Batanları sevmem...
“Lâ uhıbbü’l-âfilîn” (En’am Sûresi: 76)
Hz. İbrahim (as), Allah’ın “Halilullah” unvânına mazhar, tek başına bir ümmet olmuş, ulü’l-azm peygamberlerimizdendir. Nemrut zamanında ve babası da dâhil tamamı putperest bir kavimde dünyaya gelmiştir. Bir falcının kendisine “Bu yıl doğan bir erkek çocuğu, sana çok zarar verecek” demesi üzerine kendini ilâh ilân eden Nemrut, bütün doğan erkek çocukları öldürmeye başlamıştır. Hz. İbrahim’in annesi bu durum karşısında oğlunu bir mağarada doğurmuş ve belli bir müddet orada büyütmüştür. Yıllar sonra olaylar unutulmuş, Hz. İbrahim artık ortaya çıkmıştır. Etrafındaki herkes putperest, Hz. İbrahim (as) ise aklıyla en büyük kitap olan kâinatı okumaya çalışmaktadır.
Rabbinin basit tahta parçalarında olmadığına şiddetle inanarak, gözünü gökyüzüne dikmiş, gece doğan çok parlak bir yıldıza “İşte bu benim Rabbim” demiştir. Fakat gün doğup, yıldız kaybolunca Hz. İbrahim (as) “Lâ uhibbu’l-âfilîn (Batıp kaybolanları sevmem)” diyerek tefekküre devam etmiştir.
Güneşi bütün parlaklığıyla karşısında görünce, bu sefer de “İşte benim Rabbim bu” demiştir. Fakat akşam olup güneş batınca “Lâ uhibbu’l-âfilîn” diye inlemiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan bu kıssa, bize çok büyük dersler verir.
“Batanları, kaybolanları sevmem...”
Bu düstur, vicdanımızı, ruhumuzu, hatta aklımızı çok büyük ızdıraplardan kurtaran büyük bir saadet anahtarıdır.
Hayatımızda batanlar neler?
Gençliğimiz, malımız, evlâdımız, eşimiz, mevkiimiz... Daha yüzlerce sıralayabileceğimiz her şey, yok olmaya, kaybolmaya mahkûmdur.
“Güzel değil batmakla gâib olan bir mahbub. Çünkü, zevâle mahkûm, hakiki güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli. Bir matlûb ki, gurûbda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor, âmâle mercî olamıyor, arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.”1
“Fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?” diye bağıran ruhunu duyabilirse insan ve hiç batmayacak olan, hiç yalnız bırakmayacak olan gerçek sevgiliye gönlünü yönlendirirse ıztıraplar yok olur. En büyük mutluluğu, hem bu dünyada, hem de ahirette yakalamış olur.
Hiç sevilmeyecek mi yaratılanlar? En büyük Allah dostlarından biri bunun formülünü özetlemiştir: “Yaratılanı severim Yaratandan ötürü”.
Kısacası, “Allah için”...
Bana verilen çocuğuma emanet gözüyle bakabilirsem, “Bu, Allah’ın bana bir hediyesi, benim terbiyeme, gözetimime verilmiş” deyip, O’nun için seversem, O’nun rızasına uygun yetiştirirsem Allah için sevmiş olurum.
Bana verilen gençliği daha çok ibadet, daha çok kulluk için bir fırsat olarak değerlendirebilirsem, iffetle muhafaza edebilirsem ve kat’î olarak bilirsem gençlik baharının da ihtiyarlık kışı var ve bir sabah gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyanacağım, Allah için sevmiş olurum gençliğimi…
Bana verilen malı, mülkü ya da mevkii, O’nun ihsanı, lütfu olarak görebilirsem ve O’nun verdiklerini yine Onun yolunda harcarsam bire bin katarak hem çok büyük bir ticaret yapmış olurum, hem de bir imtihan sırrı olarak elimden alınmasından, gitmelerinden acı duymam.
“Batıp gidenleri sevmem” demek büyük bir yüreklilik ister. Emin olmalıdır insan ne istediğinden. Kısacası; bel bağladığım, vazgeçemediğim şeylerden sıyrılmadığım sürece fıtratıma ters hareket ettiğim için ıztırap içinde kalmaya mahkûmum. Zaten acılarımıza baktığımızda mutlaka ama mutlaka takılıp kaldığımız bir şey vardır. Hikmet perdesini aralayamamışızdır. Sebeplerle uğraşıyoruzdur. Ve emîn olun “Lâ uhibbu’l-âfilîn” diyememişizdir.
Dünyaperestliğin aslı olan kötü ahlâktan sıyrıl, fâni ol. Bunu söylerken; kâinatın fihristesi hükmünde olan vücudunu da O’nun yolunda kullanarak hâl diliyle de “Lâ uhıbbü’l-âfilîn” demelidir insan...
Güzel ahlâk; yumuşak huy, sabır, tevekkül... Bunlar Hz. İbrahim’in Kur’ân-ı Kerim’de çok övülen meziyetleri aynı zamanda.
Meselâ gözlerim; ben bunu bir ücret karşılığı almamışım, kendim yapmamışım, demek ki yapan O, gözlerimin sahibi O.
Kur’ân’da şiddetle tekrar edilen “Bakmazlar mı, görmezler mi?” âyetlerini hiç unutmamalı insan. Her şeyin bir sebebi var. Gözlerimin ruhumun pencereleri olduğunu unutmadan kâinat mektubunu okumalıyım. Her bir olay, her bir varlık O’nun harfleri. Bana düşen; okumak, anlamak, anlatmak, düşünmek... Diğer bütün azaların kullanımında aynı prensibi gözeterek şükrünü yerine getirirse insan, Rabbü’l-Âlemîn’in “Takva sahiplerinin işlerini kolaylaştırırım ve onlara furkan özelliğini veririm” vaadine mazhar olurlar. Doğruyla yanlışı ayırt edebilmek ise, etrafı acılarla çevrilmiş çaresizlikler içindeki insanın en büyük kurtuluş anahtarıdır.
İşte Hz. İbrahim’in kıssasından bize yansıyanlar...
Genç bir delikanlı, ruhunun çağrısını duyarak aklıyla Rabbini aramış mertçe. O’ndan başkasını reddetmiş, “Kaybolanları sevmem” demiştir. Buna cevap gecikmemiştir. Ateş içine atılırken “Ateşe serin ol!” emrini veren Rahmanü’r-Rahîm ona “Halilullah” (Allah’ın dostu) unvanını vermiştir.
Eğer ızdırap içindeysek içimize dönmeli, hangi batıp giden şeyin ardından meşgul olduğumuza bakmalıyız. Ve kafamızı kaldırıp kâinata “Lâ uhubbi’l-âfilin” nidâsını haykırmalıyız.
Dipnotlar:
1- Sözler, 17. Söz
|