|
|
İslam YAŞAR |
Her sonun bir de sonrası vardır |
|
Her canlının bir sonu, o sonun da bir sonrası vardır.
Hilkatle kendisine bir ömür takdir edilen canlı, vakti geldiğinde yeşerir, hareketlenir, büyür, yetişir, meyve verir. Vadesi yetince de son tecellî eder ve sonrası başlar.
Hayatın o safhası için bitki tohum bırakır toprağa, hayvan yuvaya yavru. Bazı bitkiler her sene bir tek çekirdek verirken bazıları etrafa onlarca tohumu birden saçar. Aralarında toprağa kök salanlar ve yerine filizlerini bırakanlar da vardır.
Bazen kuytu bir köşede, ufacık bir çekirdeğin çimlenmesiyle canlanır hayat. Zamanla bir iken iki, iki iken dört olur. Bu sayı her mevsim katlanarak artar ve bir süre sonra ormanlaşır.
Etrafa tohum saçan renkli çiçekler, bir yerine on filiz bırakan otlar, toprağa kök salan koca ağaçlar ve benzer yollarla çoğalan bitkiler gibi hayvanlar da doğar, büyür, yetişir, ürer ve ölürler.
Onların da bazıları ancak birkaç yılda bir yavru verirken, bazıları her sene üç beşini birden doğurur. Yumurtalarla türeyenlerse folluklarını yumurtayla doldurup kuluçkaya yatarlar.
Onlar için yumurta sayısı bir de olsa fark etmez, on da. Vücut ısıları ile onları muayyen bir süre sardıktan sonra çatlayan yumurtalardan çıkan civcivlerini, kursaklarında sakladıkları yiyeceklerle beslerler, hayatlarını devam ettirecek seviyeye gelince de kendi hâllerine bırakırlar.
Büyüyüp gelişince onlar da hemcinsleri gibi hem hayatiyetlerini devam ettirirler, hem sayılarını arttırırlar ve sürüler hâline gelerek dünyanın dört bucağına dağılırlar.
Deprem, sel, yangın, taun gibi tabî âfetler veya beşerî felâketler sebebiyle zamanla bazılarının nesli tükense de kalanlar aynı yollarla çoğalırlar ve yeryüzünü nev’îleri ile ihyâ ederler.
Sonun sonrası, madde itibariyle insanlarda da bitkilerden ve hayvanlardan pek farklı değildir. Onlar da tayin edilen hayatı yaşarken kendilerini ömrün sonrasına hazırlarlar.
Gerçi zaman içinde çeşitli sebeplerle zürriyeti kesilip nesilleri tükenerek dünya hayatının ondan sonraki safhasını yaşayamayanlar veya niçin yaşadığının bile farkına varamayanlar da çıkar. Üstelik bunlar çoğu zaman ekseriyeti teşkil eder ama bu kemiyet, keyfiyetin ehemmiyetini azaltmaz.
Onun için insanî hasletlerinin farkında olanlar ve ahiretin varlığına inananlar yalnız kendi sonlarının sonrasını hazırlamakla kalmazlar, aynı hasleti başka insanlara da kazandırmaya çalışırlar.
Kimi insanla yapar bunu, kimi eserle. Kimi de hem insan, hem eserle. Ama hepsi ancak geleceğine yön verdikleri insanların kemiyeti ve keyfiyeti nisbetinde büyük insan addedilirler.
Bazı büyük insanlar, bu maksatla hem yuva kurup hayırlı evlâtlar yetiştirirler, hem de çeşitli eserler vererek geleceklerini şekillendirmeye çalışırlar. Öldükleri zaman eserleri de gelecekleri de evlâtlarına tevarüs eder.
Bazıları ise çeşitli eserler yazıp farklı fikirler ortaya atarak büyük dâvâlar teşekkül ettirirler. Hayatlarını dâvâlarına adayarak bir iken bin, fertken cemaat olurlar ve geleceklerini insanlığın geleceği hâline getirirler.
Bunlara en güzel örneklerden biri de Mevlânâ’dır.
***
“Öldüğüm gün tabutum götürülürken,
Bende bu dünya derdi var sanma.
Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret,
Güneşle aya gurubdan hiç ziyan gelir mi?
Toprağa konulduğumu sanıyorsun değil mi?
Benim ayağımın altında bu yedi gök vardır.”
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, böyle diyerek veda etmişti dünyaya. Geride kalanları o kadar düşünüyordu ki, hayattayken ölümünü bile ders vesilesi yapmış ve öldüğü zaman mâneviyât âleminde yaşayacağı hâlleri nazara vererek ölümün soğuk yüzünün gerisindeki sıcaklığı insanlara hissettirmeye çalışmıştı.
Bu gibi ifadelerle, dünyada iken kendisinin nasıl yaşadığını bilen ve örnek alan insanlara, öldüklerinde yaşayacakları mânevî hayat merhalelerini söyleyerek sesine kulak verenlerin kendilerini sonun sonrasına, yani ahirete hazırlayabilmeleri için sağlam bir zemin ihzar etmişti.
Bu zemini ilk şekillendiren kişi de oğlu Sultan Veled olmuştu. Babasının vefatından sonra yerini dolduracak bir kişi olmadığından, hem onun etrafında toplanan insanların dağılmaması, hem de başka yerlerde yaşayan muhibbanının istifade etmesi için onun hayat tarzını sistemli bir hâle getirmek istemişti.
Sultan Veled’in derleyip toparladığı yaşayış şekillerini ve irşat usûllerini, Ulu Ârif Çelebi dedesinin efkâr-ı âmmede bıraktığı cezbe ve heyecan unsurlarını da nazara alarak bir tarikat kurmuştu.
Konya’yı, dedesinin, isminden daha çok iştihar eder sıfatına izafeten Mevlevîlik adını verdiği tarikatın merkezi hâline getirmiş, tarikatın, zamanla aile çizgisinden sapmamasının yolunu da Çelebi unvanını verdiği postnişînliğin babadan oğula geçmesini sağlamakta bulmuştu.
Bir tarikatın sadece kurallarla, kaidelerle yaşayamayacağını düşünen Ârif Çelebi, onun mânevî bir cazibe merkezi hâline gelmesi için kendine has âdâb, erkân, töre ve âyinler ihdas etmişti.
Buna göre Mevlevîliğin temeli cezbe, aşk, edep, terbiye ve sema gibi manevî mertebeler hâlinde birbirini takip ederek tekâmülü tamamlayan his, haslet ve hareketlere dayanıyordu.
Hissin aklı aşmasının, gönlün iradeye yön vermesinin tezahürü olan cezbe sayesinde harekete geçen sevme hissi zaman içinde olgunlaşarak aşk hâlini alırdı. Önceleri mecazi mahbuplara hasredilen aşk hissi, edep ve haya gibi hasletlerle terbiye edilerek hakikî aşk mertebesine ulaştırılırdı.
Kâinatta tecellî eden ve Marifetullahın tezahürü olan güzelliklere bu nazarla bakarak Muhabbetullah mertebesine ulaşan ruh, mânen tatmin olarak coşkuyla harekete geçince bedeni de kontrol altına alırdı. Önceleri, herhangi bir âhenk unsuru ile sonraları ise ney, rebab, def, zurna, nekkâre, başarat gibi çalgılarla icra edilen fasıllarla harekete geçer ve sema başlardı.
‘İşitmek, dinlemek’ mânâlarının yanı sıra, gökyüzünü ve gezegenlerin hareketlerini de tedaî ettiren sema, tekâmülün zirvesini teşkil ettiğinden, korunması, çıkılmasından çok daha zor olan bir mertebe idi.
Diğer mertebelerden herhangi biri eksik bırakıldığı veya yeterince yaşanmadığı takdirde tekâmül silsilesi bozulacağı için ruh ile beden arasındaki insicam kaybolur ve sema yapılsa bile tekâmül olmazdı.
“Sema, âşıklarının canının rahat ettiği hâldir.
Bunu ancak, canın canı kendisinde olan bilir.”
Nitekim, semayı bu şekilde tarif eden Mevlânâ da onun zorluğuna dikkat çekmiş ve ancak ehli olan insanların yapması gerektiğini, o ahvâle âşinâ olmayanların semadan uzak durmaları gerektiğini hatırlatmıştı.
Zaten, Mevlânâ’dan çok daha önceleri sema eden Ruzbihan Baki’nin “Sema bütün ruhların madde yükünden kurtulup rahatlamasıdır. Sema insanın yeteneklerini heyecanlandıran gönül sırlarının uyandırıcısıdır. Yükselmemiş insan için sema fitnedir. Yükselmiş insan için ise ibadet... Maddesi ile canlı, gönlü ile ölü olanların sema dinlememeleri gerekir. Çünkü bu tehlikeli sonuçlar doğurur. Semada yüz bin haz vardır. Ve bu hazların her biri ile yüz bin yıllık marifet yolu aşılır ki bu hiçbir bilgi ve şeklî ibadetle nasip olmaz. Sema aşıklara uygun, sıradan insanlara haramdır” sözleriyle de ifade ettiği gibi ruhen olgunlaşmamış insanların sema yapmaları pek doğru değildi.
Sema hareketinde tecellî eden mânevî sırlara vakıf olmayan insanlar, sema yapmaya, yaptırmaya veya dinlemeye kalktıkları takdirde kendileri de, onları dinleyip seyredenler de zarar görürlerdi.
Mevlevîlik, tarihî fonksiyonunu icra ettiği ve semanın âdâbına uygun olarak yapıldığı zamanlarda Anadolu ve Rumeli başta olmak üzeri Suriye, Arabistan, Irak, Mısır gibi pek çok yere yayılan yüzden fazla Mevlevîhânede faaliyet göstermiş ve ferde de, cemiyete de büyük faydalar sağlamıştı.
Mensuplarının ve müdavimlerinin ekseriyetle vüzera, ulema, üdeba, paşa gibi havasstan meydana gelmesi ve bazı padişahlar tarafından himaye edilmesi bu tarikatı ahâli nezdinde de muteber bir hâle getirmiş, Mevlevîhânelerin yanında, münhasıran Mesnevî’nin okunduğu Mesnevîhâneler de açılmıştı.
Buralarda yapılan sema hareketleri ve Mesnevî sohbetleri çeşitli musıkî fasılları ve san’at faaliyetleri ile takviye edildiği için, Mevlevîhâneler birer san’at mektebi fonksiyonunu da icra etmişti.
Bu sayede resmen faaliyet gösterdiği altı asra yakın zaman içinde ve musıkî, hat, edebiyat, resim, raks ve benzeri san’at dallarının gelişmesine ve aralarında Dede Efendi, Itrî, Nef’i, Şeyh Galip, Arif Nihat gibi pek çok şairin, bestekârın ve san’atkârın yetişmesine de vesile olmuştu.
“Ben bir canım ama, yüz bin bedenim var.
Can da nedir, beden de ne? İkisi de benim herhalde,
Fakat bütün bunların içinde, ben olanı göremedim ben.”
Böyle diyen Mevlânâ’nın çokluğu ifade eden rakamlarla dile getirdiği kemiyet şartları tahakkuk etmiş ama bu kontrolsüz artış bazı sıkıntıları da beraberinde getirmişti ve Mevlânâ’nın, Rizbuhan’ın söyledikleri tehlikeler zuhur etmişti.
Her içtimâî harekette olduğu gibi Mevlevî tarikatına da zaman içinde zaaflarına mahkûm olan bazı insanlar girmiş, onların tarikat içinde temayüz etmeleri ve ehil olmadıkları hâlde sema yapmaya kalkmaları neticesinde Mevlevîlik aslî değerlerinden uzaklaşma sath-ı mâiline girmişti.
Osmanlı Devleti, Balkan Harbi’ne ve Birinci Dünya Harbine girince, devlet adamları ile yakın temasta bulunan Mevlevî postnişînler Mevlevî Alayları kurmuşlar ve aralarına katılan Kadirî Bölüğü ile birlikte cepheye gitmişlerdi.
Kurtuluş Savaşı sırasında, Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketlerini desteklemişler, işgalleri tel’in mitingleri yapmışlar, Büyük Millet Meclisi kurulunca maddî, mânevî yardımda bulunmuşlardı.
Cumhuriyetin ilânından sonra da devlet adamları ile yakın münasebetler kurmaya devam ettiren Mevlevî postnişînler, dinî değerleri hedef alan inkılâp hareketlerine de destek vermişlerdi.
Meselâ halifeliğin kaldırılması üzerine son postnişînlerden Abdülhalim Çelebi, Mustafa Kemal’e telgraf çekerek kutlarken, Veled Çelebi şapka inkılâbına destek vermiş, şapka ve Mustafa Kemal hakkında şiirler yazmıştı.
Bu teşvik ve destekler, 2 Eylül 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine diğer tekke, tarikat ve zaviyelerle birlikte Mevlevîlik de kaldırılmasına rağmen devam etmişti.
O sırada postnişîn olan Abdülhalim Çelebi de Mevlevîliğin tarihe karışmasına itiraz etmemiş, ama Mustafa Kemal’e müracaat ederek tarikata ait mal varlıklarının korunmasını, postnişînlerin de mağdur edilmemelerini istemişti.
Bunun üzerine bizzat paşanın emri ile Konya’daki Mevlevî Dergâhı müze hâline getirilerek varlığı korunmuş, postnişînlerin çoğu devlet dairelerine memur olarak tayin edilmişti.
Devlet, Mevlevîlik ilişkileri sonraki yıllarda da devam etmiş Mevlânâ’nın eserleri devlet eliyle Türkçe’ye bazı yabancı dillere tercüme ettirilmiş, Mevlânâ ölüm yıldönümlerinde Konya’da devlet tarafından çeşitli uluslar arası toplantılarla anılmış ve Mevlânâ’nın dünyada tanınması sağlanmıştı.
Son zamanlarda Mevlânâ adına kurulan dernekler ve vakıflar vasıtasıyla, onun adına yapılan kültür merkezlerinde tertip edilen Mevlânâ ihtifallerinde devlet ricalinin ve hükümet erkânının en üst seviyede temsil edilmesi de bu tarihî yakınlığın hâlâ devam ettiğini göstermektedir.
Fakat, dinî muhtevalı folklorik bir kültür faaliyeti olmaktan başka bir mânâ ifade etmeyen bu gösteriler, Mevlânâ’nın ve Ruzbihan’ın mezkûr endişelerini teyit etmektedir.
12.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Resûlullah’ın (asm) mirası |
|
Birgün büyük sahabi Ebû Hüreyre, Medine çarşısına gitmişti. Çarşının ortasında durup eliyle Mescid-i Nebevî’yi işaret ederek, “Sizi oraya gitmekten alıkoyan nedir?” diye seslenmişti. “Nereyi kastediyorsun ey Ebû Hureyre?” demişlerdi çarşıdakiler. “Orada Resûlullah’ın mirası dağıtılıyor, sizin haberiniz yok. Siz de gidip payınıza düşeni alsanıza!” demişti.
Halk hemen mescide koşmuş, biraz sonra da dönmüşlerdi.
“Ne oldu?”
“Ey Ebû Hureyre, mescide gittik, içine girdik, fakat paylaşılan birşey görmedik.”
“Hiçbir şey görmediniz mi?”
“Gördük. Bazıları namaz kılıyor, bazıları Kur’ân okuyor, bazıları da helâl ve haramdan bahsediyorlardı.”
“Yazıklar olsun size?” dedi Ebû Hureyre. “İşte Resûlullah’ın mirası budur.” (Tergib, 5: 229)
İlim, zikir, fikir, ibadet, Kur’ân okuma, öğrenme, öğüt, meşveret menbalarıdır mescidler. Resûlullah’ın mirasları da bunlar. Birgün mescidde grup grup insanların toplanıp dinî bir kısım şeylerle meşgul olduklarını öğrendiği zaman, “Siz böyle devam ettiğiniz sürece huyunuz bozulmaz” demişti Hz. Ömer. Kur’ân da, “Siz güzel huylarınızı değiştirmedikçe, Allah da size verdiği nimetleri değiştirmez” buyurmuyor mu?
Bütün güzellikler, iyilikler Resûlullah’ın mirasıdır. “Şükrederseniz andolsun ki nimetimi arttırırım” meâlindeki âyet de, bu güzel huyları, istikameti devam ettirme değil midir? Diğer bir ifadeyle, farzları yapma, haramlardan kaçınma o mirasa sahip çıkma demektir.
Sahabe bunun için yaşardı. Farzlara alabildiğine dikkat eder, haramlardan kaçınır, her hususta Resûlullah’ın (asm) mirasına sahip çıkardı.
Evet, Resûlullah (asm) maddî miras değil, böylesine büyük, zengin bir ilim mirası bırakmıştı. Sadece manevî değil, maddî gelişmenin de temeli ilim değil midir? Dünyevî kalkınma da, uhrevî kalkınma da, ilimle mümkün. “İlme kafa yormak gündüzleri oruç tutmaya, ilmî müzakerelerde bulunmak da geceleri ihyâ etmeye denktir” diyen sahabenin âlimlerinden Muaz bin Cebel, “Bahtiyar odur ki, ilimden ilham alır. Bedbaht odur ki, ondan mahrum kalır” der. (Hılye, 1: 239.)
Ne mutlu Resûlullah’ın (asm) mirasına sahip çıkanlara!
12.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bid’at nedir, ne değildir? |
|
Abdurrahim Bey: “Bid’at nedir? Bid’at-ı hasene ve seyyie var mıdır? Tesbihi 99 taneli bir tespih aracıyla çekmek bid’at mıdır?”
İslâmiyet son dindir. Kurucusu Cenâb-ı Allah’tır. Tebliğcisi Hazret-i Muhammed’dir (asm). Farz, vacip, sünnet ve müstehap bütün esasları vahiy ürünüdür, Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) nübüvvet nazarından geçmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) hayattayken tamamlanmış, kemâle erdirilmiş bir dindir.
Bid’at, Hazret-i Peygamber (asm) ve onun ashabından sonra ortaya çıkan ve aslı dine dayanmadığı halde dinî bir çerçeve içinde sunulan yeni yaklaşımlar ve yeni âdetlerdir.
Bid’atın zıttı sünnettir. Resûl-i Ekrem’den (asm) ve onun ashabından sahih olarak rivayet edilen her şey sünnet kapsamındadır. Bid’ate lüzum yoktur. Çünkü sünnet vardır, sünnet boşluk bırakmamıştır, bütün yeni durumları da sünnet zaptetmiştir. Çünkü bu din eksik bırakılmamış, tamamlanmıştır. Zaten eksik bırakılmış olsaydı, yine beşer aklıyla değil, vahiyle tamamlanacaktı. Vahiy bu dini tamamladığına göre, beşer aklına yeni icatla ilgili bir mesele bırakılmamıştır.
İçtihat bid’at değildir, sünnettir. Çünkü içtihat, yeni durumlara Kur’ân ve Sünnetten çözümler bulmaktan ibarettir. Dinle doğrudan ilgisi olmayan teknik araç gereçlerin de bid’atle ilgisi yoktur. Meselâ hacca deve ile gitmek yerine uçak ile gitmek bid’at değildir. Ezan okurken hoparlör kullanmak bid’at değildir. Teypten Kur’ân-ı Kerim dinlemek bid’at değildir. Camiye otomobil ile gitmek bid’ât değildir. İnternet ortamında dini tebliğ etmek bid’at değildir. Yemekte kaşık, çatal ve bıçak kullanmak bid’at değildir. Bunların hepsi teknik araç ve gereçlerden ibarettir. Bunlarda dinin özüne ve aslına aykırılık yoktur.
Bedîüzzaman’ın tanımıyla bid’at, ahkâm-ı ubûdiyette yeni icatlar çıkarmaktır. Kur’ân’ın, “Bu gün size dininizi kemale erdirdim”1 sırrı ile çeliştiği için İslâmiyet’te bid’at reddedilmiştir. Çünkü bu âyette, İslâmiyet’in Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) risâletiyle birlikte kemale erdiği bildiriliyor. Bid’at ise bu esasa zıttır.
Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kim benden sonra terk edilmiş bir sünnetimi diriltirse onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye—onların sevabından hiçbir şey eksiltilmeden—sevap verilir. Kim de Allah’ın ve Resûlü’nün rızasına uygun düşmeyen bir kötü bid’at icat ederse, onunla amel eden insanların günahları kadar o kişiye—onların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden—günah yükletilir.”2 Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Her bid’at dalâlettir. Her dalâlet ateştedir”3 buyurmuştur.
İslâm bilginleri bid’ati iki gurupta incelemişlerdir:
1- Bid’at-i seyyie.
2- Bid’at-i hasene.
1- Bid’at-i seyyie: Kötü ve zararlı olduğunda şüphe olmayan bid’atlerdir. Meselâ ezanı aslından değil de, Türkçe veya başka bir dilde okumak bid’at-i seyyiedir. Üstad Hazretlerinin o dönemde camilere girdiğini söylediği bid’atler ezanın Türkçe okunması gibi İslâm dininin ibadetlerini değiştirme ve ibadette yeni usûl getirme girişimleridir. Kezâ türbeleri ziyâret esnasında kabir ziyâreti ile izah edilemeyecek şekilde türbelere horoz adamak, türbelerde mum yakmak, dilek dilemek... vs. bid’at-i seyyieye örnek olarak verilebilir.
2-Bid’at-ı hasene: Kötü ve zararlı olmadığı düşünülen bid’atlerdir. Ölenin ardından dinî bir heyecanla mevlit merasimi düzenlemek, ölenin ardından kırkıncı gün, elli ikinci gün... vs. düzenleyerek bu günlerde dînî toplantılar yapmak, ölenin bedenî ve mâlî ibâdet borçlarını paraya çevirmekle düşürmeyi amaçlayan ıskat ve devir gibi uygulamalara bid’at-i hasene denmiştir.
Tesbih için doksan dokuz boncuklu bir araç kullanmaya bid’at demeye gerek yoktur. Çünkü araçtır. Teravih namazını cemaatle kılmaya bid’at demeye lüzum yoktur. Çünkü bu düzenleme her ne kadar Peygamber Efendimiz’den (asm) sonra olmuşsa da, sahabe döneminde yapılmıştır. Binaenaleyh sahabenin içtihadı söz konusudur. Aslında dinî tefekküre vesile olduğu ve dinî hisleri yücelttiği düşünüldüğünde mevlit okumaya veya okutmaya da veya ilâhî okumaya veya okutmaya da bid’at demeye gerek yoktur. Fakat burada meselâ “Ölenin kırkıncı gecesinde mutlaka mevlit okutulacak, aksi takdirde ölen kişi için hiçbir şey yapmış sayılmayız” gibi yanlış yerleşmiş telâkkilere dikkat etmeli, bu anlayışların dinin özünde olmadığı vurgulanmalıdır. Yine meselâ ölenin nâmına, ölenin mirasçıları, maddî güçleri oranında fakire fukaraya bağışta bulunabilir. Bu bağışa bid’at denmez. Fakat bu bağışı ıskat ve devir töreni içinde yapar ve mühim bir dinî vecibeyi yaptığını zannettiği halde sembolik bir parayı çevirmekten başka bir şey yapmazsa buna ancak bid’at denir.
Dipnotlar:
1- Mâide Sûresi: 3., 2- Tirmizî, İlim, 2817., 3- Beyhâkî, Sünen, 3/213, 214
12.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Ailede hürmet, merhamet ve muhabbet |
|
“21 yıllık evliliğimiz boyunca, bana şiddet uyguladı, kaç kez büyük oğlum beni onun elinden kurtardı...” (Aile Mahkemesi Bilirkişi Raporundan...) “Babamın ne zaman patlayacağını bilirdik. Önce çenesi gerilir, sonra bıyıkları titremeye başlardı. Korunma pozisyonuna geçerdik. Ben ellerimle başımı kapatır, ablam oturduğu yerde büzülür, kardeşim divanın altına girerdi. Bir keresinde orada o kadar uzun kalmış ki, altını ıslatıp, uyumuş.”
***
Aile içi şiddet problemi bütün dünyada yaşanan acı gerçeklerden bir tanesi… Ülkemizde aile üzerine yapılan çalışmalarda da önemli bir yere sahip.
Bu çalışmalardan bir tanesinin yer aldığı mini kitapçığı içim buruk okurken yaratılış âlemlerine rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin (asm), ev halkının sevinç içinde karşıladığı aile reisinin ne hayırlı kişi olduğuna dair müjdesini hatırlıyorum. Hadiste, geldiğinde ev halkının korkup bir tarafa dağıldığı aile reisinin hâli ise “Yazıktır o kişiye ki…” sözleriyle yorumlanıyordu.
İşte bir sağlama fırsatı!
Beyler eve geldiğinizde ev halkı sizi genelde nasıl karşılıyor? Sevinerek mi, yoksa…
Aile içi şiddet probleminin çözümü de, Peygamberimizin (asm) Sünnet-i Seniyyesini hayat modeli olarak seçip uygulama gayretinde gizli.
O (asm), ailesine en merhametli olandı…
İbretlik
Mezarlığın yanı başına yeni inşâ edilen sitenin otobana bakan tarafındaki bloğunu boydan boya kaplayan gösterişli afişte yazılan yazıyı acı bir tebessümle okuyorum: “…Konaklarında yeni bir hayat başlıyor!”
Hadis-i şerife göre “Ölmek için dünyaya gelirsiniz, harap olmak için binalar yapıyorsunuz” diye her sabah insanoğluna seslenen meleği hatırlıyorum…
Enerji dolu kelimeler…
Ağzımızdan çıkan kelimelerin bir enerjisinin olduğu, bu enerjinin kendimizi ve çevremizi etkilediği söyleniyordu okuduğum yazıda. Kelimelerin enerjisi, dinimizdeki “zikir” kavramıyla birlikte yorumlanıp sözgelimi hasta isek “Ya Şâfî! (Ey şifa veren Allah!)”, sert-kırıcı isek “Ya Rahîm! (Ey merhamet edip acıyan Allah!)” kelimelerini sıkça söylemenin, bedenimizi ve hislerimizi etkileyeceği ifade ediliyordu…
Fen bilimlerine az buçuk âşinâ olanların hiç de yadırgamayacağı ilmî bir hakikattir sesin enerji boyutu.
Gerçekten de öfke ya da ümitsizlik anlarımızda ağzımızdan gafletle çıkan kelimelerin bizi nasıl gerginleştirip menfî bir psikolojiye büründürdüğünü, yaratılış âlemini düşman gibi gösterdiğini, Allah’tan uzaklaştırdığını hatırlayalım! Doğru bir tesbit değil mi?
Kaynağını Kur’ân ve hadisten alan kelimelerin ise bizi Yaratıcımıza yakınlaştırdığı, varlık âleminin bir parçası olduğumuzu hatırlattığı, dolayısıyla yeni bir hayat enerjisi aşıladığı sayısız tecrübeyle sabit… O halde vazife başına! “Zikir, fikir, şükür” görevleri bizi bekliyor…
Dostlarla “Hanımlar Rehberi” okumak…
Dinlenme “mola”sı verdiğimiz geçtiğimiz günlerde, hanım hanıma bir grup ahbapla (Ahbap: sevilen dost… (Çok sevimli bir kelime değil mi?))
Cennet misâl karşılıklı koltuklara oturarak vaktimiz yettiğince bir hafta boyunca Bediüzzaman Hazretlerinin biz hanımlar için kaleme aldığı eseri mütalâa ettik.
Yaş grupları farklıydı. Altmışlı, yirmili, otuzlu, kırklı yaşlarını süren hanımlar... Gruptaki her bir kişi, okunanlara gerçekten “zekî muhataplar”dı… Okuduğumuz her bir satırın derinliklerine nüfuz edebilme, hakikati yakalayabilme gayretiyle tartıştık, delillendirdik, hayatımızdan pratik örnekler verdik, notlar aldık…
Hatta, notlarımızı “yedi güne, yedi formül” diye kendimizce gruplandırdık bile…
Aklımız, kalbimiz, ruhumuz, sâir duygularımız çok güzel farklı tatlar keşfetti.
“Keşke böyle anlarımızı daha da artırabilsek, bu hakikatleri daha sık birlikte paylaşabilsek…” cümleleriyle iç dünyamızı tarif ederken, bir ahbabımın “Ya, sanki birbirimize terapi yaptık!” ifadesi hepimizi güldürdü…
12.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Yeni Kültür Bakanımızı beklerken |
|
Bir türlü normal seyrini takip edemeyen ülkemiz, demokrasi aracının tekerine konulan taşların sandıkta ciddî biçimde temizlenmesinden sonra yoluna devam etmeye çalışıyor… “Halk”la inatlaşmayı siyasî gelenek olarak sürdüren “halk” temsilcilerinin yine “öcü var” siyaseti yapma çabaları arasında, engellerden biri geçildi. TBMM başkanını seçti… Sırada Cumhurbaşkanlığı ve yeni hükümetin kurulması var…
Cumhurbaşkanlığı seçimi yine orasından burasından çekiştiriliyor… Siyasî yazarlar o konuda söyleyeceklerini söylüyor elbet. Ankara’da gizli-açık görüşmelerde de adeta satranç hamleleri anbean birbirini takip ediyor…
Benim derdim hükümetin kurulmasıyla…
Elbette hükümet içinde de kültür bakanlığıyla…
Mevcut Kültür ve Turizm Bakanımızın; mesaî esnasında alamadığı övgüleri, giderayak alması elbette sevindirici… Ama… Görevi boyunca medyamızda uykulu görüntülerine yer verildiği kadar, sayın bakanın neler yaptıklarına da yer verilseydi daha güzel olurdu…Yine de sayın Atilla Koç’un bakanlık dönemi birçok önemli adımın atıldığı bir devre olarak anılacak… Kendisine en muhalif olanlar bile bugün, “İyi bir dönem” geçirdiklerini itiraf ediyorlarsa… Sayın Koç görevini yapmış demektir… O halde; kültür ve san'at dünyamız adına teşekkürü hak etmiştir sayın bakan…
Yeni kabinenin kurulmasına biraz zaman var gibi geliyor bana… Önce Çankaya sahibini bulmalı ve yeni kabineyi yeni Cumhurbaşkanımız tasdiklemeli!
İşte burada yeni bakanın kim olacağı üzerinden söylemek istediklerim var…
Elbette iktidar partisi içinde Kültür Bakanlığı görevini lâyıkıyla yapabilecek çapta birkaç isim var. O isimlerden birini Kültür Bakanlığı görevine getirmek de sayın başbakanın tercihi…
Bu durumda, Kültür Bakanı’nın “kim?” olacağından çok “nasıl biri?” olacağına bakmak lâzım…
Yeni Kültür Bakanımız “kültür ve san'at”ın bir bütün olduğunu asla unutmamalı…
Sadece yayın dünyasına, sadece sinemaya, sadece tiyatroya, sadece müziğe veya tiyatroya değil… Bütün kültür ve san'at dünyasına aynı önemi veren biri olmalı yeni Kültür Bakanımız…
Elbette “özel dost” gruplarının mahkûmu olabilecek biri de asla o koltuğa oturmamalı!
Daha önceki dönemlerden edindiği tecrübeyi mevcut hükümet dönemindeki müsteşarlık göreviyle süsleyen sayın Mustafa İsen’den yararlanmayı da sürdürmeli yeni bakan…
Ve tabiî biriken, farklı sebeplerle çözülemeyen kimi sorunlar da artık bu dönemde çözülmeli…
En başta kültür san'at üreticilerinin telif hakları Avrupaî bir düzenlemeyle güvence altına alınmalı… Yarım yamalak düzenlemeler bir an önce terk edilmeli…
Kültür-san'at dünyasının nefes alabildiği organların dergiler olduğu cümlenin malûmu… Ama dergilerin önünde birçok “yasal!” engeller bulunduğu da! Bu alanda “yasal” görünümlü ve “tekelci” bir yapılanmaya sebep olan düzenlemeler gözden geçirilmeli ve bir an önce iyileştirmeye gidilmeli… Aksi takdirde holdinglerin ve özel lobilerin cilâladığı yazarlar dışında genç yazar yetişmesini şansa bırakmış oluruz ki… Kültür san'at dünyamıza yazık olur…
Tabiî iki genel sorun daha var yeni bakanın kim olacağından önce…
Birincisi; bakanlar kurulu listesi içinde, bakanlığın bulunduğu sıra…
Bütçesi genel bütçe içinde çok komik olan bakanlığın bir de sıralamada çok çok gerilere bırakılmış olması, “kültür” adına hoş bir görüntü değil kanaatimce… Gönlüm istiyor ki; sayın başbakan hükümeti açıklarken, yardımcılarını açıkladıktan sonra, devlet bakanlarından bile önce Kültür Bakanımızın adını açıklasın… İnanıyorum ki sadece bu sıralama bile “kültür san'at”ın daha çok konuşulmasına, gündemimizi meşgul etmesine yetecektir… Benimki bir umut ve temennî bu konuda…
Gelelim ikinci genel sorunumuza…
Dikkat ederseniz, yazımın başından beri “yeni Kültür Bakanımız”dan bahsediyorum. Oysa mevcut bakanlığımızın tam adı “TC Kültür Ve Turizm Bakanlığı” olarak geçiyor…
Ve ilk gün olduğu gibi bu gün de bu iki bakanlığın bir arada olmasına karşı olanlardanım. “Turizm Bakanlığı” birçok bakımdan ayrı bir alan oluşturuyor… “Kültür Bakanlığı” ise tamamen ayrı bir alan… Üstelik herkesin çok açık biçimde bildiği gibi biri para getiren biri para götüren bir bakanlık… Turizmden geleni sadece kültüre harcamak da söz konusu olmadığına göre…
İki bakanlık birleştirildiğinde, o güne kadar Kültür Bakanlığı yapmış olanların toplu bir itirazı olmuştu iki bakanlığın birleştirilmesine karşı…
İsmail Cem, Suat Çağlayan, Agâh Oktay Güner, Talât Halman, Ercan Karakaş, Nermin Neftçi, Fikri Sağlar, Timurçin Savaş, İstemihan Talay, Tınaz Titiz ve Namık Kemal Zeybek imzalı söz konusu bildiri önceki gün sayın Doğan Hızlan tarafından tekrar gündeme taşındı ve iki bakanlığın birleştirilmesinin “yanlışlığına” bir kere daha dikkat çekilmek istendi…
Gönül istiyor ki; kültür ve san'at sevdalılarıyla sürekli hemdert olabilecek, kültür ve san'at sevdalılarının sevdalarını paylaşan özel bir bakanları olsun.
Uzun sözün kısası…
Gözümüz yeni Kültür Bakanımızı bekliyor… Kültür ve san'at dünyamızın birikmiş onlarca derdi de yeni Kültür Bakanımızı…
NOT: Geçen hafta yazdığım, “ ‘Sanatalemi.net’ 1 yaşında!” başlıklı yazımda; “Siz bu yazıyı okuduğunuzda—kısmetse- bizler ‘site’mize yakışır bir vakarla 1. yaşımızı kutlamış olacağız” demiştim ya… Hata etmişim… Ayvalık’ın sıcağında, takvimi karıştırınca, bir hafta erken davranmışım… Dolayısıyla… Siz bu yazıyı okuduğunuzda biz—dün itibariyle- mütevazı kutlamamızı yapmış olacağız… Dolayısıyla neler yaptığımızı da ancak haftaya konuşacağız kısmetse… Kusura bakılmaya…
12.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Musibet-i dîniye |
|
Bir imtihan mekânı olan şu geçici dünya hayatında insanın başına gelen belâları, musibetleri ve felâketleri, Bediüzzaman bir nev’î insanın hayrına yorumluyor. Nefsin hoşuna gitmeyen, zahmet ve meşakkat gibi görünen bir çok musibet, belâ, hastalık ve felâketlerin, netice itibariyle ve hakikat-i halde insanların tekâmül ederek olgunlaşmasına, işlediği hata ve günahların silinmesine vesile olması gibi güzel ve hayırlı durumları doğurduğunu söylüyor.
Her ne kadar nefis, hiçbir musibete, hiçbir belâya, hiçbir zahmete katlanmayı göze almayıp, hep bu dünyanın rahatını, lezzetlerini, zevklerini arzu etse de, Bediüzzaman bu dünya hayatının bir ücret yeri olmadığını, zahmet ve meşakkat yurdu olduğunu, zevk, lezzet, ücret yerinin âhiret yurdu olduğunu söylüyor.
Ayrıca Bediüzzaman böyle hep rahatla, istirahatla geçen bir hayatın hayra alâmet olmaktan ziyade, hakkımızda pek de iyiye işaret olmayan günahlara, şerlere götürecek durumlar olduğunu haber veriyor.
Yine bu meyanda Bediüzzaman dünya hayatını tarif ederken; “Hayat, musîbetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakkî eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar” diyerek, birçok insanın yanlış telâkki ettiği, belki de anlamada zorluk çektiği ifadelerle bu geçici dünya hayatını tarif ediyor.
Sırf bizi ilgilendiren, şahsımıza yönelik belâ ve musibetlerin gerçek mahiyetlerini böylece öğrendikten sonra Bediüzzaman bir başka musibete dikkatlerimizi çekiyor ve asıl ciddiye alınması gereken musibetin bu musibet olduğunu beyan ediyor.
Evet, Bediüzzaman’ın işaret ettiği en tehlikeli musibet şöyle: “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.” Devamında da “Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerekir” diyerek dikkatleri bu önemli tehlikeye çekiyor ve çâreyi de “dergâh-ı İlahiyeye iltica” ve “feryad etmek” diye tavsiye ediyor.
Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda, onun bütün ömür dakikalarının bu şekilde geçtiğini, son nefesine kadar şahsına yönelik bütün işkence, tazip ve hakaretlere karşı hep sabır ve tevekkülle durduğunu; yılmadan, müştekî olmadan, hiçbir menfî harekete tevessül etmeden mukavemette bulunduğunu görüyoruz.
Ama onun şahsından öteye, din-i mübine, kudsî değerlerimize yönelik bir hücum, bir haksızlık, bir hakaret vukû bulduğunda, işte o zaman Bediüzzaman’ın dergah-ı İlâhiyeye iltica ederek feveran ettiğini görüyoruz. Böyle zamanlarda, artık öyle halim-selim, sakin bir Üstadı, kabına sığmayan bir çağlayan, kükreyen bir aslan gibi görürüz. Bu gibi hallerde artık onu teskin etmek, onu susturmak, onu zabtetmek mümkün değildir.
“Karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. Ben o yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum...” ifadelerinde de Bediüzzaman’ın, milletinin dinini, itikadını içine alan manevî yangınlar karşısındaki tavrını ve feveranını görüyoruz.
Bilenlerin malumu olan Bediüzzaman’ın dine gelen musibetler karşısındaki harika duruşunu, tavizsiz tavrını böylece hatırladıktan sonra; sözü, böyle dinimizi hedef alan musibet ve belâlar karşısında ehl-i din olarak bizim sergilemekte olduğumuz tavır ve duruşlara getirmek istiyorum.
Başörtüsüne yönelik zulüm, bütün şiddetiyle devam ediyor. İmam hatiplere hâlen zenci muâmelesi yapılıyor. Belli bir yaşa gelmeyen çocuklara uygulanan Kur’ân okuma yasağı, hâlen yürürlükte. İnsanlar halen fikir ve düşüncelerini serbestçe ifade edemiyorlar. Serbestçe konuşma ve yazma cesaretini bulanlar da soluğu mahkeme salonlarında alıyorlar. Alkol, uyuşturucu, kumar, fuhuş gibi alışkanlıklar almış başını gidiyor. Çok küçük yaştaki çocuklar bile bu illetlerin tehdidi altında. Sâfî zihinleri daha fazla bulandırmamak için daha fazlasını dile getirmek istemiyorum.
Evet bir İslâm diyarı olan ülkemizde bütün bunlar olurken ehl-i din olarak nasıl bir tavır, nasıl bir duruş sergiliyoruz?
Birer musibet-i diniye olan ve uhrevî hayatımızı tehdit etmekte olan şu olup-bitenler karşısında, Bediüzzaman’ın ifade ettiği mânâda dergâh-ı İlâhî’ye ilticâ ediyor muyuz? Feryat edip herhangi bir çare arayışına giriyor muyuz?
12.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Ne teokrat, ne demokrat |
|
Malezya-Türkiye karşılaştırılması son zamanlarda moda oldu. Ama buna da itirazlar var. Malezya da standart dışı bir ülke. Kendi halinde o da Türkiye gibi nev-i şahsına münhasır. Malezya Başbakanı Yardımcısı Necip Razak’ın ülkesini ‘İslâmî bir ülke’ olarak tanımlamasının ardından Başbakan Ahmet Bedevi tavzih etme lüzumunu hissetti. Mahatır Muhammed’in halefi olan Başbakan Ahmet Bedevi’ye göre ülke ne teokrat, ne de demokrat. Bu aslında paylaşılan bir tanım. Belki de en doğrusu şu, ne tam demokrat, ne de tam teokrat. Az demokrat, az teokrat (Buradaki teokrasi ifadesi sözgelimi). Bu garip modeli tanımlamak için Başbakan Ahmet Bedevi şu ifadeleri kullanıyor: “Bütün dinlerin hürriyete sahip olduğu parlamenter demokrasiyi uygulayan çok ırklı bir milletiz...” Ahmed Bedevi efradına cami ve ağyarına mani tanımı için ifadelerini daha da açıyor: “Biz seküler (laik) bir devlet değiliz. Bununla birlikte, İran ve Pakistan gibi teokrat bir ülke de değiliz. Parlamenter demokrasiye dayalı bir hükümetimiz var...”
AP mahreçli bir habere göre (5 Ağustos, Dawn gazetesi), Malezya’da süren “İslâm ülkesi miyiz, değil miyiz?” tartışmasını Çin ve Hindistan asıllı azınlıklar endişeyle ve kaygıyla takip ediyor. Bu tartışma onları, telâşlandırıyormuş. Çin ve Hindistan asıllı azınlıklar, İslâm ve Müslümanlar karşısında ikinci sınıf hakları haiz olma endişesini taşıyorlarmış. Milliyet gazetesi ise Malezya ile Türkiye arasında yaptığı mukayesede bu ülkedeki dinî azınlıkların ayrımcı ve ikinci sınıf muameleye tabi tutulduklarını ve bunun da demokrasilerdeki eşitlik ilkesiyle bağdaşmadığını ileri sürmüştü. Halbuki Malezya Başbakanı meşruti kraliyet düzenine sahip olduklarından tam demokrat bir ülke olmadıklarını ikrar ve kabul etmekle birlikte Çin ve Hindistan asıllı dinî ve etnik azınlıkların ikinci sınıf bir muameleye maruz kaldıklarını reddediyor. Aslında diğer dinden unsurlara farklı muamele Malezya gibi ülkeleri demokrat olmaktan çıkarıyorsa o zaman neredeyse bütün Batı ülkeleri de demokrasi dışıdır. Sözgelimi, eski Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell aynen Necip Razak gibi ağzından kaçırarak ülke olarak Hıristiyan-Yahudi aidiyetine bağlı bir ülke olduklarını ifade etmişti. Nitekim Zafer Şenocak adlı yazar da Almanya’da Hıristiyanlık dışındaki diğer dinlere ayrımcılık uygulandığını yazmıştır. Bu durumda Milliyet’in Malezya’nın ayrımcılıkla ilgili tanımı ayrımcılığa giriyor.
***
Milliyet’e göre İngiltere’de demokrasi olamaz. Zira orada da kraliçe Anglikan Kilisesi’nin başıdır. Eğer İngiltere demokrasi ise Malezya da öyledir. Tersi de geçerli. Bir de Türkiye’de kıyafetin her türlüsü herkese serbest iken tek istisnası dindarların kıyafetleridir. Bu demokrasiyle nasıl bağdaşıyor? Bu olsa olsa demokrasinin değil inkılâpların ürünü olabilir. Razak, Bedevi ile birlikte ülkelerinin seküler olmadığı noktasında anlaşıyor. Bununla birlikte, İslâm devleti olduklarını söyleyerek ondan ayrılıyor. Bununla birlikte Razak da azınlıkların haklarının korunduğunu ve garanti altında olduğunu ifade etmiştir. Gerçekten de Malezya’daki Çin veya Hindistan asıllı dini ve etnik grupların Batı’da yaşayan Müslümanlardan çok daha fazla devlet katında nüfuz ve etkinlik sahibi olduklarını söylemek bile zaiddir. Razak’ın açıklamasının ardından tepki yağmış hem iktidar partisinden hem de muhalefet sıralarından itiraz sesleri yükselmişti. Onlara göre, Malezya 1957 yılında İngiltere’den ayrılırken seküler/laik bir devlet olarak dizayn edilmişti. Bununla birlikte, anayasa İslâm’ın resmî din olduğuna havi bulunuyor.
***
Başbakan Bedevi gibi eski başbakan yardımcısı Enver İbrahim de Malezya’nın tam bir demokratik bir ülke olmadığını kabul ediyor. Milliyet gazetesi gibi Türkiye’nin demokrat bir ülke olduğunu onaylamakla birlikte ülkesinin bu sıfattan mahrum olduğunu ileri sürüyor. Enver İbrahim bu kıyaslamayla ilgili şu görüşleri ileri sürüyor:
MALEZYA’NIN GERÇEKLERİ FARKLI Richard Holbrooke’un Malezya ve Türkiye’yle ilgili sözleri kendi kişisel görüşü olabilir. Ama gerçeklere bakacak olursak, Malezya’da demokrasi ve ifade özgürlüğü yok, insanlara hiçbir şekilde özgürlük sağlamayan acımasız kanunlar var. Yargı hiçbir şekilde bağımsız değil, ayrıca basın özgürlüğü de yok. Ülkede sadece hükümetteki parti tarafından yönetilen medya organlarına lisans veriliyor. Yani Malezya ile Türkiye’nin demokrasilerinin karşılaştırılması, kesinlikle doğru bir kıyaslama değil.
KISMÎ ŞERİAT REJİMİ Malezya’ya tamamen “şeriat rejimi” demek doğru değil; ama evlenme, boşanma gibi aile hukuku ile kişisel hukukun bazı alanlarında şeriat hukuku son derece tutucu bir şekilde uygulanıyor, bazı şeriat mahkemeleri Müslüman olmayanları da bu kanunlara tabi kılmaya çalışılıyor. Yani son derece antidemokratik bir ortam söz konusu.
TÜRKİYE, DEMOKRASİ ÜLKESİ Türkiye, bir demokrasi ülkesi. Seçimler özgür ve adil bir ortamda gerçekleştiriliyor. Basın özgürlüğü var. Türkiye, Müslüman dünyasında da demokrasi, insan haklarına saygı ve kadın-erkek eşitliğinin olabileceğinin ispatlanması açısından çok önemli bir örnek.
MÜSLÜMAN OLMAYANLAR TEPKİLİ Malezya’daki durum ise bugün eskisinden de kötü, hükümetin bazı İslâmcı uygulamalarına karşı ülkedeki Müslüman olmayan nüfus büyük tepki gösteriyor. Boğazınıza kadar yolsuzluğa batmış durumdayken, baskıcı ve adaletsiz politikalar uyguluyorken, dini kullanmak bence alay edilecek bir durum.
Enver İbrahim’in haklı tazallumunu anladık da ülkesini bu kadar şikâyet etmesi de hem anlaşılabilir hem de kabul edilebilir bir durum değil.
12.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Sözde değil, özde sivil anayasa |
|
Geride bıraktığımız seçim döneminde ‘meşhur’ olan bazı kavramlar var. Bunların biri de, ‘sözde değil özde (...) olmak’ şeklindeydi. “Özde demokrat, özde laik, özde özgürlükçü, özde millete saygılı, özde vatanperver,” vs.
Seçimlerden sonra oluşan yeni TBMM’nin, 12 Eylül ihtilâlinin ürünü olan yürürlükteki “1982 Anayasasası”nı değiştirmesi isteniyor. Hazırlanacak olan yeni anayasanın ‘sivil bir anayasa’ olması, millet ekseriyetin talebi. Hemen ifade edelim ki bu ‘sivil’lik, ‘sözde’ değil ‘özde’ olmalı. Herkesin malûmudur ki, hazırlayanlarının ‘sivil’ olmasıyla anayasalar ‘sivil’ olmaz. Gerek 1960 Anayasası ve gerek 1982 Anayasasını da ‘sivil hukukçu’lar hazırladı. Ama, ‘sivil olmayan’ların arzu ve isteklerine göre hazırlandığı için çeyrek asırdır anayasa tartışması sürüp gidiyor.
“Her gelecek yakındır” kaidesine göre, yürürlükteki anayasanın değişmesi bir şekilde gündeme gelecektir. Bilhassa AB üyeliği yolunda atılan her adımdan sonra, mevcut anayasanın Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap vermediği, bir bakına ‘uyum sürecine’ engel olduğu görülüyor. Böyle olmasaydı, kökten değilse bile, anayasada kısmen değişikliğe gidilir miydi?
Bu konudaki çalışmalarda dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var: Daha ‘sivil’ bir anayasa yapacağız diyerek yola çıkılıp, sonuçta ihtilâl anayasasını aratabilecek bir anayasa yapma ihtimali! Tabiî ki böyle bir şeyin olması çok zordur, ama ihtimal dahilindedir. Geçmişte yapılan bazı kanun değişikliklerinin, hedefin aksine ‘kötü yönde’ olduğuna şahit olduk. Meselâ, TCK’da yapılan bazı madde değişiklikleri bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu durum, ihtiyatlı ve tedbirli olmakta fayda olduğunu hatırlatıyor.
Anayasa uzmanları ve siyasetçiler, yeni bir anayasa yapacağız diye ‘tepki anayasası’ yapma yanlışına da düşülmemesini istiyor. Hukukçu milletvekili Burhan Kuzu şöyle demiş: “1961 (anayasası) iktidara kızmış, hükümetin önünü bağlamış. 1982 (anayasası) teröre ve anarşiye kızmış özgürlükleri engellemiş. (...) 1982 anayasasının özgürlükler bölümünde 32 madde değişti. (...) Ancak kanunlarda sorunlar sürüyor. Kuvvetler dengesi konusunda da problemler var. Siyasetin kuvvet kullanma alanı yüzde 20. Geri kalan sivil, askerî bürokrasiye bırakılmış. Bu âcilen düzeltilmeli.” (Aksiyon, 23 Temmuz 2007)
Eski Bakanlardan Vehbi Dinçerler işe şöyle konuşmuş: “Toplumsal ve siyasî uzlaşma ile sivil ve demokratik bir anayasa yapılmalı. Önce siyasî partiler uzlaşsın, söz konusu uzlaşmaya toplumun bütün kesimlerinin katılması lâzım. İlk şart, ön gereklilik budur. Bir kaç çeşit referandumla halkın katılımı ve tam mutabakat da sağlanabilir.” (agd.)
Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Zühtü Arslan da sivil anayasayı şöyle yorumlamış: “Yeni anayasa, evvelâ devleti değil, bireyi esas almalıdır. (...) Burada korunması gereken temel değer, birey ve onun haklarıdır.”
Doğru olan budur, ancak bu zor görevi 22 Temmuz sonrası oluşan Meclis başarabilecek mi? Keşke başarılabilse...
12.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|