“Yanlış yanlıştır, kimin yaptığına
bakılmaz” mı?
Yukarıdaki cümle, ilk etapta doğru gibi görünüyor. “Yanlış yanlıştır, kim yaparsa yapsın” gibi bir sonuç var orta yerde. Ama biraz daha üzerinde düşünüldüğünde, yanlışı kimin yapıyor olduğunun gerçekten önem arz ettiği anlaşılıyor. Nasıl mı?
Bir yanlışın, ‘yanlış’ olduğuna inanmayan bir insanın yaptığı o yanlış ile; o yanlışın yanlış olduğuna inanan birisinin, bile bile o yanlışı yapması aynı mıdır? Elbette hayır.
Sizin günah olarak değerlendirdiğiniz bir davranışı, günah olarak değerlendirmeyen bir insanın yapması ile; aynı davranışı, günah olarak değerlendiren sizin, yine günah olarak yapmanız arasındaki fark açıktır.
Bir de, bir kişinin ‘yanlış’, ‘günah’, ‘mümkün’, ‘mümkün değil’ tanımlamalarının hangi şartlarda olduğunu iyi gözlemlemek gerekiyor. Yani ‘mümkün değil’ dediğiniz şeyler, hangi şartların ‘mümkün değil’idir. ‘Haram’ dediğiniz şeyler hangi şartların ‘haram’ı, hangi şartların ‘helâl’idir, bilmekte fayda var. Ancak bu bilginin değerlendirmesini kendimize göre yapamayız.
Nitekim zamana, mekâna, şartlara göre değişmeyen ‘yanlış’, ‘doğru’, ‘helâl’, ‘haram’ kavramları bulunmaktadır. ‘Yanlış’ı, ‘doğru’yu; ‘haram’ı, ‘helâl’i kendi hayat biçimimize göre belirlemeye kalkarsak, o zaman herkes kendi şartlarına göre bir ‘helâl’ tanımlaması veya ‘haram’ tanımlaması yapar hale gelecektir. Bu da, düşünce anarşisinden başka bir şey olmaz.
‘Doğru’nun hangi şartlarda doğru, ‘yanlış’ın hangi şartlarda yanlış; ‘helâl’in yine hangi şartlarda ‘helâl’, ‘haram’ın hangi şartlarda ‘haram’ hükmü kazandığına insanlar değil, ‘helâl’ ve ‘haram’ olgularını tanzim eden İlâhî kudret koymuştur.
Şartlara göre İlâhî emirleri değil; şartları, İlâhî emirlere göre düzenlemek esastır.
İlâhî emirler, insanlığın dünya-ahiret mutluluğunu amaç edinirler. Onun için de insanlık ne derece onlara bağlanırsa kurtuluşa; ne derece de onlardan uzaklaşırsa, dertlere, sıkıntılara maruz kalmaktadır. İnsanlık tarihi bu yorumu doğrulayan örneklerle doludur.
İnsanların kırılma noktalarının başında, genelde maaş, makam, mevki, imkan gibi hususlar gelmektedir. Yani günümüzde pek çok insanın maaşı, makamı, imkanı için neredeyse vermeyeceği bir ‘değer’ kalmamış bulunuyor. Aslında korkulan da budur, çünkü bu nokta insanların maddileştikleri noktadır. Derd-i maişet meselesi, diğer meseleleri adeta silip süpürüyor. Madde, mânâya galebe etmiş durumdadır.
Meselâ mukaddesatına müdahale edilen insan pek bir tepki vermeyebiliyor iken, aynı insan maaşının küçük bir bölümüne dokunulduğunda her türlü tehlikeyi göze alabilecek adımlar atabilmektedir. İnsan davranışları, neye ne kadar önem verdiği ile alakalıdır.
Makamların, imkânların, maaşların insanları nasıl değiştirdiğini, nasıl kendine benzettiğini, tabir yerindeyse nasıl tepelediğini, diğer çalışma alanlarında olduğu gibi, günümüzde, siyaset sahnesinde de oldukça yakinen görmekteyiz.
Bir makam uğruna inanmadığınız şeyleri yaşar hale geliyorsanız, bir makam uğruna içinize sinmeyen şeyleri yapar hale geliyorsanız; siz makamı değil, makam sizi kendine (değerlerine) benzetiyor demektir.
“Burada ben varım” dediğiniz makamda sadece bedeninizle oradaysanız, siz bir hiçsiniz. Bu vaziyet, kendi kişisel menfaatleri için yapamayacağı şey olmayan, veremeyeceği taviz olmayan bir yapıyı akla getirir. Böyle bir yapıdan da ancak Allah’a sığınılır.
Değerlerinizi taşıyamadığınız, değerlerinizi yaşayamadığınız makam sizin değildir.
“Hakiki siyasetçi dindar; hakiki dindar da siyasetçi olamaz”
Bediüzzaman, siyaset sanatıyla ilgili olarak, hakiki anlamda siyasetle iştigal edenlerde dinin; din işleriyle hakiki anlamda ilgilenenlerde ise siyasetin, ikinci, üçüncü derecede kaldığını, tebei hükmüne geçtiğini belirtmektedir.
Onun için dindarlığı dikkate alınarak oy verilen zevatın, bu gün gelinen noktadaki ‘zavallı’ pozisyonu hakikaten içler acısıdır. Yani içlerinde gerçekten dini duygular ağır basıyorsa, yürekleri ‘cız’ ederek, (Her türden içki ikramlarına ev sahipliği yapmaları) inanmadıkları söylemleri inanıyormuş gibi takdim etmeleri; içlerinde siyaset ağır basıyorsa da, ondan dine faydalı işler yapsın diye oy verenlerin (ehl-i vicdan) yüreklerindeki ‘cız’lar dikkat çekicidir.
Bu iki kavramın yan yana gelmesinin imkânsızlığına dikkatleri çeken Said Nursî, siyasetçi ile dindarın, dindar ile siyasetçinin ortak tanımlama içerisinde bulunamayacağına işaret etmesi, şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
Asıl zor olan da; dindar olup, siyasetçi de olmak
Bediüzzaman’ın eserlerinde, içine girilmesi çok zor olan bu (siyaset) elbisenin ölçüsü dikkatlere sunulmuştur. O’nun, ‘halkın yüzde altmış yetmişi hakiki dindar olmak kaydıyla, böyle bir anlayış ancak siyaset başına geçebilir’ kaydı bulunmaktadır.
Bu ölçü dikkate alınmadan, ‘din referanslı’ (ya da öyle tanımlanarak) siyasete soyunulduğunda, oldukça yorucu ve zor bir süreç üstlenilmiş olunacaktır. Bu süreçte kişi yıpranması bir tarafa, o kişinin şahsına yüklenen misyon veya değer yargıları gibi, milletin ortak malı olan bir takım olgulara da (mukaddesata) saldırılar kendini gösterecektir. Birilerinin siyasî hırsı yüzünden, umumun mal-ı mukaddesi olan değerlerin örselenmesi, sulandırılması o mukaddesata yapılabilecek en büyük düşmanlıktır. Bu tutum ise, farkında olarak ya da olmadan, içeriden mukaddesata yapılan bir yıkım hareketidir. Asıl tehlike içeren budur. Yani bazı eylemler dışarıdan yapılsa çok daha büyük tepkiler içerecek iken, böylelikle tepkiler de bir şekilde giderilmiş olmaktadır. Din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilen pek çok uygulamalar, başta dini konulara yakın bir hükümet bulunduğu için, ehl-i imanın tepkileri bile en aza indirilmiş bulunmaktadır. Bu da düşündürücü.
Bu konunun farklı bir veçhesi olan, kendisine bağlı kurumların saygısız tavırları karşısında seyirci kalmak, bir siyasetçi için ne kadar hazmedilir bir durumdur, bu işin detay bir güncel malzemesidir. Yine de böyle bir görüntü içerisinde yaşamak, makam ne kadar büyük olursa olsun, içinde yaşayanı ya da üzerinde oturanı o nispette küçültecektir.
Oy veren vatandaş ise, oy verdiği siyasetçilerde her içine sinmeyen davranışları gördükçe, yüreğinden ‘cız’lar gelmeye devam ederek yaşamak olacaktır.
Özellikle son günlerin gündem maddesi olan ‘sivil anayasa’ konusunda duamız odur ki, hükümet kanadı, kendisinin dışındaki insanların varlığından rahatsız olan yarasa zihniyetlilerin çirkin tavırları yüzünden ürkmesin ve arkasındaki milletin bu kadar desteğini görmezden gelmesin.
Siyasetçi eşi olmak ne zor bir görevdir
Gelişmemiş demokrasilerde siyasetçi olmak zor olduğu gibi, siyasetçi eşi olmak da zordur. Eşin yüksek makamlara seçilecek, ama hayat arkadaşının o sevinçli gününde sevincini paylaşamayacaksın. İkinci değil, beşinci sınıf insan muamelesine maruz kalacaksın. Evine gelen hanımefendilere ‘hoş geldiniz’ diyemeyeceksin. Olacak şey değil. Yine de fıtratlarındaki şefkatleri gereği, ‘yeter’ deyip ortalığı birbirine katmıyorlar.
Doğrusu, böyle olgunlaşmamış demokrasilerde, siyasetçi olmak da, siyasetçi eşi olmak da taşınır yük değil. Siyasetçilerimize dua edelim, gerçekten işleri çok zor. Yukarıya da tüküremiyorlar, aşağıya da. Ama ne yaparsın ki, bunu bilerek, isteyerek ve kabul ederek giriyorlar.
Böyle bir tabloda, seçilenlere mi kızarsın, seçenlere mi ya da olgunlaşmamış demokrasiye mi? Yoksa çaktırmadan hiçbir şey yokmuş gibi yaşayıp gider misin?
Siz şu an hangisini yapıyorsunuz?
22.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|