Türkiye’deki bir ‘azınlık’ çoğunluğa karşı uyguladığı maddî ve manevî baskıyı devam ettirebilmek için ‘hem suçlu, hem güçlü’ pozisyonu almak istiyor. Gündeme taşınan ve ‘mahalle baskısı’ adıyla isimlendirilen bu durum, tartışmaları özetliyor.
İddia sahiplerine göre, ‘mahalle’de yaşayanların çoğu başörtülü olduğu ya da namaz kıldığı için; başörtülü olmayan ya da namaz kılmayanlar üzerinde ‘baskı’ oluşturuyor. İşte bu baskının önlenmesi için; hem başörtüsü yasağı devam etmeli, hem de ‘millet’e hiçbir konuda göz açtırılmamalı!
Bu görüşü dillendirip, ‘darbe’ çağrıları da yapmayı ihmal etmeyenlerin unuttuğu bir şey var: Türkiye’de ve dünyada yaşayan insanlar, ülkemizde kimden kime ‘baskı’ uygulandığını çok iyi biliyor ve görüyor. Doğrudur, orta yerde bir ‘baskı’ ve bunu uygulayanlar var. Ama bu baskı, ‘mütedeyyin insanlar’dan kaynaklanan bir baskı değil, aksine ‘mütedeyyin insan’ olarak yaşamak isteyenleri hedef alan bir baskıdır!
Unutanlar için, geçmişe doğru hayalî bir seyahat etmeye var mısınız? Yakın tarihimizde kimlere, kimler tarafından ve ne için ‘baskı’ uygulandı? Hayalî değil, müşahhas örnekler verelim: Kendisi ya da çocuğu Kur’ân öğrenmek isteyen ‘baskı’ gördü. Tek partiye karşı ‘muhalefet’ etmek isteyen ‘baskı’ gördü. Ezan-ı Muhammedîyi aslıyla okumak isteyen ‘baskı’ gördü. Ve gele gele “Başörtümle okumam istiyorum” diyen baskı gördü ve görmeye de devam ediyor.
Bütün bunlar ortada iken, bu konuda ‘mağdur’ olanların diğer insanlara karşı ‘baskı kurma ihtimali’nden bahsetmek mümkün müdür? Kimse, “Eski tartışmaları bırak, yaraları kaşıma, bu güne gel” demesin. Çünkü bu güne de gelsek ‘sistem’ aynı, değişen bir şey yok. Tarihten ibret almadıktan sonra ‘tekerrür’ü nasıl önleyeceğiz? Geçmişte bu yanlışlara imza atanlar, ‘tövbe’ etti mi ki bu gerçekleri hatırlatmayalım?
Aslında bütün bu tartışmaların temelinde ‘insan’ın; “abdullah” olduğunu kabul edip etmemesi yatıyor. Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle; “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 65) ‘Hür’ olmayı, ‘istediği her şeyi yapabilir’ şeklinde anlayan insanlar, böyle hayâlî ‘baskı’lardan da ürker, korkar. Onlara göre, Ezan-ı Muhammedî’nin okunması da, camilerin minareleri de, namaz da, Kur’ân da bir ‘baskı’dır. Hatta ve hatta, geçen yıllarda şahit olduğumuz üzere, ‘mezarlıklar’ bile bir ‘baskı’dır. Çünkü onlara ‘insan’ın fanî olduğunu ve ‘ölüm’ü hatırlatır. Hayat da, ölüm de ‘din’ ile irtibatlı kavramlardır. Daha doğrusu, ‘din’ ile ‘inanç’ ile irtibatlı olmayan bir kavram, bir tavır var mı ki?
İşte, “abdullah” yani “Allah’ın kulu” olduğunu unutanlar, mezarlıklardan da, ölümün hatırlatılmasından da, insanların namaza davet edilmesinden de, cennetten de, cehennemden de, başörtüsünden de, mescidden de, velhâsıl ucu bucağı ‘din’e dayanan her şeyden ürker ve korkar.
Öyleyse ‘temel’e, en başa dönmeli ve önce kendimiz olmak üzere bütün insanlığa “Abdullah / Allah’ın kulu” olduğumuz gerçeğini anlatmalıyız. Aksi halde, ‘korkmayın’ demekle hayalî korkuları dahi sona erdirmekte zorluk çekeriz.
“Abdullah” olduğumuzu unutmayalım...
22.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|