Aklımızı taciz eden, kalbimize karanlıklar gönderen manzaraların hâkim olduğu zamanlarda bazen aykırı görüntülerle kendimize geliriz. Böyle zamanlarda âlemimize gölgeler düşüren günah bulutları dağılmakta, ümitsiz hâletlerimiz yerlerini ümit rüzgârlarının estiği güzel bir dünyaya bırakmaktadır.
Yeşilin yüzler tonlarıyla Kâinat Halıkının kudretini gösteren park ve bahçelerden geçerken çoğunlukla insanların gafletli hâletleri bizi üzmekte ise de, bazen o parkın sakin bir köşesinde garip kılıklı bir insanın Rabbinin huzurunda el pençe durarak namazını kılması bizlerin dünyasına ümitler serpmektedir.
Giyimleriyle, yürüyüşleriyle, tavırlarıyla dünyanın günah cenderesi içinde kıvranan insanların umursamaz bir şekilde yürüdükleri bir anda, bir inşaat işçisinin bir tahta parçası üzerinde secdeye varması, üzüntülü âlemimize bambaşka duygular katmaktadır.
Yine insanın izzetini muhafazası için önemli bir faktör olan tesettürün olabildiğince azaldığı ve bununla birlikte haya duygularının köreldiği bir zamanda, caddenin bir yerinde tesettürün bütün unsurlarını kendisinde bulunduran bir hanımın mütevazi yürüyüşü de, kafamızda düşünce karmaşasının meydana gelmesine sebep olmaktadır.
Gururun, dünyevî şan ve şerefin, aldatıcı makam ve mevkilerin yönlendirdiği duruşlar ile, her hareketin mütevazilikle şekillendiği duruşları da her zaman karşılaştırmalıyız âlemimizde.
Allah’ın verdiği maddî imkânlarla gününü gün edip, kendisindeki malın ve yaşadığı günlerin gerçek sahibini hatırlamayan insanlar ile kendisine verilen nimetlerin hesabının sorulacağının şuurunda olanların yaşantılarını da zaman zaman kıyaslamamız lâzım.
Sahip olduğu maddî imkânların kendisini daha da mütevazi hale getirdiği insanlar gönlümüzde büyürken, geçici büyüklükler taslayanlar ise dünyamızda küçüldükçe küçüleceklerdir.
Cenâb-ı Allah’ın vermiş olduğu vücut nimetini emanet sahibinin izni dairesinde kullanan ve verilen bu emanetler için her an şükür duygularını Rabbine karşı dile getiren insanların karşısında da, emanetler kendisinin imiş gibi onlara sahiplenenler ve emanete ihanet edenlerin halleri de, düşünülmeye ve kıyaslanıp ders çıkarmaya değerdir doğrusu...
Şimdi kendimize dönelim ve fıtratımıza derc edilen muhabbet, yani sevme duygusunu nerelerde ve kimler için kullandığımızı düşünelim... Bizim için, süpürgesini bir kenara bırakıp namazını bir parkın köşesinde kılan bir insan mı değerlidir, yoksa o parkta gururla oturan ve her halinden dünyanın bütün zevklerinden nasipdar olduğu anlaşılan biri mi değerlidir?
Bizim için, inşaat tozuyla bütün elbisesi tozlanmış, yırtılmış olduğu halde çivili tahtalar üzerinde namaz kılan biri mi daha şereflidir, yoksa makam ve mevkisi oldukça yüksek olup, namazı aklına bile getirmeyen biri mi daha değerlidir?
Elbette eğer nefsimizi dinlersek dünyanın fani şan ve şerefine sahip olan insanlara imrenecek, hep onları değerli bileceğiz. Oysa imanımız, bizi, dünyanın maddî imkânlarından yoksun da olsa, Allah’a samimiyetle ve ihlasla yönelen insanları sevmemizi gerektirmelidir.
Dünyanın zevk ve sefasından oldukça uzak bir hayat yaşamalarına rağmen, ibadetlerini hulus-u kalble eda eden, günahlardan kaçınan ve her halleri için Allah’a şükür eden insanlar, eğer dünyanın şan ve şerefi içinde yaşayan insanlardan daha fazla bizim için değerli değillerse, demek ki bizde bir eksiklik bulunmaktadır.
Bizler Allah’ın bize vermiş olduğu sevme duygusunu Onun rızası dahilinde değerlendirmek zorundayız. Allah’ın sevmediği insanları sevme hakkına sahip değiliz. Allah için sevmek, Allah için buğz etmek düsturu şiârımız olmalıdır.
Bizim hallerine özeneceğimiz insanlar, dünyanın aldatıcı güzellikleri içinde boğulan insanlar olmamalıdır. Yaşantılarıyla Allah’a yakınlık mertebesine kavuşan insanlara benzemeye çalışmaktan daha doğru ve şerefli bir yol olamaz bizim için. Bu konuda şeytanın tilmizi olan nefsimiz bize doğru yolu gösteremez. Akıl ve kalbimizi dinlemek gerek menzil-i maksuda ulaşabilmek için...
25.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|