|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Eğer (Yunus) çok tesbih edenlerden olmasaydı kıyâmete kadar balığın karnında kalıp gitmişti.
Saffât Sûresi: 143-144
|
17.11.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Biriniz bir yerde konakladığında, "Yarattığı şeylerin şerrinden Allah'ın eksiksiz sıfatlarına sığınırım" diye duâ ederse, oradan ayrılıncaya kadar hiçbir şey ona zarar vermez.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 492
|
17.11.2007
|
|
Bu dünya hizmet yeridir, ücret yeri değil
Fakat muhabbetin bir vartası var ki: Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle, tiryak iken zehir olur. Yani, gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına ve Onun namına, Onun bir âyine-i esmâsı olmak cihetiyle rapt-ı kalp etmek lâzımken, bazen o zâtı, o zat hesabına, kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi namına düşünüp, mânâ-yı ismiyle sever. Allah’ı ve Peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mânâ-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.
Üçüncü Nokta: Bu dünya dârü’l-hikmettir, dârü’l-hizmettir; dârü’l-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mâl ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mâl, berzahta ve âhirette meyve verir.
Madem hakikat budur; a’mâl-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunâne değil, mahzunâne kabul etmek lâzımdır. Çünkü, Cennetin meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.
İşte bu sırra binaen, ehl-i velâyet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekvâ etmiyorlar. “Her hal üzere Allah’a hamd olsun.” (Kenzu’l-ummal, 1:72, 181; Tirmizi, 5:578, hadis no: 3599.) diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifât-ı İlâhî nevinden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvâlin istitar ve inkıtâını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlâs zedelenmesin. Evet, makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlâhî, ihsanını ona ihsas etmemektir-tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.
İşte bu hakikate binaendir ki, velâyeti ve tarikati isteyenler, eğer velâyetin bazı tereşşuhâtı olan ezvak ve kerâmâtı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa, bâki, uhrevî meyveleri fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabilinden olmakla beraber, velâyetin mayası olan ihlâsı kaybedip velâyetin kaçmasına meydan açar.
Mektubat, s. 434
Lügatçe:
varta: Tehlike.
mâsivâ-yı İlâhî: Cenâb-ı Hakkın dışındaki her şey.
mânâ-yı harfî: Bir şeyin yaratıcısına bakan, onu tarif eden ve tanıtan mânâsı.
mânâ-yı ismî: Bir şeyin bizzat kendisine bakan, kendisini tanıtan mânâsı.
gayrullah: Allah’tan gayrısı, yaratılan her şey.
rapt-ı kalp: Kalben bağlanma, gönül bağı.
dârü’l-hizmet: Hizmet yeri.
ezvak: Zevkler.
setr: Örtme, gizleme.
istitar: Gizlenme, setredilme.
inkıtâ: Kesilme, tükenme, tıkanma.
|
17.11.2007
|
|
Anne şefkatinden tefânîye...
Şefkat, Rahman’ın kullarına rahmetinden lûtfettiği bir lem’acığı. Sonsuz rahmetin bir damlacığı… Şefkat, Allah katından kulların kalbine nüzûl eden ulvî bir his. Bu yüzden diyebiliriz ki âlemi şenlendiren, renklendiren ve anlamlı kılan esaslardan biri de şefkat duygusudur. Şefkat, insanı da mânâlı kılan âlî bir hâsiyettir. Şefkat deyince evvelâ “anne” kelimesi gelir insanın aklına. Zira anne, o sonsuz rahmetin bir katresine sahiptir. Allah katından anne kalbine bu âlî his iner. Fedakârdır anne. Karşılıksız sever yavrusunu. Onun için her türlü zorluğa katlanır. Anne fıtratında evlâdına karşı bir enaniyet hissi yoktur.
Bütün bu vasıfları göz önünde bulundurursak şöyle bir kanaate varabiliriz: Anne şefkatinde “katıksız ihlâs” bulunur. Yani saf bir ihlas. Zira samimiyet ve halis bir niyet vardır annede. Bu niyet, sonradan, bilinçli bir şekilde oluşmaz. Âlî bir his dercedilir anne fıtratına. Niyet kelimesini telâffuz ettik. Galiba büyük bir lâf ettik. Zira bu niyet meselesi, kendi ifadesiyle Bediüzzaman’ın kırk senelik ömrünün bir mahsulüdür. Niyet, her davranışın özü hükmünde, ince hakikatler ihtivâ eden bir meseledir. “Niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır.”1
Niyet ve ihlâsın buluşmasıyla âlî hisler oluşur insan ruhunda. Öyleki bu fıtrî ihlâslı niyet neticesinde anne, evlâdının nefsini kendi nefsine tercih eder. Kendinden önce çocuğunu düşünür.
Mevzu burada “tefânî” sırrına doğru adım adım ilerliyor. Zira tefânî sırrının hâsiyetleri anne şefkatinin özelliklerinden pek farklı değildir. “Tefânî, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyât-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyet ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.”2
“‘Onları kendi nefislerine tercih ederler’3 sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz”4 Yani ihlâs ile hareket etmek ve kendinden önce kardeşinin nefsini düşünmek. Bu, ihlâsı kazanma düsturlarından biridir aynı zamanda. Tıpkı bir anne merhametiyle kendinden önce kardeşini düşünmek. Duâlarına kardeşini de dahil etmek. Onun güzel meziyetlerine bakıp sevinmek. Bu alâkadarlık neticesinde ise muhabbet hissi gibi üstüne hiçbir bedel tanınmayacak bir ücretle ücretlendirilmek. İnsan, şefkat hissiyle ve ihlâs düsturuyla mânevî makamlarda derecesini yükseltebilir.
Bir gün İhlâs Risâlesi’ni mütalaâ ederken; o gün aramıza iştirak eden çok kıymetli bir büyüğüm, bize “Anne şefkatine eşdeğer bir davranış biçimi olabilir mi?” diye bir soru yöneltti. Bazılarımız bunun mümkün olamayacağını söylemişti. Fakat o an bazımızın aklına da tefânî sırrı gelmişti. Bu yazıyı kaleme almama sebep de, o gün sorulan bu sorudur.
Aslında konuyu derinlemesine incelediğimizde, tefani sırrının anne şefkatine eşdeğer ve hatta ondan da yüksek bir derecede bulunduğunu görürüz. Neticede iki kavramın da davranış ve duygu yönüyle birbirine benzediğini söyleyebiliriz. Zira anne şefkati, Allah katından yeryüzüne gönderilip; kulun fıtratına nakşedilen bir vasıf. İçerisinde mukabelesiz sevgiyi, fedakârlığın doruk noktasını barındırıyor. Aynı şekilde tefânî sırrında şefkat ve ihlâs esas. Doğrusu ihlâssız şefkat, hakikî anlamını bulamaz. Fakat annede şefkat, fıtratındayken; tefânîde samimî bir gayret ile o ihlâsa erişilebilir biiznillah.
İhlâs düsturlarına riayet ederek; bunda sebat gösterme gayreti ve azmi içinde olmak duâsıyla…
Dipnot:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 61.
2- 21. Lem’a, s. 166.
3- Haşir Sûresi, 59: 9.
4- 21. Lem’a, s. 166
|
Fatma ALTUNER
17.11.2007
|
|
Medrese-i Yusufiye ve Medrese-i Nuriye ilişkileri
12 Mart askerî muhtırası ile ülkede sıkıyönetimli yıllar başlamıştı. Nur Talebeleri de iman ve Kur’ân hizmetlerine ara vermeden bütün hızlarıyla devam ediyordu. Bu hizmetler medrese-i Nuriyelerde olduğu gibi, bazan medrese-i Yusûfiye denilen hapishanelerde de yapılırdı.
Aynı yıllarda, bir hafta sonunu fırsat bilerek akşam Ankara-Maltepe Camii yakınında bulunan bir sokakta medrese-i Nuriyeye gitmiştim. Risâle-i Nur’dan okunan dersleri dinleyecektim.
Zili çaldım. Kapı açılmadı. Tekrar çaldım. Hayret! Yine açılmadı. Adresi kontrol ettim. Doğru. Günü düşündüm. Yanlış değildi. Her hafta aynı gün ve saatte bu adreste Nur sohbetleri yapılırdı. Normalde orada mutlaka birileri de bulunurdu. Halbuki orada kalan öğrencilerimiz de vardı. Sünnete uyarak zili üçüncü defa çaldım. Kapıyı açan olmadı. Bir süre bekledim. Etrafa baktım. Kapıyı dinledim, içeriden ses gelmiyordu. Ümidimi kestim. O akşam sokakta her günkünden farklı bir sessizlik vardı. Bu sessizlik hayra alâmet değildi.
Beklemenin faydasız olduğunu düşündüm. Üzülerek geri döndüm. Düşüncelere daldım. “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler!” Hayırdır inşaallah dedim.
Ertesi günü haberlere baktım. Meğer o gece benden önce polisler gelip malûm “irticâ” bahaneleriyle medresemizi basmışlar ve orada bulunanları toplayıp Nur Risâleleri ile birlikte nezarete götürmüşlerdi. Medrese-i Nuriye’den medrese-i Yusûfiye’ye bir yolculuk vardı.
Yusuf (a.s.) deyince aklınıza neler gelir?
Güzellik, kuyuya atılmak, kölelik, Züleyha, zindan, Mısır Azizliği...
Kur’ân’da aynı adı taşıyan bir sûrede Yusûf’un (as) kıssasına yer verilir. Yusûf’un (a.s.) ibretli hayat hikâyesi ise, peygamberler tarihinde uzun uzun anlatılır.
Medrese-i Yusûfiye, sözlükte “Hz. Yusûf’un (as) iftira, haksızlık ve zulüm ile hapiste kalmasından kinâye olarak, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tevkif edilenlerin hapsedildiği yere verilen isim” (Yeni Lûgat) olarak açıklanır.
Nur Talebelerinin dünyasında Medrese-i Yusûfiye ayrı bir anlam taşır. Çünkü Nur talebelerine hapishaneler birer medrese-i Yusûfiye olmuştu. Meselâ, Meyve Risâlesi’nin başında “‘Yusûf daha yıllarca zindanda kaldı’ âyetinin ihbarı ve sırrıyla, Yusûf Aleyhisselâm mahpusların piridir; ve hapishane bir nevî medrese-i Yusûfiye olur” denildikten sonra “Mâdem Risâle-i Nûr Şâkirtleri iki defadır çoklukla bu medreseye giriyorlar; elbette Risâle-i Nur’un hapse temas ve ispat ettiği bir kısım meselelerinin kısacık hulâsalarını, bu terbiye için açılan dershanede okumak ve okutmakla tam terbiye almak lâzım geliyor” denilerek hapishanelere yeni bir bakış açısı getirilmektedir.
Bediüzzaman’ın beraetle sonuçlanan Denizli hapsinin bir “meyve”si olan bu eser, konuları, tesirleriyle, bu mânâların somut ve canlı bir ispatı olmuştur. Sayısız cinayet işleyerek hapse giren kanlı katiller dahi, bu derslere muhatap olduktan sonra, tahta kurusunu dahi öldürmekten çekinecek hâle gelmişlerdir. Bu etkiyi değerlendiren Said Nursî, “İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhâne yapmak için, bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara ekmek ve ilâç gibi tevzî edecekler” demektedir.
Bediüzzaman’ın Meyve Risâlesi’nde yer alan meselelerin sonunda mahkûmlara karşı olan ifadeleri de çok içten ve samimîdir. Meselâ: “İşte ey bu medrese-i Yusufiyede ders arkadaşlarım!”, “Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim!”, “O mektebli gençlere dediğim gibi, musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.”
“Konuşan yalnız hakikattir” başlığı ile risâlelerde yer alan müdafaasının bir kısmında Bediüzzaman şu gerçekleri dile getirmektedir: “Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsini hakkımı helâl ettim.”
Said Nursî’nin olduğu hapishaneler hemen hepsi birer ıslahhâne olmuştur. Bazı önemli risâleler ve pek çok mektup medrese-i Yusûfiyelerde yazılmıştır. Bunlardan en önemlisi bir nevî savunma hükmünde kabul edilen Meyve Risâlesi’dir.
|
Ahmet ÖZDEMİR
17.11.2007
|
|
Üzülebilmek de bir nimet
HABER YORUM
“'Williams Sendromu' hastalığı nedeniyle doğuştan güler yüzlü olan Hasan Can Duman, yanında öfke ve üzüntüye tahammül edemiyor. Kavga, ölüm gibi şeyleri konuşmaktan ve tartışmaktan nefret ediyor. Üzücü bir olayla karşılaştığında adeta şoka girerek sürekli aynı kelimeleri tekrarlıyor. Dört yaşındayken Williams Sendromu teşhisi konulan Hasan Can'ın ailesi yaptıkları araştırma sonunda bunun 'mutluluk hastalığı' diye bilinen bir rahatsızlık olduğunu öğrenmiş. Bu hastalığı nedeniyle doğuştan güler yüzlü ve sempatik bir kişiliğe sahip Hasan Can, neşeli müzikler dinlemeyi seviyor, ağlayanlara 'Üzülmeyin, gülün' diyor."
(Zaman, 15.11.2007)
‘Williams Sendromu', bir hastalık olmakla beraber, aslında ‘sevimli yüz, neşeli tavır’ karakteristik özelliğiyle, günümüz insanının çokça muhtaç olduğu bir hâl! Lâkin, başka fizyolojik rahatsızlıkları da beraberinde getiren marazî bir hâl olması hasebiyle elbette istenmeyen bir durum.
Aslında, herşey kararında güzel. Hayat acısıyla, tatlısıyla var. Yaratıcı'nın isimlerinin Celâl ve Cemal olmak üzere iki ana eksende tecellî etmesi de bunu gerektiriyor. Doğum kadar, ölüm de gerçek bir tecellî... Gülmenin yanında ağlamak, hüzünlenmek de var... Onun için yaşarmamış mıydı Hz. Peygamber'in gözleri, kızı Fatıma’nın vefatında? Hayatta neşeye de yer var, üzülmeye de.
Her hastalık ve musibetin bir mesajı olduğu gibi, 'Williams Sendromu'nun da bir mesajı olmalı.
Aslında, hayatın bu gibi ârizî halleri, intizamdan şüzûz... Yani, Yaratıcı’nın, kendi koyduğu düzeni, kullarına mesaj vermek adına, yine kendi iradesiyle bozması, ‘kuralı delmesi’. Tâ ki, kullar, üzerlerinde devam edegelen, ancak zamanla âdiyât ve sıradan telakkî ettikleri nimetleri fark edebilsinler...
İşte 'Williams Sendromu'yla, Yaratıcı, belki de üzülmenin, ağlamanın, öfkelenmenin de—yerinde kullanıldığında—ne büyük bir nimet olduğunu hatırlatmak istiyor biz kullarına. Çünkü hayatta böylesi durumlarla da iç içeyiz ve bu duygularını rahatlıkla açığa vuramamak, sözkonusu sendromda olduğu gibi hayatı azaba çevirebiliyor.
Öyleyse, denilebilir ki, tıpkı mutluluk gibi, öfke ve üzüntü duygularını da—yeri geldiğinde—rahatlıkla açığa vurabilmek, Yaratıcı'nın biz kullarına ihsan ettiği önemli bir nimettir.
|
İsmail TEZER
17.11.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Abdullah ibn-i Abbas (r.a.) anlatıyor:
Hazret-i İsa Aleyhisselâm ile Hazret-i Yahya Aleyhisselâm yolda yürüyorlardı. Hazret-i Yahya’nın (a.s.) önüne bir kadın çıktı. Hazret-i Yahya kadının yanından geçti ve ona omuzu dokundu.
Bunu gören Hazret-i İsa (a.s.), “Teyze oğlu! Günah işledin!” dedi.
Hazret-i Yahya (a.s.) şaşkınlıkla, “Ne dedin? Günah mı işledim?” diye sordu.
Hazret-i İsa (a.s.), “Kadına omuzun dokundu!” deyince Hazret-i Yahya (a.s.), “Allah’a yemin ederim ki, farkında değilim!” dedi.
Hazret-i İsa (a.s.) hayretle, “Sübhanallah! Nasıl farkında değilsin? Sen benimlesin! Kalbin ve ruhun nerede?” diye sorunca, Hazret-i Yahya (a.s.), “Allah katında yâ İsa! Kalbim, Cibril de dahil, Allah’tan başka hiç kimseyle meşgul değil!” dedi.
(Onların Âlemi, s. 91.)
|
Süleyman KÖSMENE
17.11.2007
|
|
|
|