|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Sonra ne bir vasiyet yapmaya fırsat bulurlar, ne de ailelerinin yanına dönmeye.
Yâsin Sûresi: 50
|
12.08.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Biriniz bir yolculuğa çıktığında din kardeşlerine vedâ etsin. Çünkü Allah, onların kendisi için yapacakları duâyı mübarek kılar.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 325
|
12.08.2007
|
|
Peygamberimiz (asm), Mi’rac’da, birkaç dakikada binler sene mesafeyi nasıl aldı?
Yine hâtıra gelir ki: Dersin, “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’ etmek aklen muhâldir.”
Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın süratiyle ziyâ, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefâvit olduğu mâlûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba latîf cismi, urûcda sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh süratinde hareketi nasıl akla muhâlif görünür?
Hem, on dakika yatsan, bâzı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ bir dakikada, insan, gördüğü rüyâyı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimâtı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer. Şu mânâya bir temsil ile bak ki:
İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyâdan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezâhür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki; o saatte on iğne var. Birisi saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde sâniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Farazâ, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi arzın medâr-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lazım gelir.
Şimdi iki şahıs farz ediyoruz. Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi, o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşâhede ettikleri eşya, saatimizle arzın medâr-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudâtça pekçok farkları vardır. İşte, zaman, çünkü, harekâtın bir rengi, bir levni, yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir.
İşte, bir saatte meşhudâtımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudâtı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı tevfîk-ı İlâhîye biner, berk gibi, bütün daire-i mümkinâtı kat’ edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücûb noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.
Sözler, 31. Söz, İkinci Esas, s. 524-25
Lügatçe:
Sâni-i Zülcelâl: Celal sahibi, sanatla yaratan Allah.
savt: Ses.
ziyâ: Işık.
mütefâvit: Farklı.
seyyârât: Gezegenler.
latîf: İnce.
urûc: Yükselme, yukarı çıkma.
hâlât: Haller.
zaman-ı vâhid: Tek bir zaman.
tezâhür: Ortaya çıkma.
mikyas: Ölçü.
arz: Dünya.
medâr-ı senevî: Senelik eksen, yörünge.
meşhudâtça: Görünenler, şahit olunanlar açısından.
levn: Renk.
câri: Geçerli.
zîşuur: Şuur sahibi.
muayyen: Belirli.
burak-ı tevfîk-ı İlâhî: En kısa ve en güvenli bir şekilde maksada ulaştıran Allah yardımı binek.
berk: Şimşek.
daire-i mümkinât: Kâinat, varlık âlemi.
acâib-i mülk ve melekût: Eşyanın görünen ve görünmeyen boyutlarının acayiplikleri.
daire-i vücûb: Değişime maruz olmayan, varlığı tercihe bağlı olmayan ve mümkinat âleminin ötesindeki âlem, daire.
rü’yet-i cemâl-i İlâhî: Allah’ın güzelliğini görme.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
12.08.2007
|
|
Yeniden Abdülmuttalib duâsı
Zor zamanlarımda Resûl-i Ekrem’in (asm) hayatını tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissederim. Hakikaten de Nebî-i Zîşan’ın (asm) hayatı, yani Siyer-i Nebî, hepimiz için yüzlerce örnekle, belki de yüz binlerce dersle doludur. Efendimizin (asm) hayatının her safhası bize zor zamanlarda çıkış yolları gösterebilmektedir. Hatta Muhammed-i Arabî (asm), dünyaya gelmeden önce meydana gelen ve yine onun (asm) ile alâkalı olan her olayda bile bu, geçerlidir.
Bu olaylar içinde şüphesiz en çok bilineni–Kur’ân ayrı ve kısa bir sûresinde bahsettiği için olsa gerek—Fil Vakasıdır. Zalimlerden bir zalim olan Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak niyetiyle dünyanın en güçlü ordusunu toplar. Mekke’ye doğru yola koyulur. O sırada Mekke’nin yönetimi, Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib’in elindedir. Ebrehe, Mekke’ye yakınlaştığında Abdülmuttalib’in develerini gasbeder. Abdülmuttalib ise, Ebrehe’den Kâbe’yi yıkmamasını istemek yerine bu develeri geri isteyecektir. Bu tavrı, Ebrehe tarafından küçümsenecek, fakat Abdülmuttalib “Ben develerimi korumakla mükellefim, Kâbe’nin de bir sahibi vardır. Onu O koruyacaktır” diyecektir. Ardından “Ey Rabbim, bir kul bile kendi evini korur, Sen de evini koru!” diye duâ edecektir. Sonrası Fîl Sûresi’nde anlatıldığı gibi hepimizin malûmu.
Elbette bu hadisenin her bir yönü Peygamberimiz’le (asm) ilişkilidir. “...Kıblesi ve sevgili vatanı olan Kâbe”, bu şekilde Allah tarafından korunmuştur. Ama bu olayı en son okuyuşumda Abdülmuttalib’in duâsının da çok güzel bir şekilde kabul edildiğini düşündüm. Ve bu duâ, bana bugüne de yönelik pek çok ders çıkarmama yardımcı oldu.
Abdülmuttalib o duâsında aczini ve fakrını çok güzel anlamıştı. Belki de Ebrehe ordusuna karşı âciz olduğunu görmesi Allah’a karşı aczini ve fakrını tam anlamıyla hissetmesine sebep olmuştu. Fil ordusunu kendi gücüyle durdurması mümkün değildi. Öyleyse onu ancak ve ancak bir Kadîr-i Zülcelâl durdurabilirdi. Abdülmuttalib de O’na yöneldi. Abdülmuttalib’in aczi ve fakrı onu nihayetsiz kudrete, rahmete rabt etti, bağladı.
Abdülmuttalib’in duâsı ayrıca son derece ihlâs yüklü bir duâ idi. Develeri konusunda Ebrehe’ye verdiği cevap ne kadar mânâlıdır. Sanki “Ben vazifemi yaparım, vazife-i İlâhîye karışmam” der gibidir. Belli ki Abdülmuttalib, o anda bu sırrı çok iyi anlamıştır. Gerçi o, Mekke’nin yöneticisidir. Fakat Mekke’yi fillere karşı korumanın kendi vazifesi olmadığının bilincindedir. O bunu yapmak yerine, yönetimi altındaki insanları korumak için onları tepelere çekmiştir. Yani bir kez daha görüyoruz ki, kendi vazifesini hakkıyla yapmış ve Allah’ın vazifesine karışmamıştır.
Fil vak’asındaki fil, gücü, önünde kimsenin duramadığı güçlüyü temsil etmektedir. Bu noktadan bakınca, Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyâtı’nın bir yerinde Fil Sûresi’nin değişik bir analizini yaparken, “fil” kelimesi yerine bu zamanda “dünya” kelimesinin gelebileceğini belirtir.
Enteresandır, dünya sevgisi bu zamanda hakikaten de karşısına çıkan her şeyi yok eden Fil ordusu gibidir. Nasıl ki Fil ordusunun hedefi Kâbe idiyse, dünyanın ve sevgisinin de hedefi kalbimizde bulunan Kâbe, yani imanımız, dinimiz, Resûlullah’a olan sevgimizdir. Ve ne yazık ki, ahirzamanda dünya sevgisi, Fil ordusu kadar güçlü.
Sanırım, kalplerimizi Kâbe gibi korumak için hepimize Abdülmuttalib duâsı gerekmektedir. Hepimize Abdülmuttalib gibi davranmak düşmektedir.
Bilmeliyiz ki, dünya sevgisini bu zamanda insanların arasından kaldırmak bizim işimiz değil. Ancak, tıpkı Abdülmuttalib’in develerini Ebrehe’nin elinden geri aldığı gibi, bizim de kendi nefislerimizi, aklımızı dünya sevgisinin elinden kurtarmamız mümkün ve gerekli.
Ne kadar güçlü olursa olsun karşımızdaki cereyanlar, tıpkı Abdülmuttalib gibi düşünüp, Allah kendi evini, kendi dinini korur diyebilmeliyiz. Bunu yaparken vazifemizi de ihmâl etmeden, Abdülmuttalib’in Mekke halkını koruması gibi biz de kendimizi, yakınlarımızı, çevremizdekileri korumaya çalışmalıyız. Ümidimizi hiç kaybetmeden... İhlâs ile...
Gerçi Abdülmuttalib’in duâsının böylesine mucizevî şekilde kabul edilmesinin en önemli sebebi Efendimiz’le (asm) olan bağlantısı değil miydi? Evet, Abdülmuttalib, Peygamber Efendimiz’in dedesi idi.
O Resûllullah’ın dedesi idiyse, biz de onun (asm) ümmeti değil miyiz? Sorarım size Abdülmuttalib, onun peygamberliğine yetişmemiş iken, biz onun getirdiği dinin temsilcileri değil miyiz? Abdülmuttalib nur-u Muhammedî’yi üzerinde taşımış iken, biz de onun (asm) nuruyla aydınlatmadık mı kalblerimizi?
Hiç şüphesiz, biz aczimizi anlayıp ihlâs ile Abdülmuttalib’in duâsını etmeliyiz. Duâmızın kabulü ise galiba bütün kâinatın onun (asm) hürmetine yaratıldığı zâta, Efendimiz’e ve sünnetine uymamızla yakından alâkalı.
Umulur ki, Rabbimiz onun (asm) ümmeti olarak yapacağımız onun (asm) dedesinin duâsını, yine onun (asm) hürmetine bir kez daha kabul eder!
|
Ahmet Tahir UÇKUN
12.08.2007
|
|
Hepimiz hizmetkârız
Kâinata baktığımızda, bütün mahlûkatın birbirleriyle bağlantılı olduğu, birinin devamlılığıyla diğerinin hayatını devam ettirdiği, bir yaratığın başka bir yaratığa destek/kuvvet verdiği, bir mahlûkun diğer mahlûkun emrine verildiği gözükmektedir.
Bütün mahlûkat içerisinde en şerefli, en kıymetli olarak yaratılan varlık, “insan” olması hasebiyle diğer mahlûklar insana hizmetçi kılınmıştır.
Birilerine hizmet eden kimselere hizmetkâr denilir. Hayvanlar, bitkiler başta olmak üzere bütün yaratılan varlıklar—şuur sahibi olmadıkları halde–insana hizmet etmektedirler. Arı balıyla insana hizmetin numunesi olurken, çiçek kokusu ve dermanıyla, inek süt ve yağıyla insana hizmetçi olmuştur… Kezâ, hiçbir iradesi olmadığı halde, bir çöplükten buğday tanesini, diğer yerden arta kalan ekmek kırıntılarını, başka yerden başka bir yemi yedikten ve içerisinde bunları evirip çevirdikten sonra, bol miktarda kalsiyum ihtiva eden bir yumurtayı insana sunan acaip yumurta fabrikası tavuk, insana hizmetçi değil de nedir?
Dağa çıkmayanımız yoktur. Hemen hemen hepimiz oraları temâşâ etmiş, o acayip tipte, farklı kokuda olan bitkileri görmüş ve bunların niçin yaratıldığını düşünmüşüzdür. Cenâb-ı Hak hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır. Gördüğümüz ve gör(e)mediğimiz bütün varlıkları bir gayeye dönük olarak yaratan Allah; muhakkak ki o varlıkları da bir hikmete binâen yaratmıştır. Bizler aciz olduğumuzdan, kendimizi tembelliğe sevk ettiğimizden, o mahlûklar üzerinde bir araştırma yap(a)mıyoruz. Kim bilir belki de onların her biri bir derde devâ, bir hastalığa şifâdır.
Bütün varlıkların insana hizmet ettiği gerçeğine gözümüzü kapayamayız.
Peki, dağlar, bağlar, bahçeler, hayvanlar, bitkiler, hâsılı bütün varlıklar, ortak bir paydada buluşup bize hizmet ettiği halde; bizim, bu varlıkları bize hizmetkâr kılan Yaratıcı’ya hizmet etmememiz mümkün müdür?
Ünlü bir şairin “Bir fincan kahveye teşekkür eden sen / Yaratana nankörlük acaba neden?” dediği gibi; bize en ufak bir yardımı dokunan bir arkadaşımıza övgüler yağdırıyor, teşekkür üstüne teşekkür ediyor, yeri geldikçe baş üstüne koyup memleket memleket dolaştıracak gibi oluyoruz da, asıl şükrü hak eden Rabbimize nasıl oluyor da nankörlük edebiliyoruz?
Dinsizlik cereyanının, ağaç kökü gibi her yere kök saldığı bir zamanda yaşıyoruz. Bu sebeple, yapacağımız her bir iyiliğin, amel defterimize kat be kat fazlasıyla yazılacağı bu zamanda, kulluk vazifemizi ve insanlığın şiârı olan şükrümüzü Rabbimize karşı îfâ etmekte sakın ama sakın gecikmeyelim!
İnsan olarak Cenâb-ı Hakk’a hizmet etme zamanı, emirlerini yerine getirme zamanı geldi de geçiyor! Geç kalmayalım!
|
Özkan ERDEM
12.08.2007
|
|
Şükür borcumuz var!
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın hocası Fakirullah Hazretleri, öğrencilerinden birinin eline bir testi verdi ve su almak için kuşluk vakti çeşmeye gönderdi.
Çocuk bu ya… Öğrenci çeşmenin başına varınca orada bulunan çocuklarla oyuna daldı ve medreseye su götüreceğini unuttu. Gün batıncaya kadar çeşme başında oynadı.
Öğrenci tam gün batmak üzereyken görevini hatırladı, derhal oyunu bıraktı ve testisini çeşmeden doldurup medreseye döndü.
Medreseye döndü dönmesine de, bir de hesap vermesi vardı! Arkadaşları onu aralarına alıp hırpalamaya başladılar.
“Nerede kaldın? Sen su getirmeye gitmedin mi? Suyu alıp neden dönmedin? Neden geciktin?” gibi sorularla etrafını çevirdiler ve tartakladılar.
Bunca arkadaşı tarafından tartaklanan ve dışlanan öğrenci Fakirullah Hazretlerine sığındı. Fakirullah Hazretleri duruma müdahale ederek:
“Arkadaşınızı neden suçluyorsunuz?” dedi.
Arkadaşları:
“Hocam, kuşluk vakti gönderdiniz, gün batarken döndü, bizi bu kadar susuz bekletti.” dediler.
Fakirullah Hazretleri:
“Arkadaşınızın kabahati yoktur. Ona kızmayın! O, çeşme başında oyuna dalmaya mecburdu. Çünkü kısmetiniz olan su henüz kurnaya gelmemişti. Arkadaşınız başkalarının kısmetini doldurup size getiremezdi. Ne zaman sizin kısmetiniz kurnaya geldi, işte o zaman arkadaşınız oynamayı bırakıp testiyi çeşmeye tutarak kısmetinizi doldurup getirdi. Onun kabahati yoktur. Siz kısmetinize kızın! Ve nihayet şükredin ki, Allah kısmetinizi göndermiş ki, geç de olsa suya kavuştunuz! Sizin şükür borcunuz var!” dedi.
|
Süleyman KÖSMENE
12.08.2007
|
|
|
|