Ehl-i din olarak dünyaya olan meylimiz arttıkça, dünyaya bakan arzu ve isteklerimiz kabardıkça, âhirete bakan yönümüz iyice zayıflıyor, oraya bakan yaşantımız da küçümsenmeyecek erozyonlara, aşınmalara giriyor maalesef.
Zevk ü safa meyli, nefsânî hevâ ve arzular ağır bastıkça düne kadar kırmızı çizgilerimiz diye tavsif ettiğimiz ve asla taviz vermediğimiz hassasiyetlerimizi, bugün artık kolayca bir tarafa terk ederek bu dünyanın çekici ve cezb edici akıntılarına kendimizi kaptırabiliyoruz.
Ülfetimizin gaflete dönüşmesinin bir sonucu olarak, bugün artık dinî hayatımızı yozlaştıran, tamamen dünyaya bakan böyle bir yaşantı biçiminin sakıncasız ve meşrû olduğunun zannı içerisinde, Müslümanlar olarak bu dünyanın keyfini çıkarmaya çalışıyoruz.
Huzur ve saadeti maddede aramaya yöneldik ve o maddiyâta erişmek için de bir çok şeyimizi fedâ etmekten çekinmedik maalesef… Huzur ve rahatımızı lüks ve şatafatlı bir hayat tarzında aramaya yöneldik... Böyle bir yaşantıya kavuşmak için, bir çok kudsî değerimizi feda etmekten kaçınmadık.
Mânevî hayattaki zayıflığın sonucu olarak dûçâr olduğumuz sıkıntı ve streslerimizden kurtulmanın çarelerini, dünyalık keyif ve eğlence yerlerinde aramaya koyulduk.
Lüks ve şatafatlı mekânlarda bolca yiyip-içmeyi; pahalı marka bir giyim-kuşam içinde arz-ı endam etmeyi vazgeçilmezlerimiz içine koydukça sıkıntı ve streslerimiz arttıkça arttı.
Her yaz mevsimini vazgeçilmez tatil sezonu ilân ettik. Klimalı lüks arabalarımızla uzun mesafelerdeki tatil beldelerini mekân eyledik... Kendimize uygun plaj kıyafetleri bulduk... İslâmî mayoları icat ettik… Bilmem kaç yıldızlı otellerin yüzme havuzlarında hayatın tadını çıkarmayı âdet haline getirdik artık...
Tatil yapmak eskiden böyle miydi? Daha doğrusu ehl-i din olarak böyle yerlerde mi dinlenip tatil yapıyorduk? Yoksa tatil deyince aklımıza sıla-i rahim dediğimiz doğup büyüdüğümüz yerler mi geliyordu? Senenin yorgunluğunu atmak için hemen soluğu baba ocağında almıyor muyduk ehl-i din olarak? Streslerimizden, üzüntü ve dertlerimizden kurtulmak için tatilimizi akraba-i taallûkatın yanında, onlarla hasret gidermekle geçirmiyor muyduk?
Yakın tarihe kadar, ehl-i dinin tatil gündeminde her türlü gayr-i meşrû manzaralara açık tatil beldeleri veya yüzme havuzlu beş yıldızlı oteller var mıydı?
Bu gidişâtın bizim açımızdan hayra alâmet bir yönü var mı bilemiyorum? Görünen o ki, uhrevî hayatını önceliklerinin ön sıralarına koyan insanlar için ehl-i dünyanın yaşantı biçimine tâlip olup, onlar gibi bir hayat tarzını tercih etmek herhalde akıl kârı değil.
Hem uhrevî hayatımızın temini için çabalamak; hem de fani ve aldatıcı dünyanın zevk ü safasına talip olmak... Hem ebedî hayatımızın geleceğini dert edinip o yönde bir hizmetin içinde olmayı gaye edinmek; hem de bizi bu gayemizden alıkoyacak dünyanın zevk ve lezzetlerine müşteri olmak... Hem hakikî lezzet ve zevklerin ebedî mekânı olan Cenneti arzulamak; hem de zehirli bal hükmünde bulunan bu dünyanın aldatıcı keyf ve lezzetlerini arzulamak... Böyle çelişkili, böyle tezatlı bir durum olur mu dersiniz?
Meşrû dairede elbette herkes keyfini, zevkini arayabilir. Hususî hayatında ve yaşantısında her insan sonuna kadar serbesttir...
Velâkin günahların insanın üzerine bir sel gibi geldiği, helâl ile haramın neredeyse iç içe olduğu bu dünyanın cezbedici çekiciliğinin kol gezdiği bu zamanda manevî hayatımızı muhafaza edebilmenin zor olduğunu, her mü’min akıldan çıkarmaması gerekir diye düşünüyorum.
Yoksa sırf üzerinde yaşadıkları bu dünyanın imarı, zevk ve lezzetleri için yaratıldıklarını zanneden insanları taklit ederek, nefis ve hevânın, his ve heveslerin tatminine yönelik bir yaşantıyı tercih etmek ehl-i din açısından tehlikeli ve riskli bir yoldur.
Aklı başında olan, dünyasını ahiretine tercih etmez; üç günlük dünya hayatını ahiret yurdunun ebedî, sonsuz keyf ve lezzetlerine tercih edip, kendini tehlikeye atmaz.
Helâl dairesindeki bir hayat tarzı, bütün keyiflerimize, zevklerimize cevap verdiği gibi, ahiret hayatımızı da tehlikelerden korumuş olur.
02.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|