|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Pozitif iç konuşmalar, kişiyi mutlu kılar |
|
İç konuşmalar; bakışı belirliyor
İç konuşma yapmayan insan yoktur. Kendi kendimize iç seslendirmeler yaptığımız ya da muhatabımıza taşıdığımız cümleler, müessesemizin birer ürünüdürler. Onun için seslendirdiğimiz her cümlemizin altında kendimizin imzası bulunmaktadır.
İç konuşmalara, yani içimizde oluşan düşüncelere, ‘zan’ demek de mümkündür. Onun için bu zannın güzeli de çirkini de olabilmektedir. Buna da, ‘hüsn-ü zan’ ve ‘su-i zan’ denilmektedir. Su-i zannı, taşıyan kişideki olumsuz etkilerini hemen herkes yaşamıştır. Çünkü yaşadığımız hayat içinde su-i zan da, hüsn-ü zan da yaşanabilmektedir. Özellikle bir kişiye karşı yapacağımız sû-i zan, dinen yasaklanmıştır. Bu yasak, o kişinin hukukunu korumaya dönük olabileceği gibi, sû-i zan eden kişinin dünyasında oluşacak kirliliğe de bir engeldir. Bu biraz da psikolojiktir, siz bir kişi hakkında sû-i zan etmişseniz, o kişiye karşı olumlu düşünce geliştiremezsiniz, bu da muhabbetin zedelenmesi anlamına gelecektir.
Böylece diyebiliriz ki, ne kadar çok kişi hakkında sû-i zan veya hüsn-ü zan geliştirilirse, o kadar insanla muhabbetimiz kaybolacak ya da muhabbetimiz gelişecektir. O zaman mümkün mertebe, insanlara karşı olumlu iç konuşmalar içinde olmak gerekecektir. Kişilere karşı olumlu iç konuşmalar, ondaki bir takım kusurları da görmemeyi netice verecektir. O kişiye karşı tenkit gözü, ondaki var olan güzellikleri de okuyamamayı netice verecektir.
Nur eserleri, insanların mutlu bir hayat için, hüsn-ü zan içerisinde olmak gerektiğine dikkatleri çekiyor. Hüsn-ü zan mümkünse sû-i zan etmemeyi ve hüsn-ü zanna memur olunduğunu salık vermektedirler.
Kirli cümleler, taşıyanı kirletir
Olumsuz, negatif, menfî cümleleri, ‘kirli’ cümleler olarak değerlendirmek mümkündür. Böylece, kelimelerin kirlilik oranlarından bahsetmek de mümkündür.
Gün boyu, gerek kendi içimizde ve gerekse dış dünyaya dönük kurduğumuz cümleler, ya aydınlık bir dünyayı, ya da karanlık bir dünyayı netice verecektir. İç konuşmaları, dış dünyayı, olayları, insanları değerlendirirken, bu oluşan dünya atmosferinde bir değerlendirme meydana gelecektir.
Bunu, her kişinin gökyüzü semasının karanlık bulutları ya da aydınlık bulutları şeklinde tanımlamak da mümkündür. Yani kuracağınız her (müsbet-menfî) cümlelerin, kendi hayatınıza dönük bir takım sonuçları, izleri oluşacaktır.
Kurulan cümlelerin nasıllığı, aslında hayatı da nasıl algıladığımızın bir belirtisidir. Bu algılamaların olumsuz, menfî, negatif olması ve bu algılamaları, olumsuz, negatif seslendirmek; düşünce kirliliğine sebep olmaktadır. Dolayısıyla her şeyin olumsuzuna, negatifine yönelmek, her konuda olumsuz, negatif bir sonuç çıkarmak olacaktır. Böyle insanlarla karşılaşıldığında, sadece ‘Nasılsınız?’ demek bile, onlarca karamsar, olumsuz, ümitsiz cümleler duymanıza sebep olacaktır. Böyle bir hâlet-i ruhiye, kişinin kendisini ciddî sarsacağı gibi, o kişiyle muhatap olan insanları da olumsuz etkileyecektir.
Onun için, menfî düşünceli insanlarla kurulacak arkadaşlıklar, her gün biraz daha olumsuz, karamsar bir hayat halini ortaya çıkaracaktır.
Hayatı, negatif cümlelerle kurulu bir insanın fizyolojik özellikleri bile bu cümlelerden etkilenecektir. Hayatı kapkaranlık bir düşünce dünyası içerisinde yaşayan bir insanın, bedensel özellikleri de kesinlikle bu kelimelerden etkilenecektir. Yani kirlilik, insanın hem düşünce dünyasını etkilerken, hem de bedensel dünyasını etkilemektedir.
Böyle bir algı ile hayatını geçirmiş insanların yaşlılık halleri gerçekten ibretliktir. Adeta olumsuzluk, karamsarlık, ümitsizlik yüzüne perde olarak çekilmektedir. Toplumumuzdaki ‘suratsız, meymenetsiz insan’ tanımlaması buradan gelmektedir. Diğer taraftan olumlu, pozitif, müspet düşüncelerden oluşan hayat halinin insan tanımlaması ise, ‘nur yüzlü, melek gibi ihtiyar’ şeklinde olmaktadır.
Negatif, olumsuz, ümitsiz iç konuşmalar biraz daha ileri giderse, artık iç konuşmaları kendi kendine dışa seslendirme görülmeye başlayacaktır. Onun için etrafında kimsecikler olmadığı halde, kendi kendine biraz da seslice konuşan insanlar görülmeye başlanacaktır.
İç konuşmalarını kimselerle paylaşamayan insanların, artık bu konuşmaları kendi kabından taşmaya başlayacaktır. Aynı iç konuşmaların olumlularıyla da karşılaşmak mümkündür. Yani güzel şeyler yaşadığı halde, yine kimselerle paylaşamayanlarda da dışa seslendirme ihtiyacı olabilmektedir.
Müsbet iç konuşmalar; hayatı mutlu kılar
İç konuşmaları, ‘olumlu-olumsuz’, ‘negatif-pozitif’, ‘nezih, temiz-kirli’ olarak tasnif etmek mümkündür. Böyle bir tasnifin her iki hali de zaman zaman gün içinde yaşanabilmektedir. Hayat bu tarzdan hangisiyle yaşadığımıza bağlı olarak gelişmektedir.
Olumlu iç konuşmalar, kendi içimizde olumlu etkileşim ortaya çıkardığı gibi, insanlar arası olumlu etkileşimler de meydana getirmektedir. Olumlu düşünceler, kişi dünyasında olumlu, pozitif ve insanı mutlu eden hormonların yer bulmasına zemin hazırlamaktadır. Olumsuz düşünce ise, düşünce kirliliğine sebep olduğu gibi, bu kirlilik kişiyi ışığı sönmüş oda haline getirmektedir.
Aslında iç konuşmalar birer sağlıklılık alâmetidir. Bu iç konuşmaların sağlıklı olup olmamasının ölçüsü ise, mümkün mertebe çok konu ile baş etmek değil, o anın en önemli gündemini sıraya koymak ve bütün enerjiyi, o problemi ortadan kaldırmaya dönük harcamaktır.
Bir anda zihindeki yirmi meseleyi çözemeyiz ama, bir önemli meseleyi çözebiliriz. Zihinsel gündemi mümkün mertebe azaltmak, daha iyi sonuca gitmeyi netice verecektir.
Müsbet iç konuşmalar, insanın vücut kimyasının birer etkileyicisidir. Hayat mutluluğunun bir etkeni de budur.
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Niye isyan etmiyorlar? |
|
Sabah yazarı Emre Aköz, Nurculuk konusuna resmî kalıpların dışında objektif bakışla yaklaşmayı başaran kalem erbabından biri.
Ama onun da bir handikapı var. Derinlik, nüfuz, dikkat ve hassasiyet gerektiren bu konuda zaman zaman yüzeysel yorumlarla hayli kritik yanlışlara, hattâ saptırmalara yol açabilmesi.
Katıldığı bir Risale-i Nur Kongresinden okuyucularına aktarmaya değer bulduğu tek konunun, bazı katılımcılar arasında geçen “göbek bağlama ve diyet muhabbeti” olması gibi...
Veya Yeni Asya Vakfında verdiği bir seminere başı açık kızların da gelmesinden, “Başı açık Nurcu kızlar da var” sonucunu çıkarması gibi...
Aköz Nurcuların maruz kaldıkları haksızlıklara rağmen neden isyan etmediklerini anlattığı yazısında da (14.11.07) benzer bir hata yapmış.
Herşeyden önce, Ömer Laçiner’den aktardığı hapishane hatırası tahkike muhtaç. Cezaevi yönetiminin Nurcuları tam da kıble tarafına astığı Atatürk portresine yönelerek namaz kılmaya zorlayan baskılarından ve buna karşı solcuların Nurculara verdiği destekten söz eden Laçiner, Nurcuların son anda “Ne yapalım, madem yönetim öyle uygun gördü, portre kalsın” deyip solcuları açığa düşürdüklerini öne sürmüş.
Aköz’ün aktarımına göre Laçiner’in bu manevraya getirdiği yorum şu: “Son noktada devlet; onların, yani Müslümanların devleti. Dövse de, sövse de nihayetinde kendi devletlerine sahip çıkıyorlar.”
Bir defa, ne olursa olsun, Nurcuların portreye yönelerek namaz kılmaları için yapılan baskılara boyun eğmeleri mümkün değil. Burada mutlaka bir yanlışlık olmalı.
“Nurcular dayak da yeseler, hakaret de görseler siyasî otoriteye başkaldırmadılar. Adaletsizlik karşısında en fazla kelimelerini konuşturdular; yumruklarını değil” diyen Aköz soruyor: “Sık sık adaletsizlikten yakınan bu insanlar, niye bazı laikçilerin iddiasının aksine, hem insanlık, hem de dindarlık onurları ayaklar altına alındığında dahi isyan etmiyor?”
Cevap, Laçiner’in söylediği gibi Nurcuların herşeye rağmen “devlete sahip çıkmaları” mı?
Hayır, mesele bu kadar basit değil. Her ne kadar Nurcuların, onlara yöneltilen iftiraların aksine, asla “devlet düşmanı” olmadıkları bir gerçekse de, bunu “devlete toz kondurmayan” bir “devlet tarafgirliği” şeklinde yorumlamak yanlış.
Zira Nurculuk bir yönüyle, devletle arasına mesafe koyabilmiş gerçek bir sivil inisiyatifin adı.
Nurcuların maruz kaldıkları zulüm ve haksızlıklara isyan etmemelerinin en önemli sebebi ise, en çok masumların zarar görmesine yol açacak ve kardeşi kardeşe kırdıracak fitnelere ve dahilî çatışmalara meydan vermeme hassasiyeti. Çünkü hizmetlerinin en önemli ve temel esaslarından biri şefkat. Bunun için müsbet hareket prensibinden asla ayrılmıyor, kendilerini “asayişin manevî muhafızları” olarak niteliyorlar.
Bu tavrın devletçilikle de, zulüm ve baskılara boyun eğip teslim olmakla da hiçbir ilgisi yok.
Aköz’ün “Neden bazı Kürtler bu devlete isyan ediyor? Niye bu isyanı 20 küsur yıldır sürdürüyorlar? Niye Nurcular gibi son kertede durumu tevekkülle karşılamıyorlar?” sorularında sözünü ettiği isyana bütün Kürtlerin katılmamasının en önemli sebebi ise, olsa olsa Nurcuların müsbet hareket prensibinin onlara da mal olmasıdır...
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Yeni aday Şahin mi? |
|
RTÜK, TRT Genel Müdürlüğü için üç adayı eleyerek müşahhas hale getirdi.
Sonuç: İbrahim Şahin, Nurullah Öztürk ve Prof. Dr. Etem Köklükaya’nın isimleri atama yapılmak üzere Başbakanlığa bildirildi.
Bakalım sonuç sürpriz bir isim mi olacak, yoksa Çankaya kapısında iki kez veto yiyen İbrahim Şahin mi olacak?
DÜNDAR’IN SADAKAT
TRT adaylarından biri de Uğur Dündar’dı. Önceki gece NTV’de ilginç açıklamalarda bulundu. Uzanların sahibi olduğu Star TV’de eski patronu Aydın Doğan’a hakaret etmemek için harcadığı çabadan bahsetti.
Özetle şöyle dedi:
“Doğan grubundan ufak bir kırgınlıktan dolayı ayrıldım. Kalmam için çok ısrarcı oldular. Sonra Uzanlar çok büyük para verdi… Uzanlara benim için paradan çok, halkın gerçekleri öğrenme hakkına hizmetin önemli olduğunu söyledim. Cem Uzan’a Aydın Beye yanından ayrıldım diye saldırdığım takdirde aynalara bakamaz hale geleceğimi söyledim. Kabul etti ve sözünü tuttu. 8 ay boyunca özgür bir yayıncılık yaparak onlara bir itibar restorasyonu sağladık. Kavga anı geldi çattı. Onlar, çalışmalarımdan çok memnun olduklarını ve haklı kavgalarında Aydın Doğan’a karşı kendi saflarında yer almamı önerdi… Teklifi reddettim.”
Dündar’ın eski patronuna gösterdiği bu dürüstlük örneği kayda değer… Bir dönem çalıştığı kuruma karşı sadakati dikkate değer.
Bu sadakatini milletine karşı göstermeliydi Dündar. “İrtica avı” başlatıldığı dönemlerde Dündar bu avcıların başını çekiyordu. Millette hiç olmazsa bir özür borcu olduğunu hatırlatalım.
EKRANDA KUMAR
RTÜK Başkanı Zahid Akman, televizyon kanallarında poker turnuvası gibi kumar oyunlarrı oynatılmasının yasaklanacağını açıkladı.
Akman bu konuyla ilgili düzenlemenin yeni yasada yer alacağının altını çiziyor.
Poker turnuvası yasaklanabilir. Ancak ben mi yanlış görüyorum. Hafta sonları “Gece uyku kaçınca” bölümünde “e2” poker turnuvası düzenliyor. Stüdyoya getirilen konuklar bir iki saat masada kâğıt yuvarlıyor. Gerçi bu görüntüler bize ait değil, Amerikan vatandaşı… Gece yarısı da olsa doğru bulmuyorum.
Peki TRT’nin ekranda verdiği Millî Piyango çekilişine ne demeli? Ya Sayısal Gece?
O kumar değil mi?
Şans oyunları adı altında dağıtılan paralar herhalde “hibe” değil.
Bu arada Millî Piyango İdaresi Genel Müdürü İhya Balak, eski kurum çalışanı tarafından makamında vuruldu. Balak olay yerinde öldü. Olay üzücü. Sebebi henüz bilinmiyor. Ama piyangoya kan bulaştı denebilir.
AVRUPA YAKASI
Avrupa Yakası’nın Haziran ayı sonlarında biteceğini bizzat yazarı medyaya deklare etti...
Doğrusu mizah alanında bir dizinin tutması zor. Avrupa Yakası bunu başardı. Geride çok tartışmalı konuları bırakarak.
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Gündem kayması |
|
Ankara geçtiğimiz haftayı gündem kaymasıyla geçirdi. Gündemdeki tezatlar, kritik süreçte değişik etkilerle Ankara’nın hâlâ istikâmetini tayin edemediği izlenimini veriyor. Ve bu harc-ı âlem gündem israfı, çoğu zaman zikzak politikalarla işleri daha da zora sokuyor.
Dışişleri Bakanı Babacan’ın, Bush’un direktifiyle Amerikan makamlarından “sıcak istihbarat akışı”nın devam ettiğini söylediği sırada, Anadolu’ya peşpeşe şehit cenâzelerinin gelmesi, bu acılı günde karikatürlere mizah konusu bile oldu. Sıcak istihbarat”ın “sıcak simit” gibi pazarlanıp satıldığı, Bush’un Erdoğan’ı arayıp, “Size ilk sıcak istihbarat; dört şehid daha verdiniz!” dediği çizildi.
Mesela Başbakan’ın son Amerika ziyaretinde “sınırötesi harekât”ın artık yapılacağı sözleri günlerce manşetlerle ilân edildi. Hükûmet sözcüleri, “Meclis’in verdiği yetki mutlaka kullanılacak” demeçlerini verdiler. Hatta Genelkurmay Başkanı bunu, “Amerika’dan alacağımız istihbaratın turşusunu mu kuracağız” şeklinde bir serzenişle dile getirdi. Ardından Türk uçaklarının Kuzey Irak’taki terör örgütü kamplarını bombaladığı, televizyonlarda “görüntüler” eşliğinde yayınlandı.
Ancak Hava Kuvvetleri Komutanı, uçakların sâdece keşif yaptığını söyleyerek konuyu kapattı. Meselenin ne olduğu anlaşılamadan, bu gündemin de üstü örtüldü. Peşinden Kara Kuvvetleri Komutanının “medya uyarıları” geldi...
Tıpkı tutuklanan sekiz askerle ilgi askerî mahkemenin yayın yasağıyla “millî güvenliği zedeleyecek bilgiler”in tartışma konusu yapılmasının, baştan beri yayılan söylentiler hakkında tereddütler uyandırması gibi...
* * *
Bu arada emekli paşaların geçmişte terörle mücadele ve “Güneydoğu sorunu” ile ilgili vâhim hataları itirafları, etraflıca değerlendirilmeden yeniden arşivlerin tozlu raflarına kaldırıldı. Diğer yandan ABD’nin bile “terör örgütü” demek durumunda kaldığı PKK’ye bir türlü “terör örgütü” demeyen DTP’li milletvekillerinin toptan dokunmazlıklarının kaldırılması talebi, rafa kaldırılan bütün dokunulmazlıkların Meclis’in önüne getirilmesini tazelediyse de, bundan da bir sonuç alınmadı...
Gündem kaymasında en bâriz örnek, Türkiye’nin Kuzey Irak’a destek talebi sonrasında yaşandı. Baykal’ın çıkışı kamuoyunda doğru dürüst tartışılmadan yeniden terör olayları ve “sınırötesi harekât”a odaklandırılan gündem hayhuyu arasında âdeta gürültüye getirildi.
Irak’ın kuzeyindekilerin, komşu Irak’ta işgalcilerin bölgedeki halkları birbirine düşman edip düşürme oyununun bir parçası oldukları ortada. Bütün Iraklıların ortak malı olan bölge petrolünü gasbetmek hesabına, Kerkük’ün, Telâfer’in talan ve tasfiyesinde en evvel peşmergeler âlet edildiler.
Kuzey Irak yerel yöneticileri, kendilerine yapıldığını iddia ettikleri baskıları, Araplar ve Kürtlerle birlikte ülkenin gerçek sahipleri olan dindaşları Sünnî ve Şiî Araplara, Müslüman Türkmenlere reva görmemeliydiler...
Irak’a ilgileri sömürme ve istilâdan ibâret olan çıkarları zebûnu işgalci ecnebiler, Bush’un yardımcısı Cheney ve Rice’ın şirketlerinin başını çektiği Amerikan ve İngiliz şirketlerinin otuz yıl süreli petrol hortumlamasını garantiye aldıktan sonra yine kendilerini terk edeceğini bilmeliler. Bunun hergün onlarca, yüzlerce insanın katledildiği ülkede etnik çatışma ve şiddetle iç savaşın eşiğine itilmesi maksadını taşıdığını anlamaları gerekirdi.
* * *
AKP hükûmeti, bunların hiçbirisini ne Washington’a ne de kontrolündeki Kuzey Irak yerel yöneticilere hatırlatmadı. Türkiye’nin fitnenin önünü almak için bütün bunlara rağmen başta Irak olmak üzere komşularla ilişkilerini geliştirmesi gerektiği üzerinde durulmadı.
Irak başta olmak üzere, komşularıyla ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliğinin daha geliştirilmesi teklifleri âdeta geçiştirdi. Irak’ın kuzeyiyle ticaretin arttırılması, yeni sınır kapılarının arttırılması, öğrencilerin okutulması benzerî öneriler, “terör ortasında olmaz” sâikiyle yine ertelendi...
Ankara’da gündem kaymasına uğrayan bir diğer konu ise, İsrail ile Filistin cumhurbaşkanlarının buluşmaları oldu.
Osmanlı idâresinde kalan Filistin’i işgal eden İsrail Cumhurbaşkanı’nın Türkiye parlamentosunda konuşturulmasının anlamı neydi? Peres’in “vatan özlemi”ni dile getirip “barış”a vurgu yapması neden pek inandırıcı bulunmadı?
Peres, Ankara’nın gözünün içine baka baka, yine gerçekleri saptırdı. İsrail’in yüzlerce nükleer başlıklı silâha sahip olmasını bir tarafa bırakıp, Türkiye’nin Müslüman komşularını suçladı. Buna da bir cevap verilmedi...
Görünen o ki gündem yalpalamasında Ankara istikrarı bulmuş değil. Ve gündem kaymasıyla gündemini kaybediyor; ya da ettiriliyor...
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Başörtüsü yasağı ne oldu? |
|
Yazımıza bugün “sevinçli” bir haberle başlayalım.
“Tarihî gelişmelere tanıklık ediyoruz. Devlet Başkanı başörtülüleri ödüllendirdi… Bir mahkeme, kadınların kamuya ait iş yerlerinde başörtüsü takmasının yasaklanmasını yasal bulmadı… İdarî mahkeme, başörtülü olduğu için okul yönetimi tarafından görevi askıya alınan öğretmenin lehinde karar verdi…”
Tahmin edeceğiniz gibi olay Türkiye’den değil, başörtüsü yasağının çok şiddetli uygulandığı Tunus’tan... 1981’de cumhurbaşkanı Habip Bourguiba kadınların devlet dairelerinde başörtüsü takmalarını yasaklamıştı.
Tunus’ta yıllardır uygulanan başörtüsü yasağının ardından yaşanan bu gelişmelerin ülkede büyük sevince neden olduğu dile getirmeye başlandı.
Bu sevincin ülkemizde de yaşanmasının zamanı gelmedi mi?
* * *
“Gerçek gündem”le ilgili yazmaya devam edelim.
Türkiye’nin gündeminin sadece terörle mücadele olmaması gerektiğini vurgulamaya çalışıyoruz. Terörle, elbette mücadele edilecek, ancak Türkiye’nin başka meseleleri de var. Başörtüsü yasağı konusunda çok yazı yazdık. Yasak kalkana kadar da yazmaya devam edeceğiz.
Geçen Cumartesi günü İbrahim Özdabak’ın gazetemizde bir karikatürü vardı. Hatırlatacak olursak, karikatürde başörtülü bir öğrenci, çatlamış büyükçe bir “sabır taşı”na bakıyordu. Karikatürün dili gerçekten çok farklı. Sayfalarca yazıyla izah edemeyeceğiniz bir olayı bir kare çizgiyle anlatıyorsunuz. Özdabak’ın karikatürleri de böyle. Bu karikatür bize amansızca uygulanan kanunsuz başörtüsü yasağını hatırlattı.
Binlerce insanı mağdur eden yasak, olanca hızıyla devam ediyor.
* * *
Başörtüsü yasağı, aslında her ortamda gündeme getiriliyor, ama çare bulma konumundaki hükümet bu konuda adım atmıyor.
İşte birkaç örnek: Geçtiğimiz haftalarda Antalya'da gerçekleştirilen başörtüsü yasağını protesto eylemine, “çocukların da katıldığı gerekçesiyle” müdahale eden polis, 20 kişiyi gözaltına aldı.
Konya’da, 112 acil servis ambulansında görevli hemşire başörtülü olduğu için hakkında soruşturma açıldı.
TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun geçen haftaki toplantısında anayasa ve yasalarda başörtüsünü yasaklayan bir hüküm olmadığına dikkat çekildi. AKP Çorum Milletvekili Murat Yıldırım, “Başörtülü kız öğrencilerin yeniden okullarına kavuşturularak mağduriyetlerinin giderilmesi gerekir” demesi CHP’lileri kızdırmaya yetti. Hemen, “Türban siyasî simgedir” sözünün arkasına sığındılar.
TBMM İnsan Hakları Komisyon Başkanı Zafer Üskül, “Türban, YÖK yönetiminin başlattığı bir sorundur” dedi. AKP Konya Milletvekili Mustafa Kabakçı, kızının başörtüsü sebebiyle üniversiteden atıldığını açıklarken, yasağın bir an önce sona ermesini istedi.
CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin’in “hükümetin teröre başörtüsüne ayırdığı kadar zaman ayırmadığı” konusundaki eleştirisini cevaplandıran Devlet Bakanı Mehmet Aydın bir itirafta bulundu: “5 senedir hükümet üyesiyim. Hükümetin 20 dakika dahi başörtüsüne zaman ayırdığını hatırlamıyorum, ama aynı hükümet, vaktinin en az dörtte birini terör konusuna ayırıyor…”
Dünyaca ünlü modacı Piere Cardin dahi Türkiye’deki başörtüsü tartışmaları “saçma” buluyor.
Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bilim kurulu tarafından hazırlanan yeni anayasa taslağında, başörtüsü ile ilgili iki teklif vardı. Tartışmalar başlatıldığında, AKP tarafından önce kılık-kıyafetle ilgili bir konunun anayasalarda yer alamayacağı söylenmişti. Sonrasında aksi yönde açıklamalarda olsa da şu ana kadar taslakta bu konuda bir düzenleme olup olmadığı bilinmiyor.
* * *
Görüldüğü gibi, yasak Türkiye’nin gündeminde ve hâlâ mağduriyetlerin giderilmesi için bir çaba gösterilmiyor. İktidara mensup milletvekilleri de yasaktan muzdaripler. Ama nedense bir çözüm bulmuyorlar.
Başörtüsü yasağından etkilenen ve mağdur olan binlerce insan var. Ve bir an önce bu kanunsuz başörtüsü yasağın kalkmasını bekliyorlar.
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Annapolis’e karşı İstanbulpolis |
|
Camp David’in bir devamı olan Annapolis Konferansı öncesinde Şimon Peres’in Ankara’ya gelip Mahmut Abbas’la görüşmesi elbette tesadüf değildi. Şimon Peres’in Ankara’ya gelmesi ve TBMM’de konuşmasının birçok delâleti var. Birincisi, 1977 yılında Enver Sedat’ın açmış olduğu çığırın bir devamı niteliğindedir. Bu çığır iki yıl sonra meyvesini vermiş ve Camp David antlaşmasıyla taçlanmıştır. Böylelikle ‘Mısır’sız savaş, Suriye’siz barış olmaz’ tezinin de ifade ettiği gibi Mısır Arap safından ayrılarak onları zayıf düşürmüş ve yalnız bırakmıştır. Birden Arap olduğunu unutarak Firavun geçmişini hatırlamıştır. Bunun sonucunda Filistin dâvâsı Arapların bir ortak davası olmaktan çıkmış ve Araplar iki cepheye bölünmüştür.
Nasır döneminde cumhuriyetçi, kraliyetçi veya ilerici gerici cepheleşmesi Sedat’la birlikte yerini Amerikancı olan ve olmayan ve İsraille barış yanlısı olan ve olmayan şeklinde bir kez daha bölünmeye bırakmıştır. Yine Saddam’ın 1990 Kuveyt işgaliyle birlikte Arap cephesi bir kez daha tam ortadan ikiye ayrılmıştır. Zaten Amerikalıların derdi Nasır’dan itibaren Arapları iki hatta daha çok kampa bölmek ve böylelikle büyük tezadı; İsrail-Arap tezadını ve kamplaşmasını örtmek ve yerine Arap-Arap kamplaşmasını ikame etmekti. İç çelişkileri ve ihtirasları kamçılayarak bir dereceye kadar da bunda muvaffak oldu. Dâvâ şuurunun yerini ihtiraslar alınca bölünme kaçınılmaz oluyor. Nitekim, Arap cephesinde de böyle olmuştur. Camp David üzerinden Mısır’ı devredışı bırakarak Arap cephesini nötr hale getiren ABD ve İsrail, bir sonraki aşamada bu mücadelede İslâm dünyasını da en azından nötr ve tarafsız hale getirmek istemektedir. İkinci adımda elbetteki ilişkilerin normalleşmesini yani Müslümanların İsrail’i ağabey ve hatta kutsanmış olarak görmelerini temin etmektir. Bu süreç, Sedat’ın Knesset ziyaretiyle birlikte başlamış Camp David anlaşmasıyla taazzuv etmiş, organik hale gelmiş ve Peres’in ziyaretiyle Ankara’ya uğramış ve Annapolis’e doğru yola çıkmıştır. Ankara bu süreçte sadece bir ara duraktır ve amaç Annapolis zirvesi için zemin hazırlamaktır.
Ben Gurion’un zeki şakirdi Şimon Peres Ankara’ya bunun için gelmiştir. Belki de bir başka amacı Ben Gurion’un izini sürere çevreleme politikasını yeniden ihya etmektir. Ben Gurion’un çevreleme politikasında İran ve Etiyopya ve Türkiye kaleleri vardı. Etiyopya ve İran kaleleri düştü ve Etiyopya’nın muhtemel varislerinden Eritre de başka kampa geçti. Dolayısıyla tek ayak Tükiye kaldı o da Kürt ve Ermeni politikalarının sonucu sekiyor.
Şimon Peres bizim için tarihte birkaç kez aracı oldu. Bulardan birisinde Avrupalı liderlerden Türkiye’nin Batı mihverinden uzaklaştırılmamasını istedi. İkincisinde de, Namık Tan ve diğerlerinin girişimiyle Ermeni tasarısını destekleyen Yahudi kurumlarını ikna etmek için mektup yazmak oldu. Bunlar sonuç verir mi bilinmez ama Türkiye cephesi de ‘Kürdistan’ üzerinden çöküyor. Daha doğrusu İsrail’in önünde zıt iki cephe var. Bunlardan birisi Kürt cephesi ve diğeri Türkiye. İkisi de çevreleme politikaları için müsait. Ve İsrail bu imkânı elinden kaçırmak istemiyor. Şimon Peres Ankara’ya geldiğinde bir cümle sarfetti ve şunları söyledi: “İslâm dünyasını İsrail’le birlikte ortak zemin üzerinde buluşturabilen tek ülke Tükiye...” 1948’den beri böyledir ve Ben Gurion’ın politikası budur. İki yıl eğitim aldığı Türikye’ye 1952 yılında gizlice gelmiş ve zamanın hükümet erkânıyla görüşmüştür. Çevreleme politikasına yeni aday ve bölgenin ikinci İsraili görülen Kürdistan üzerinden Türkiye cephesini kaybetmektense Holbrooke gibiler bu cepheyi müttehit hale getirmenin yollarını arıyorlar. Ama bu da kolay olmuyor. Kemalizmi istiyorlar, ama mevcut Kemalist yorumla bunun pek de mümkün olmadığını da görüyorlar. Bundan dolayı ‘ılımlı İslâm’ falan diyorlar ama o da tutmuyor. Ne yapacaklarını şaşırmış vaziyetteler. Çelişkileri aşamıyorlar. ‘Doluya koydum almıyor, boşa koydum dolmuyor’ hesabı bıçak sırtı bir durum.
***
Ankara durağı böyle bir anlam taşıyor. Ve bunun bir adım ötesi Camp David’in uzantısı Annapolis. Peki baba Bush’un Madrid Toplantısında yapamadığını keza Clinton’ın 2000 yılında ikinci Camp David toplantılarında yapamadığını oğul Bush gider ayak Clinton gibi neredeyse topal ördek olduktan sonra mı yapacak? Suud Kralı Abdullah’ın 2002’de Beyrut zirvesinde ortaya attığı barış planını kaale almayan İsrail, Annapolis’te Filistinlilere ne verecek? İmkânı yok yapamaz. Yahudiler ona 2001 yılında da yaptırmamışlardı ve 11 Eylül imdatlarına yetişmiş ve politika değişmişti. Bu safhadan sonra Filistinliler için adalet yerine ‘küresel teröre’ karşı çareler aranmaya başlanmıştı. Yahudiler elbette bu defa da Bush’u saymayacaklardır. Dolayısıyla Annapolis üzerinden Arapları yumuşatmak ve İsrail ve Amerikan cephesine geçmelerini sağlamak mümkün olmayacaktır.
Filistin meselesini halletmeden İran meselesini halledemeyecek ve ona karşı Sünnî bir cephe kurmaya muvaffak olamayacaktır. Bundan dolayı kimi çevreler Ankara zirvesinin ABD telkinlerinin sonucu gerçekleştiğini söylüyor. Garip kaçmaz!
***
Ankara zirvesi bu itibarla biraz Güvenlik Konseyi tarzı toplantıları hatırlattı. Onun hemen ertesinde İstanbul’da Uluslararası Kudüs Buluşması yapıldı (15/17 Kasım 2007). Bu buluşma da bize BM Genel Kurul toplantılarını hatırlatıyor. Bir başka hatırlattığı şey de İstanbul ile Ankara tezadı. Ankara, Knesset ve Camp David güzergâhı üzerinden Annapolis’e bağlanırken İstanbul da Ankara’ya tezad Kudüs’e bağlanıyor. Şöyle diyebiliriz, Ankara’nın panzehiri İstanbul olmuştur. Keza Annapolis’in gerçek alternatifi ve panzehiri de İstanbul buluşmasıdır. Hassas ve kritik zamanlaması itibarıyla Dışişleri Bakanı Ali Babacan gibi hükümet erkânı tertip heyetine ertelenmesi ricasına bulunmuşlar. Kolay değil, uluslararası baskıları göğüslemek iktiza eder.
2006 yılında Irak Halkına Nusret ve Yardım Konferansı Kaya Ramada’da ‘Sünnî’ eksenli bir grup tarafından organize edilmişti. İran ve bazı Şiî gruplar ise illa da rövanş isteriz diye tutturmuşlardı. Ammar el Hekim gibiler yekten Türkiye’ye saldırmışlardı. İstanbul’da gayri resmî düzeyde de yapılsa hazmedememişlerdi. Dolayısıyla bu toplantı İsrail ve Amerikalı çevreleri rahatsız edecektir. Bununla birlikte İstanbul buluşması aslında kendiliğinden bir şekilde Ankara buluşmasının gayri resmî bir rövanşı ve Annapolis’in de panzehiriydi. Annapolis Belfour’un ve Knesset’in bir uzantısıdır. İstanbul buluşması henüz halk diplomasisi boyutundadır ve onu realize edecek siyasî yapı doğduğunda kuvveden fiile çıkmış olacaktır. Bu toplantı da göstermiştir ki; İstanbul hâlâ Kudüs’ün bekçisidir. Misyon ondadır.
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Problem mi, çözüm mü üretiyoruz? |
|
İmtihanın gerçekleşmesi için dünya zıtlarla yoğrulmuş. Dolayısıyla insan olan yerde sırlı ve olumsuz olaylar olabilir. Hele topluluk/grup ve hizmet müesseselerinde problemler kaçınılmazdır.
Cemaat fertlerden oluşur. Zerratı günahlardan terkip olan bir topluluk da hatalardan beri olamaz. Öyle ise ne yapmalı? Problem mi, çözüm mü üretmeliyiz?
Grupta yer alanlar, tenkit değil, problem çözmeye katkı yapmalı. Problem çıkarmamaya çalıştığı gibi; herhangi bir sıkıntıdan dolayı yer aldığı cemaati yeremez, tenkit edemez. (Gayet tabiî ki, tenkit ayrı, mihenge vurmak ayrı, ikaz ayrı şeydir, karıştırmamalı.)
Zira, “...Bir şahıs kendi nâmına hazm-ı nefs eder (nefsini kırar, bende iş yok diyebilir), tefahur edemez (gururlanamaz, övünemez). Millet nâmına tefâhur eder, hazm-ı nefs edemez. (Cemaat cahil, battı, bitti, yanlış yapıyor diyemez)”1 Yaşasın milletim, cemaatimle iftihar ediyorum, diyebilir. Yoksa, “Bu millette iş yok, cemaat tükenmiştir” diyemez. Kim böyle bir iddiada bulunursa, kendi aynasının müşahedatına tabi olduğundan, yani kendisini aynada gördüğünden, kendisi tükenmiştir!
Fert, cemaati değil, kendisini ıslâh etmekle mükellef. Şahs-ı manevi, bireylerin bir araya gelmesinden hasıl olduğuna göre; aksaklık ve kusurlarda kendi payının olduğunu düşünmeli. Fertler olarak iç dünyamıza dönerek çözüm üretmeliyiz. Bunun için de:
- Hatâ, kusur ve yanlışlıkları görenler, şahıslara yükleneceğine; prensip, kaide ve kanunları işletmenin yollarını aramalı.
- Tenkit yerine eksikleri tamamlamalı.
- Yanlışları düzeltmeye çalışmalı, kusurları örtmeli.
- Hizmetlerin inkişafı için yardımcı olmalı.
- “Emr-i bil-ma’ruf, nehy-i an’il-münker” (doğru, iyiyi emredip, kötü ve çirkinlikten men etmek) gereği nezih bir üslupla hatırlatmalı, ikaz etmeli.
- Kadere razı olmalı. Hidayete erdirmek, ıslah etmek, netice almak Cenâb-ı Hakkın takdiridir; haddi aşarak karışmamalı.
- Muzır nefsin hatırı için cemaate dil uzatılamaz. Düşmanlık etmek, öfkesini boşaltmak, nefretini kusmak isteyenlere; başta nefsi, zındıklar, İslâm düşmanları, hak ve hürriyetlere cephe alanlar çoktur…
- Müspet hareket etmekle mükellef olduğumuzu unutmamalı. Ehl-i hizmete kin, öfke besleyerek tepki vermek, müsbet hareket olabilir mi?
- Aşk ve şevkimizi şarj etmeli; İhlâs Risâlesini sık sık, Hucumat-ı Sitte ve İktisat Risâlelerini ara sıra okumalı.
Problemleri halletmek için; bir ekolün veya cemaatin veya mesleğin içinde bulunan küçük bir grup veya gruplar, kendi başlarına karar alır, meşveret teşkil ederlerse nasıl değerlendirmeli?
Elbette tutumları meşveret esasına göre batıldır. Zira, “Biz meşveret yapıyoruz!” derken kendilerini tekzip ediyorlar! Zirâ, cemaatle birlikte hareket olan istişare prensibini evvelâ kendileri çiğniyor. Cemaatin birlikte aldığı kararları beğenmiyor, meşveretin kararlarını kaale almıyorlarsa; cemaat veya başkaları kendilerini niye dinlesin, neden kaale alsın ki?
Eğer problem, yanlışlık ve eksiklikleri büyük meşveret ve cemaatle birlikte çözülemiyor, halledilemiyorsa, küçük gruplar halinde hiç halledilemezler! Üstelik cemaati zaafa uğradığından kuvvet düşer, işler daha da sarpa sarar.
Yeniden ve tekrar büyük bir topluluk ve güç meydana getirmek, ondan sonra meselelerin üzerine gitmek gerekecek. Hazır böyle bir zemin varken; elbirliğiyle, varsa eksiklerini tamamlamak, yardımcı olmak, destek vermek, daha akıllıca, daha kestirme olmaz mı? Üstelik şu kaideyi de sık sık tekrarlarız:
Bir şey tamamen elde edilmediği takdirde o şeyi tamamıyla terk etmek caiz değildir.”2
Diğer taraftan; bir vücudun organları, birlik içinde çalışmazsa denge bozulur. Cemaat, dinî ekol, grupta hizmet verenler; bir vücûdun azâları gibidir... Meşveret sisteminin işletilmesine katkıda bulunursanız, çark otomatikman yanlışları ve yanlışçıları atar zaten. Çünkü, samimiyetle yapılan istişarenin harika feyzi, bereketi, kerameti vardır; icraatını yapar.
Eğer meşveretin prensip ve kanun hâkimiyetini tesis etmeye çalışırsanız, şahısların cedelleşmesi ve dolayısıyla kusurlar asgariye iner. Çünkü, oraya sarfedilecek enerji, hizmete akacaktır…
Dipnotlar: 1- Sünûhat, s. 20;
2- İşaratü’l-İcaz, s. 14.
17.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Rızık peşinde koşarken |
|
Yer ve göklerdeki bitki, hayvan, dağ, taşa varıncaya kadar tabiat tablosunu teşkil eden her şey onca faydalarıyla kime hizmet ediyorlar?
Kur’ân, bütün bunların insanın emrine verildiğini, faydasına sunulduğunu bildiriyor.1
Peki, kendisine bu kadar değer ve önem verilen, bütün bunlardan yararlanan insan niçin yaratılmıştır? Ondan istenen şey nedir?
Yaratıcımız, “Ben insanları da, cinleri de Beni tanısınlar, Bana ibadette bulunsunlar diye yarattım”2 buyuruyor.
Demek insan ibadet, yani kulluk için yaratılmıştır. Önce Yaratıcısını tanıyacak, Ona bütün gönlüyle iman edip ibadette bulunacaktır.
İbadet ise en kısa anlamıyla Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmaktır. Böyle olunca namaz, oruç, zekât birer ibadet olduğu gibi dürüst olmak, helâl dairede çalışmak, haramlardan kaçınmak, cömert ve tutumlu olmak da birer ibadettir. Namazını kıldığı takdirde, güzel bir niyetle insanın dünyevî amelleri, hatta mübah hareketleri bile ibadet hükmüne geçer. İmandan sonra yapılan bütün bu meşrû, güzel ve iyi işler ise salih amel olarak anılır.
İman edip salih amel işleyenlere de ebedî hayat vaad edilir.3
Şu halde A’raf Sûresinin 32. âyetinde de dikkat çekildiği gibi bizim için yaratılan giyecekler ile hoş ve temiz rızıklardan helâl dairede istifade etmemize hiçbir engel yoktur.
Ancak hiçbir şey insanı aslî görevinden, Allah’ı tanımak, anmak ve Ona kullukta bulunmaktan uzaklaştırmayacaktır. Kur’ân ne güzel anlatır: “Onlar öyle kimselerdir ki, ne bir ticaret, ne bir alış veriş, Allah’ı anmaktan, namazlarını dos doğru kılmaktan ve zekâtlarını vermekten onları alıkoymaz.”4
İnsanın gündüz ve gece yapacağı bir kısım işler vardır. Gündüz vakti çalışma vaktidir. Rabbimiz, gündüzü bir geçim vakti kıldığını bildirir5 ve “Namaz kılındığında yeryüzüne dağılıp Allah’ın lûtfundan rızkınızı arayın. Allah’ı da çokça zikredin ki, kurtuluşa eresiniz”6 buyurur.
Demek ki Allah’ı unutmamak kaydıyla rızkı aramak kurtuluş sebebidir aynı zamanda.
Peki, insan bunları nasıl ve nelere dikkat ederek yapmalı? Yapmalı ki maddeten ve manen kazançlı çıksın. Hem dünyasını, hem de ahiretini onarsın.
Bunun üzerinde de inşaallah bir sonraki yazımızda duralım.
Dipnotlar: 1- Bakara Suresi: 22. 2- Zariyat Sûresi: 56. 3- Bakara Sûresi: 25. 4- Nur Sûresi: 37. 5- Nebe Sûresi: 11. 6- Cuma Suresi: 10.
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Refleksoloji ile rahatlama |
|
Yapılan araştırmalar ve uygulanan tecrübelerle anlaşılıyor ki, insandaki sinir sisteminin beyin dışında doğrudan bağlantılı olduğu daha başka merkezler de var.
Meselâ eller, ayaklar ve kulaklar gibi... Hatta, bu alanda ilmen de geliştirilmiş ve "refleksoloji" ismi verilmiş bir "alternatif tıp" sahası bile mevcut.
Refleksolojiye göre, ayak tabanında vücudun bütün organlarıyla bağlantılı olan sinir uçları, yahut sinir bölgeleri var.
Bu noktalara belirlenmiş şekil ve dozajlarda masaj uygulamak suretiyle, hemen bütün rahatsızlıklar giderilebiliyor, hastalıkların tedâvisi yapılabiliyor.
* * *
Diğer taraftan, kulaklara masaj yapmak sûretiyle, vücuttaki ağrı ve sızıların giderilmesinin, sıkıntıları izâle ile büyük rahatlama sağlamanın da, yine refleksolojik bir yöntemle mümkün olduğu ifade ediliyor.
İşte, "kulak mûcizesi"ne dair bize ulaşan ve burada sizlerle paylaşmak istediğimiz bilgilerin bir özeti:
Kulak, ceninin ana rahmindeki duruşuna şematik olarak benziyor. Ayrıca, akupunktur noktalarının da, kulak üzerinde yine bu esasa göre yer aldığı görülüyor.
Bu benzerliklerden hareketle, şu anda bile bir tecrübe yapabilirsiniz. Kulaklarınıza ellerinizle masaj yaparak—varsa şayet—vücudun ağrıyan bölgelerini rahatlatabilirsiniz.
3–5 dakika süreli bu masajı, kulağı baş ve işaret parmaklarınızın arasına alarak ve her noktasına temas ederek uygulamak daha isabetli olur.
İlk anda bazı noktaların hafifçe acıdığını hissedebilirsiniz. Bu da, masajın tesirine işarettir.
Masaja devam ettikçe, bedende bir sıcaklık dalgasının yayıldığını hissetmek de mümkün.
Bu tarz bir uygulamanın, hiçbir zararı, hiçbir yan etkisi tesbit edilmiş değil.
Kansız, ameliyatsız, ilâçsız, masrafsız şekilde uygulanan (kendimizde de tatbik ettiğimiz) bu tür tedâvi yöntemlerinden faydalanmanızı tavsiye ederiz.
Serdengeçti'ye şiir
(10 Kasım günkü Osman Yüksel Serdengeçti'ye dair yazımız üzerine, değerli İ. Halil Alkayış aşağıdaki şiiri yazıp gönderdi.)
Dâvâ için serden geçti,
Ana baba, yardan geçti,
Aldırmadı bu dünyaya,
Dardan geçti, vardan geçti.
Yalancıya, kumarbaza,
Hak bilmeyen düzenbaza
Şâh sanılan zır yobaza
Sillesini vurdu geçti.
Bir kalemdi ışık saçan,
Onda azim, onda iman,
Düzelmeyiz dendiği an,
Düzenini kurdu geçti.
Umman gibi sevgisiyle,
Sâf ve temiz yüreğiyle,
Üstad Said Nursî ile,
Dostluğunu ördü geçti.
Kulak verdi her feryâda,
El açmadı ele yâda,
Han dediği bu dünyâda,
Bir aralık durdu geçti.
Baktı zillet çekilmiyor,
Ölümsüzlük ekilmiyor,
Ak karadan seçilmiyor,
Tahta atı sürdü geçti.
GÜNÜN TARİHİ17 Kasım 1924-30
Parti kurmak, yahut ateşe atılmak
Yakın siyasî tarihimizle ilgili olarak, iki önemli gelişmenin aynı güne denk geldiğini görmekteyiz.
Birincisi: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kuruluşu. (17 Kasım 1924)
İkincisi: Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapatılması. (17 Kasım 1930)
Yaklaşık beş yıl arayla kurulan ve kısa bir süre sonra kapatılan bu iki partinin benzer daha başka yönleri de var.
Şöyle ki:
1) Her iki parti de sözde CHP'ye alternatif ve muhalefet boşluğunu doldurmak maksadıyla kuruldu. Ancak, onlara bu maksada uygun politikalar üretme imkânı, fırsatı tanınmadı.
2) Her iki partinin kurucu kadroları da, en az CHP'liler kadar Millî Mücadele döneminin tanınmış şahsiyetlerinden teşkil edilmişti. Ne var ki, bir–iki istisna dışında, bu iki partinin kadroları acımasızca biçildi. Neredeyse vatan haini ilan edildiler.
3) Her iki partinin ömrü de bir yıldan az oldu. 17 Kasım 1924'te kurulan TCF, 5 Haziran 1925'te kapatıldı. 12 Ağustos 1930'da kurulan, SCF ise, aynı yılın 17 Kasımında kapatıldı.
4) TCF kadrosuna, Şeyh Said Hadisesinin bütün günahı yüklendi, SCF'nin nisbeten hürriyetçi demokrat bilinen mensuplarına ise, Menemen Hadisesinin vebâli yüklenmeye çalışıldı.
Netice: Cumhuriyet'in ilk yıllarında kurulan her iki muhalefet partisi de, CHF'e muhalif kişilerin ortaya çıkmasına ve hemen akabinde bunların acımasızca kıyılması işine yaradı. O tarihlerde bu partileri kuranlar, parti bünyesinde içtenlikle rol alanlar, haliyle gafil avlandılar ve bir bakıma yakıcı ateşin içine düşmüş oldular.
Fethi Okyar gibi, "anlaşmalı–muvazaalı" şekilde hareket edenlerin dışındaki tanınmış hemen bütün şahsiyetler, parti kurduklarına bin pişman edildiler.
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Elli beş dilin şahitliği -1 |
|
Abdullah Bey:
*“Risâle-i Nur’da zerrelerin vahdaniyete elli beş lisanla şehâdet ettikleri beyan edilir. Bu ne demektir? Elli baş lisan nedir?”
Bedîüzzaman’a göre, âlem büyük bir kitaptır. Bu büyük kitabın her birimi, bütün yazılarıyla, fasıllarıyla, sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle, Allah’ın varlığına ve birliğine şehâdet etmektedir.
Kâinât da büyük bir insan hükmündedir. Bu büyük insan bütün âzâsıyla, cevherleriyle, hücreleriyle, zerreleriyle, vasıflarıyla, sıfatlarıyla, halleriyle Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet etmektedir.
Yani bu kâinât bütün nev'ileriyle “Allah’tan başka ilah yoktur” dediği gibi; bütün cinsleriyle, “O’ndan başka Yaratıcı yoktur.” demekte; bütün birimleriyle, “O’ndan başka Yapıcı yoktur.” diye bağırmakta; bütün küçük bireyleriyle “O’ndan başka Tedbîr Edici yoktur.” diye kulakları çınlatmakta; bütün küçük bireylerin parçalarıyla “O’ndan başka Terbiye Edici yoktur.” diye bildirmekte; bütün küçük parçaların hücreleriyle “O’ndan başka Tasarruf Edici yoktur.” diye seslenmekte; bütün hücrelerin atomlarıyla “O’ndan başka Yaratıcı yoktur.” diye ilân etmekte; bütün atomların tarlası hükmünde olan hadsiz esîr deniziyle “Allah’tan başka ilâh yoktur” diye kâinâtı çınlatmaktadır.1
Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu kâinâtın her bir nev'înden Allah’ın varlığına ve birliğine işâret hükmünde elli beş “lisan”, yani “sıfat” keşfeder. Varlıkların sahip oldukları sıfatlar dikkatle incelendiğinde her bir sıfatın farklı bir dil hükmünde gâyet net bir üslûp ile bize Allah’ın varlığını ve birliğini bildirdiği gâyet açık bir şekilde anlaşılır.
Bizi Allah’ın varlığına ve birliğine götüren diller şunlardır:
1- Kâinâtta görünen baş döndürücü düzenlemeler.
2- Canlı cansız her şeyin mükemmel bir düzen içinde disipline ediliyor olması.
3- Sayısız varlıkların sonsuz denge ve âhenk içinde halden hale dönüşmeleri.
4- Her şeyde kendini gösteren göz kamaştırıcı intizam.
5- Varlıkların birbiri peşi sıra âhenkli biçimde varlık sahasına çıkmaları..
6- Gökyüzü sayfasının güneş ve yıldızlarla yazılması.
7- Bal arısı ve karınca gibi bütün küçük sayfaların hücrelerle ve zerrelerle yazılması.
8- Makro-plânda güneş ve yıldızlarla, mikro-plânda hücreler ve zerrelerin âhenkte, harekette ve düzende birbirine benzemesi.
9- Bulut ve yeryüzü gibi cansız ve birbirine muhâlif şeylerde bile gözüken bir birinin ihtiyacına cevap verme, birbirinin yardımına koşma sıfatları.
10- Güneşten çok uzak olsalar da bütün gezegenlerin güneşe veya birbirlerine dayanmaları.
11- Yıldızlar gibi muhteşem eserlerin teşkilâtta birbirine benzemeleri.
12- Yeryüzünün birbirine benzeyen çiçekleri ve canlılarındaki münâsebet ve uyum.
13- Her bir varlığın Bârî isminin tecellîsiyle vücûda gelmesi.
14- Her bir varlığın Musavvir isminin tecellîsiyle şeklinin fevkalâde güzel olması.
15- Her bir varlığın Rezzâk isminin tecellîsiyle eksiksiz gıdâlanması.
16- Her bir varlığın Şâfî isminin tecellîsiyle hastalıklardan şifâ bulması.
17- Güneş sistemi gibi büyük sistemlerle, bal arısının gözleri gibi küçük sistemler arasındaki hârika irtibat ve uyum.
18- Zerreler arasındaki câzibenin, güneş ve yıldızlar arasındaki câzibeye kardeş olması.
19- Birleşik varlıklarda her parçanın lâyık mevkîine konulmasında görülen eksiksiz âhenk.
20- Her ferdin, kendisini diğer bütün fertlerden ayıran özel kişiliği.
21- Her ferde, sırf kendisi için husûsî karakter tayin edilmesi.
22- Kâinâttaki bütün atomların bir elden çıktığını gösteren dayanışma ve dengesi.
23- Görünen sebeplerin pek basit, gayet sınırlı, fakir, cansız, şuursuz ve irâdesiz olmasına rağmen, peşine takılan meyvelerde görülen harika nakışlar, güzel ziynetler ve eşsiz san'atlar.
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 48
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Daha ne duruyoruz? |
|
Son şehitlerimizin ebediyete uğurlanışı sırasında, bazı vatandaşlar törende bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bağırmışlar, “Daha ne duruyoruz? Tepelerine binelim…”
Dünyanın hiçbir ordusunda bulunmayacak, bulunsa bile eşine az rastlanacak bir fedakârlık örneği olarak şehit düşmüş askerini omuzunda taşırken, kendisi de şehit edilen üsteğmenimizin ve diğer bütün şehitlerimizin ruhlarına rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz. Kolay değil elbette ki böylesi bir acı, ciğersûz vak’a karşısında duygularına hakim olmak. Yalnızca cenaze törenlerinin insan psikolojisi üzerinde bırakacağı derin tesirden dolayı yakınlarının ve son yolculuğa uğurlayanların böylesi feryatları, sitemleri ister istemez yükselecektir afaka doğru. Saygıyla karşılıyoruz.
“Daha ne duruyoruz?” Bu feryat aslında bize, hepimize bir uyarıdır. Harekete geçme çağrısıdır. “Yeter artık, bir şeyler yapılsın” demek herkesin vicdanında ve beyninde makes bulmaktadır. Ancak vakit kaybetmeden bu belâyı, bu gaileyi halletmek için başlanacak en iyi noktadan başlatarak, kesilecek en iyi damardan keserek, tamir edilecek en hayatî yerden tamir ederek işe koyulmak gerek.
Silâh en son çare ve alet iken en başa alınamaz. Oraya gelinceye kadar kalemler, kitaplar konuşmalı. PKK çıbanbaşı değil, çıbanın sonudur. Terör meselenin kendisi değil, meselelerin neticesidir. Birikmiş problemlerin kusmuğu, apselerin akıntısıdır. Kaynağa inilmedikçe, yüz kere bombalama yapalım, her iki taraftan da binlerce kayıp verelim, akibet dönüp dolaşıp yine aynı yere gelmek olacaksa, bu kadar pahalı, riskli ve nafile çabalara niçin kapılıp gidelim ki?
Terörün ilâcı, PKK çıbanının merhemi, sadece kurşun olsaydı, “Hepimiz ölelim” deyip, cepheye yürürdük. Belki ölürdük, belki kalırdık, ama geride yarınlara mutlu, huzurlu, kansız , ölüsüz, acısız bir dünya bırakırdık. Ama gelin görün ki, çözüm bu değil işte.
Nasrettin Hoca’nın kaybettiği iğneyi kaybettiği yerde değil de aydınlık olan bir başka yerde araması gibi, biz de kaybettiğimiz değerleri savaş meydanlarında ne diye arayacağız ki? Biz bu PKK meselesini savaşırken bulmadık ki, PKK bir savaşın artığı değil ki?
PKK teröründen önce, bir zamanlar anarşi ve terör, sağ-sol çatışmaları ekseninde devam etmedi mi? Yüzlerce filinta gibi gencimiz bu yolda telef edilmedi mi? Yüzlerce karanlık suikastlar ve sabotajlarla milletçe ve devletçe rakamlara sığmaz zararların bedelini ödemedik mi? Biz anarşi ve terör belâsıyla meşgulken dünya âlem ilerleyip yükselirken, biz hâlâ l970’ler seviyesinde kalmadık mı? İnsan hak ve hürriyetleri, demokrasi, teknoloji, bilim alanında en alt seviyelere inmedik mi? Değişen dünyada, değişmeden pramatüre bir tip demokrasi, bürokrasi içinde boğulmadık mı? Vatan/millet edebiyatıyla, vatan hainliği yaftalarıyla birbirimizi karalayıp yerimizde saymadık mı?
Evet daha ne duruyoruz? Bir an evvel eğitime, bilime, demokrasiye, insan hak ve hürriyetlerine giden yollara kapıları açalım. En büyük düşmanımız PKK, Rus, Rum, Ermeni falan değildir. Barzani, marzani de değildir. En büyük düşmanımız cehalettir, istibdattır, ihtilâftır. Bunlara karşı maarif/eğitim, meşveret-demokrasi ve uhuvvet/kardeşlik bayraklarını açarak pek alâ en kısa yoldan, en zararsız ve en masrafsız şekilde, bir değil binlerce problemi çözebiliriz. Vereceksek eğer en büyük savaşı, demokrasi, bilim, hürriyetler alanında verelim.Teferru
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Milleti de rahat bırakın! |
|
Gazete ve televizyonların yayın politikası, “Türkiye’yi idare edenler”i de bıktırmış durumda. Kara Kuvvetleri Komutanı, gazetecilerin Kuzey Irak’la ilgili sorusu üzerine; “Özellikle medyadan benim bir istirhamım var; artık bu süreçte karar vericileri rahat bırakın, serbest bırakın ki bu süreç sağlıklı olarak yürüsün” demiş.
Genel anlamıyla ‘barış’tan yana olması gereken medya, ‘savaş’ çığlıklarının arkasına takılmış durumda. Kuzey Irak’la ilgili konular gündeme gelince, “Vuralım, asalım/alalım, bombalayalım, taş üstünde taş bırakmayalım” anlamına gelecek manşetler atılıyor. Gün aşırı yer alan bu haberlerde, Kuzey Irak’a girdiğimiz, operasyonun başladığı/devam ettiği yazılıyor. Aradan bir gün geçince de verilen haberlerin ‘doğru olmadığı’ resmî makamlarca açıklanıyor. Peki, bu durumda kim zarar ediyor? Güvenilirliğini kaybettiği için medya ve ‘aklını’ kaybettiği için de Türkiye zarar etmiş olmuyor mu?
‘Savaş’ın son çare olduğu, belki de çare olmadığı iyice bilinmeli. Meselâ, ‘yakalım, yıkalım, bombalayalım’ diyenler; zamanında fazlasıyla aynı işi yaptığı için Saddam’ı ‘katil’ ilân etmediler mi? İstenen şey, yeni Halepçe’lerin olması mı?
Medyanın millet nezdinde itibar kaybettiği malûm. 70 milyonluk Türkiye’de 4-5 milyon gazete satılması da bunun delili. Hem gazete/dergi az okunuyor, hem de çoğu zaman okuyanlar da medyaya güvenmiyor.
Kara Kuvvetleri Komutanının ‘Bizi rahat bırakın’ demesinden sonra bir değişikliğin olup olmayacağını bilemiyoruz. Ancak, benzer sözleri milletin yıllardan beri söylediğinin farkındayız. Bakalım, milleti dinlemeyenler ‘komutan’ları dinleyecek mi?
*
Laikliğe ilk gediği kim açtı?
Biz de ‘medya’ mensubuyuz, ama söz ‘medya’dan açılınca hakikaten sonu gelmiyor. Milleti canından bezdiren ‘medya’nın en kötü imtihan verdiği sahalardan biri de ‘din/İslâm’ konusudur.
Bu konudaki yanlışlar bazen ‘hata’ ile, maalesef çoğu zaman da ‘kasıt’la yapılır. Bazı medya organları, başörtülüleri, ‘takke’ ya da ‘çarşaf’ giyenleri kötülemek/karalamak için özel gayret sarfeder. İstanbul’un Fatih/Çarşamba semti de bunun için biçilmiş kaftandır! Tesettürlü giyinenleri tenkid etmek için de “İran’a döndük” şeklinde ‘resim altı yazı’lır.
Bu anlamda okullarda din dersi eğitiminin verilmesi ve imam hatip liseleri de eleştirilir. Hatta ve hatta, bazı ‘aydın’ların 12 Eylül ihtilâlcilerine, ihtilâl yaptıkları için değil de; “din dersini mecburî hâle getirdikleri için” kızdıklarının farkındayız.
Bir ‘dizi yazı’da, laikliğe ilk gedik açan partinin CHP olduğu ifade edilmiş ve şöyle denilmiş: “Millî Eğitim Bakanlığı, 1 Şubat 1949 tarihli bir genelge yayımlayarak ilkokullarda program dışı din dersleri okutulmasını ister; 4 Kasım 1950 tarihli bir genelgeyle de bu dersler programa alınır. Laik eğitimde açılan ilk gedik budur. Gediği de, CHP açmıştır; laik eğitimden ilk ödünü vermenin ayıbı CHP’nindir.” (Prof. Dr. Server Tanilli, Cumhuriyet g., 15 Kasım 2007)
Gediği kimin açtığı bir yana, ‘din dersleri’ söz konusu olduğunda CHP’nin bile ‘aforoz’ edildiği anlaşılıyor. İyi ki millet bu ‘afaroz’cuların elinde kalmamış...
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|