Genellikle beşinci yüzyılın müceddidi İmam-ı Gazali olarak kabul edilir. Ondan yüz yıl sonra ise Fahreddin Razi gelmektedir. Altıncı yüzyılın müceddidi veya mücedditlerinden birisi olarak da Fahreddin Razi gösterilir. Ama Mevlânâ ailesi Fahreddin Razi’yi kıyasıya eleştirir. Müceddit olarak Razi’nin eleştirilmesinin arkasındaki sır nedir? Olsa olsa bütün sistemini bürhan üzerine temellendirmesi denebilir. Evet, Bediüzzaman da mesleklerinin bürhan mesleği olduğunu ifade eder. Doğrudur da ama o bürhanın içinde aklın yanında keşfin ziyası da vardır ama onların üstünde de vahiy vardır. Akıl verilerin farklılığından dolayı işleme ameliyesinde yanılabilir ve felsefî birikimin bir kısmı da böyledir. Ama aynı şekilde keşif ve keramet yani irfan da yanılabilir. İmtihanın iktizası gereği aklın ve keşfin yani bürhan ve irfanın yanılma payı vardır. Ama akıl ile keşif veya bürhan ile irfan biraraya geldiği zaman çift dikiş mesabesinde olur ve kolay kolay yanılmazlar. Ehl-i hadisin deyimiyle birbiriyle müncebir olurlar ve eksikliklerini giderirler. Bir de vahye dayanıyorlarsa yanılma payı ortadan kalkar.
Akıl ile keşif ve irfan ile bürhan birleştiğinde artık zülcenaheyn olunmuştur. Fahreddin Razi sadece tek medrek veya medarik üzerinden gittiğinden Mevlânâ’nın eleştirisine maruz kalmıştır. Ve benzetmesiyle tek kanatlı kuş mesabesinde olmuştur. Akıl ile keşif yani basar ile basiret aslında algılama melekeleri ve medrekleri olduğu halde yine de istiab açısından sınırlı ve kasırdırlar. Mevlânâ, Gazali’nin bir devamıdır ve Gazali’nin seleflerinden Bakillani’ye aynı sebeplerden dolayı eleştirdiği gibi Mevlânâ ve ailesi de bürhan mesleğinin en büyük üstadı olan Fahreddin Razi’yi eleştirmiştir.
Bürhan mesleği revafid denilen diğer damarlarından ve kaynaklarından ve kollarından kesildiği için zamanla cerbeze ve polemik mesleği haline dönüşmüştür. Gazali’nin de anlattığı gibi hakikat yerine mesleğinin rüçhaniyetine veya muhabbetine meftun olmuştur. Bundan dolayı da patinaj yapmıştır. Bu itibarla Gazali mesleği üzerine gidenler yani irfanla bürhanı birleştirenler çift kanatlıdırlar. İrfan illa ki pratik tasavvuf anlayışı değildir. Ledünniyata yatkınlık halidir. Bu itibarla Gazali ve Bediüzzaman gibiler pratik olarak sufi sayılmasalar veya uygulamada sufi olmasalar ve zaman zaman pratik tasavvufa eleştiriler yöneltseler bile ledünniyat yani irfan boyutları vardır. Hasan el Benna’nın ifadesiyle tasavvufun özüne ve hakikatına yabancı değillerdir. Onları kamil ve kümmel haline getiren de bu çift kanatlılıktır. Bu itibarla sadece bürhan mesleği üzerine gidenler dûn bir mesleği temsil ederler. Bu açıdan Bediüzzaman sadece akıl mesleğini sönük bir lambaya benzetir.
***
Bu benzetme Gazali ve Mevlânâ gibi üstadlarda da vardır. Sözgelimi, Mevlânâ’ya göre sonsuz bir biçimde fırtınalı olan hayat denizinde kişiyi tek başına akıl ve aklın ürettiği istidlâle dayalı bilgi kurtuluşa götüremez. Sahili selamete ulaştıramaz. Zira istidlâlde teslim olmaktan ziyade iddia vardır. Bu itibarla, Mevlânâ: “istidlâlcilerin ayakları tahtadandır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek kararsızdır (Mevlânâ’da gönül kelamı, Ramazan Altıntaş, Vefa Yayınları, s: 22) diyerekten aklın insan için bir emniyet kemeri ve can yeleği olmadığını ortaya koymuştur. Veya olsa bile bu vasfı garanti değildir. Ama bu konuda belki amiyane bir tabirle şu söylenebilir: “İstidlâl yapma (mesleğinde boğulma) istidlâlsiz de kalma...” Mevlânâ hazretleri bu meyanda özlü sözlerinden birisinde şöyle der: “Menzil-i maksuda çalışarak erilmez; ancak menzil-i vuslata erenler çalışanlar arasından çıkmıştır...”
Dolayısıyla esbapperest olmayacağımız gibi esbabı da ihmâl etmeyeceğiz. Dünyada işte böyle bir denge var. Nasıl ki, takma (protez) ayaklı bir kimse sağlam iki ayaklı kimsenin kat ettiği yolu/mesafeyi alamazsa, salt akılla metafizik konular da kavranılamaz. İstidlâl kelamcıların ıstılahında delil getirmedir. İstikra delil toplama, istidlal de toplanan delilleri buket yapıp sunmaktır. Mevlânâ’nın gemici ile gramerci hikayesinde olduğu gibi bir kelamcı ile hakikat erbabı atışmışlar ve kelamcı böbürlenerek Allah’ın varlığına dair bin delili olduğunu söylemiş. Bunun üzerine hakikat eri de onu mebhut bırakacak ve şaşkın vaziyete düşürecek sözünü söylemiş: “Bin delilin olduğuna göre bin şüphen de olmalı...”
***
Mevlânâ’nın protez veya yapma ayak tasviri aynen ondan yaklaşık üç asır asır sonra gelen İmam Rabbani hazretlerinde de vardır. Aynı damarı temsil ettiklerinden aynı dili ve kavramları da paylaşırlar. Mektubat’ın üçüncü cildi 36’ıncı mektubunda Şeyh Mir Numan’a yönelik olarak şunları yazar: “İstidlâl ashabının ve mesleği erbabının ayakları protezdir. Takma ayaklar gerçekten de çok çelimsiz ve zayıftır...”
Takma ayaklar taklit ve uydurma incilere (lülü el mesnua: uydurma hadisler için kullanılan bir tabir) benzetilir. Peygamberin sözü karşısında ona nispet edilen uydurma sözlerin hükmü ne ise vahiyden kopuk salt akla dayalı sözlerin de ağırlığı odur. Gerçekten de kelâmı kibar, kibarı kelâmdır.
21.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|