ötekileştirme, yansımamızın bir karşı bildirimi olan ötekini yok saymaktır. Ötekileştirme, kişiyi aynadan uzaklaştırmadır. Saha dışına itmedir. Zulme giden yolu açmaktır.

Öteki dediğimiz, aynı zamanda bizim aynamızdır. Beğenmediğimiz suretlerin yansıyan şeklini yok saymak, beraberinde baskıyı ve eziyeti getirir.

Ötekileşme, kendimizi vazgeçilmez görmenin ve baskın olmayı temel rol gibi görüp, bunu meşrûlaştırma eğilimi ise bastırılmışları çoğaltır.

Ben ve öteki tasnifi, kategorik zihni bölünmenin paylaşımcı olmayan bencil yaklaşımından başka bir şey değildir. Kendini özgün ve ayrıcalıklı görme hastalığı, baskın kültür ve alışkanlığın hakimiyet kodunu da kullanıyorsa, ötekileştirme artıyor ve kaynaşma imkânı azalıyor. Oligarşik yapının ana karakteri budur.

Kendine has olunabilir. Ancak bir başkasının da kendine bir hususiyet yüklemesine mani değildir. Bir başkası farklıdır, farklılaşmadır. Bu kırılma noktasında, ayrıştırıcı ve bölücü bir tavrın belirleyici karakteri ile kendimizi ayırt etmek, hegemonya kültürün, tabir yerindeyse faşizan kalıbıdır.

Batının menfi kanadı bizi ötekileştirirken, bizim de kendi içimizde ötekileştirme sendromuna yakalanmamız, trajik bir haldir. Kimlik krizi geçirmeyen ve kimliğini tekli gören milliyetçi akımların birinci dünya savaşı ile başlayan bu negatif projeleri, günümüzde farklı ve gelişen çatışmaları beraberinde getirmiştir.

Yer küreyi ortak bir özne ile dayanışmaya dönüştürmek fikrini, kimlik sorusu ile ıskalamak, derin yaralar açar ve bölüşmek yerine bölünmeyi getirir.

Avrupa kimliği, özünde Hıristiyan temelli bir bakışla AB’yi inşa etmeye çalıştığında, demokratikleşmenin önünü kesen ayırıcı bir unsur olmaktadır. Bu haliyle Müslüman Türkiye’yi birliğe alma kaosu başlamaktadır.

Avrupa, özü korumaya dönük ve kendine has korumacı bir geleneği sürdürmek için AB’yi kurmamıştır. Bilâkis, çoğulcu, farklılaşma özgürlüğünü destekleyen ve bunu ortak medeniyet projesi olarak halklarına sunan bir yaklaşımın etkinliğini sağlama çabası içindedir.

Kendimizi Batı karşısında, onların terminolojisi ile ifade etme hastalığı, Batı ile kendimizi tüketmekten başka bir hayır getirmemektedir. Onun öteki dediği biziz. O da bizim için öteki iken, ortak buluşma noktalarına ağırlık veren, birbirini kabullenen bir süreçle, ortak medeniyet havzası beşeriyet için oluşturulabilir.

Kendi evimizde kendimizi rahat hissetmemek, batının dayatmacı ve kibirli hali karşısında kendi değerlerimizi bilememenin biçareliği, baskın Batıya karşı teslim bayrağı çekmektir.

Doğudan Batıya bir gizem ve ilgi çeken kapalılık ve batının anlama çabası içinde, elbette onların referanslarını kullanabiliriz. Yeter ki kendi değerimizi tahrip eden bir başkalaşmaya dönüşmesin.

Batının doğuyu oryantalist görme yaklaşımı, ona yeni ev ödevleri yüklemektedir. Bize de kendimizi doğru anlatma ve farklılıklarımızı net ortaya koyup onların da bizi öğrenmelerine ve kabullenmelerine kapı açacak fırsatlar vermektedir.

Kendimizi kapatmadan ve öteki dediğimizi de kapatacak bir daralmaya sokmadan, yeni ifademizi ortaya koymak, başkasının da bizi anlamasına yardımcı olmak, ıztırabı azaltacak karşılıklı diyalogla mümkündür.

Kimlik bunalımı ve buhranı en çok Batıda yaşandığı da bir vakıa. Egemen güçler, kendilerini sahip gördükleri hiçbir alanın bizzat içinde değillerdir. Bir anlamda dünyaya hakim olmadıkları, zorbalık yapmalarından anlaşılmaktadır.

Politika üretemeyen, ortak buluşmalara ev sahipliği yapamayan ve ötekini beriki yapma despotluğundan kurtulamayan siyasî sistemler, toplumla ile buluşma ve saygı içinde kabullenme niyeti taşımadıkları için demokrasinin topal ayağını temsil ederler.

Böylece, öteki kavramı ile kimlik bunalımının da öncüsü bir ayrışma başlamış olmaktadır. Dünyanın ortak normlarını yer kürede beraberce asgarî bir dünya ortaklığı ile ortaya koymak, hâlâ beşeriyeti önemseyen bütün pozitif görüşlerin ortak hedefi olmalıdır.

Bunu inşallah beşeriyetin samimî ruhları gerçekleştirecektir.

01.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Eski ve yeni Erdoğan



Araplar AKP pratiğine bir tanım getirmekte zorlanıyorlar. Liberaller ve İslâmcılar AKP’nin zaferini paylaşmakta yarışıyorlar. Hatta birbirlerine ‘bu senin değil, bizim zaferimiz’ şeklinde tarizlerde de bulunuyorlar. Anlayacağınız AKP, Arapların klasik İslâmcı tanımına girmiyor. Ama ne hikmetse, hem liberal kesimler, hem de İslâmcı kesimler AKP’nin zaferini kendi zaferleriymişcesine kutluyorlar. Jerusalem Post gazetesi yazarı Barry Rubin AKP zaferiyle alâkalı olarak: “Kutlanacak bir şey değil” ifadesini kullansa da, tam zıddına Arap sokağı genel olarak AKP’nin zaferini kutladı. Cezire kanalı Yeni Osmanlılar şeklinde meseleyi irdeledi. Bilindiği gibi, Özal döneminde de Arap basını Türkiye için ‘Yeni Osmanlılar’ ifadesini itiyad haline getirmişti. Bu çizgiden yürüdüğü söylenebilir. Bununla birlikte Arap basını iki Erdoğan’dan bahsediyor. Eski ve yeni Erdoğan. Ürdün’de ikamet eden ve Müslüman Kardeşler hareketine yakınlığıyla bilinen Yasir Zeatire yeni ile eski Erdoğan arasındaki farkı kendisine göre şöyle tasvir ediyor: “Seçim zaferinin akabinde, 23 Temmuz günü, onu halka hitap ederken dinledim. Eski Erdogan’dan eser yoktu. O eski, ‘minareler süngümüz ve kubbeler miğferimiz’ diyen Erdoğan gitmiş, yerine yeni bir Erdoğan gelmişti. Yeni Erdoğan devrim derecesinde değişmişti. Besmele de dahil eski itiyadlarına rastlayamamıştım, sadece geride mücerret bir başarı ve muvaffatiyet duası ve niyazı kalmıştı. Sadece bunlar gitmekle kalmamıştı, yerlerini bıktıracak derecede laiklik ve Mustafa Kemal vurguları almıştı. Eminim ki, onun yerine CHP lideri konuşsaydı sözkonusu kavramlara bu kadar vurgu yapmazdı. Bütün bunları siyaset ve belirli ve hassas kesimleri teskin babından söylediğini farzetsek bile, fakat uygulama ve icraat da en az konuşma dili kadar yabancılaşmış. Bu yeni Erdoğan ve ekibinin Hoca ve idealleriyle hiçbir alâkası kalmamış. Biz yepyeni bir siyasî kavim veya kabile ile karşı karşıyayız....” Bunları söyledikten sonra, buruk da olsa, kerhen de olsa AKP’nin zaferini kutladıklarını söylüyor. Nedeni, yine de Barry Rubin’in de yazdığı gibi, sınır ötesinde de olsa İslâmî kesimlerle diyalog ve teması olmasıydı. Hamd Macid gibi kimileri de ‘gömleğini de değiştirse başarı başarıdır’ diye yazıyorlar. Onlara göre pratik için teori dümdüz edilebilir demek ki…

***

Gerçekten de AKP’nin Millî Görüş gömleğini çıkarmasından sonra heyula gibi tanımı zorlaştı. Siyasî olarak konvertibl oldu. Bir başka deyimle hem içerideki düzene, hem de küresel düzene bir nevi akredite olmuş ve yamanmış durumda. Kimi Araplar bunu pratik zekâ olarak görüyorlar ve alkışlıyorlar. Ve Arap dünyasında bu başarıyı gösteren İslâmî siyasî bir oluşum olmadığı için de dizlerini dövüyorlar. AKP’nin sadece Türkiye’de değil, sınır haricinde de ne kadar hayranı varmış. AKP’nin pratizmine şapka çıkartıyorlar. Bu pratiğin tanımında insanlar ayrı ayrı vadilere gitseler de… İsrailli uzmanlardan Efraim Inbar AKP modelinin ‘demo Islam’ olarak tanımlanabileceğini öngörüyor. Demokratik İslâm. Bu bağlamda, heyula gibi tanımsız veya pratik bir başka İslâm çeşidi de Avrupa İslâm kavramıdır. Bessam Tıbi’nin kirveliğini yaptığı bu model pekalâ AKP’ye de uyarlanabilir. Kavramları içini boşalttıktan sonra, dini arzîleştirmek için (sekülerleştirme) içtihadı mutlaklaştırıyorlar. İslâmî liberalizm sekülarizmin araçlarından birisidir. Buradan yola çıktığımızda bu yol bizi Nasr Hamid Ebu Zeyd çizgisine götürür. Onunkisi, Avrupa İslâm tanımına tıpa tıp uygun bir model. İslâmî liberaller ‘içtihadı öncelerken, cihadı öteliyoruz’ demektedirler. Bütün bu isimler farklı olsa da müsemması, özü aynıdır. Bu modelin pratiği güçlü, teoriği ise zayıftır. İçi boşaltılmış ve özü alınmış ‘İslâm çeşidi’ne ‘light İslâm’ dendiğini biliyoruz. Kavramlar ve isimler çok olsa da döküldükleri mecra birdir.

***

Arap liberalleri kendi diyarlarında pratiğini ve bir benzeri modelini bulamadıkları AKP modeline dört elle sarılıyorlar. Sözgelimi el Hayat gazetesi yayın yönetmeni Cihad el Hazin bir cümle ile şunları söylüyor: “Erbakan’ın deneyimlerinden ders aldığı gözlenen Erdoğan, Arap-İslâmcı partilerinde yokluğu hissedilen türden aydınlanmış-İslâmcı tipte bir lider. AKP, Arap İslâmcılar gibi sırtını sloganlara dayamıyor, geleceğe bakıyor...” Burada aydınlanmış İslâm (enlightened Islam) tarifi Müşerref’in ihdas ettiği bir tabir ve daha ziyade kendisi için kullandığı bir kavramdır. Light Islam kavramının bir değişik ifadesidir. Ve Lal Mescidi’ni yıktırdığını biliyoruz. Türkiye’de de seçimler öncesinde benzeri bir şekilde Kasımpaşa’da Piyalepaşa Camii Kur’an Kursu yıktırılmıştı. The Daily Star yazarı Rami G. Huri de Türk İslâmcıları için ‘pragmatikler’ deyimini kullanıyor. Aynı tanıma Hamd Macid de eşlik ediyor. Genellikle dostlarının tanımıyla AKP pratiğinin anlamı budur.

01.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

“İç mesele”



Türkiye’de ekonomi ve siyasetin yeniden yapılandırılması, çoktandır içte ve dışta yoğun tartışmalara konu oluyor. İçerideki tartışmalar mâlûm “demokratik” ortam sebebiyle yeterli seviyede olmasa da, dışarısı bu meselede çok aktif. Hattâ ABD ve AB tartışmanın da ötesine geçip, Türkiye’yi temel yapısal reformlara yönelik somut adımlar atması için zorlama noktasına gelmiş bulunuyor.

Bu reformlarla, topyekûn bir yenilenme öngörülürken, ekonomi ayağında tarımdaki devlet sübvansiyonlarının kaldırılmasından KİT’lerin özelleştirilmesine, bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılmasından kamu bankalarının özel sektöre devrine, vergi ve sosyal güvenlik reformuna kadar bir dizi başlık mevcut.

Ama tek başına ekonomik reformlar yetmiyor. Daha doğrusu, ekonomik reformları yapmak ve başarıya ulaştırmak için siyaseti de yeniden tanzim etmek gerekiyor. Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarının demokratik ve katılımcı bir anlayışla değiştirilmesi gereği bu noktadan hareketle yoğun şekilde gündeme geliyor.

Aynı şekilde yerel yönetimler reformu da devlet yapısında öngörülen değişikliğin çok önemli bir ayağı. Böylece devleti hantallaştırıp şeffaflaşmasını ve hizmet üretmesini engelleyen merkezî bürokratik yapının çözülmesi; mahallî işlerin yerinde çözümü esasına dayanan bir yaklaşımla yerel yönetimlerin güçlendirilmesi hedefleniyor.

Sonuçta, ekonomisiyle, siyasetiyle ve kurumlarıyla topyekûn bir devlet reformu kaçınılmaz ve daha fazla geciktirilemez bir zaruret olarak kapımıza dayanmış durumda.

Gelinen noktada, erişmeyi kendimize hedef saydığımız muasır medeniyetin temsilcisi konumundaki güçlü ülkeler, bizi böyle köklü ve derin bir değişime ciddî şekilde zorluyor. Kurulmak istenen “yeni dünya düzeni” bunu gerektiriyor. Bu düzenin dayandığı sacayağı ise “hukuk-demokrasi-serbest piyasa ekonomisi” formülüyle ifade ediliyor.

Bu çerçevede söz konusu formül kapsamına giren hususların hiçbiri artık “iç mesele” sayılmıyor. Herhangi bir ülkede yaşanan insan hakları ihlâlleri de, partilerdeki antidemokratik yapı ve işleyiş de, seçim sistemindeki aksaklıklar da, bütçe açıkları da global yaklaşımlarla mercek altına alınıp üzerlerine gidiliyor ve çözüm için “dayatılıyor.”

Bu bilhassa “birinci lig ülkeler” arasına girmeye talip olan ülkeler için çok daha geçerli bir durum. AB adayı, ABD müttefiki Türkiye ise bunların başında geliyor.

Türkiye’nin bilhassa AB adayı olduktan sonra sistemini A’dan Z’ye yenilemesi noktasında yoğun ve ısrarlı bir tazyike muhatap olmasının sebebi bu. Ve gündeme getirilen bu yenilenme projeleri, “iç mesele” diye birşey tanımıyor.

Dolayısıyla, herhangi bir konu için “Bizim iç işimiz” deyip rest çekme imkânı yok. Çünkü söz konusu olan değişim projesi, bütünlük arz eden bir paket. Eğer “İç işlerimize başkasını karıştırmayız” denilecekse, o zaman AB ile de, ABD ile de irtibatı kesmek lâzım. Yok, uygar dünyanın üyesi olmakta kararlı isek, sistemi çağdaş normlara uydurmak zorundayız. Hiçbir istisna gözetmeksizin, A’dan Z’ye her alanda... (11.4.2001)

01.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri