Bazı zihinlerin aşamadığı, kimi zaman hislerinin galeyana geldiği mesele ve ardından gelen suâl şudur:
“Meşverette çoğunluk susuyor, fikirlerini cesâretle söyleyemiyor. Ya yönetici, ya mümtaz şahsiyetlerin veya ağabeylerin etkisinde kalıyor… Kimisi de bazılarının dolduruşuna geliyorsa ne olacak?”
Başta belirtmeliyiz: Cemaati ve şahs-ı maneviyi, başkalarının etkisi altında kaldığını düşünmek, onları reşit olmamak, meseleleri bilmemekle itham etmek demektir. Bu, yanıltıcı ve aldatıcı bir bakıştır. Bu soruya şöyle bir soru ile karşılık verilebilir:
Meşveret üyelerinin kararları sizin düşüncelerinizle paralellik arz etse, o zaman etki altında mı kalmış oluyorlar?
Ayrıca, herkes sizin gibi düşünmek zorunda değil. Tıpkı, sizin de herkes gibi düşünmek zorunda olmadığınız gibi. Çevrenizdekilerin sizin fikrinize destek vermesini istediğiniz gibi, onlar başkalarının düşüncelerini paylaşmalarını ister. Burada önemli olan, “tek doğru, tek güzelin” değil, “daha doğru ve en güzelin!” aranmasıdır. Tek doğru ve yalnızca güzel sizin düşünceleriniz değildir. Daha doğrusunu ve güzelini aradığımıza göre de elbette teferruâtta farklı yaklaşımlar, değişik bakış açıları ve üslup olacaktır. Ki, bu meşveretin, fikir hürriyetinin, demokrasinin gereğidir. Ehl-i Sünnet cemaati içinde inançta bile (Eş’âri ve Matüridî), ibadet ve muamelatta (Hanbelî, Malikî, Şafiî, Hanefî) farklı bakış açıları, kimi zaman zıt görüşler yok mu?
Bu farklılıklar, coğrafyanın/iklimin, şartların, imkânların, mekânların tabiî bir sonucudur. Ve bu farklılıklar güzelliktir, zenginliktir. Dolayısıyla siyasî görüş ve üslûpta da tek bakış açısı, tek kalıp beklenmemeli. İnsanların düşünce yapıları, sosyal statüleri hangisine müsaitse o yolu tercih ediyorlar. Dolayısıyla, “Kimin baskısı altında kaldılar?” diyen bir anlayış kabul edilebilir değil. Hepimiz, herkesten, her şeyden olumlu, olumsuz, az veya çok etkileniriz. Beşeriz, bazen veya birçok kere şaşarız.
Diğer taraftan birinin düşünceleri ve yaklaşım tarzı, falanca; sizinki filanca ile örtüşmesi neden baskı olsun! Veya sizin etkinizde kalınırsa iyi de, başkasının tesirinde kalınırsa niye fena olsun?
“Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir”1 “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz”2 kültürüyle yoğrulan, Risâle-i Nur’dan başkalarının etkisinde kalır mı kolay kolay?
Birisinin hakikatleri şiddetle müdafaa etmesi veya sebat göstermesi neden hakikatin değil de başkasının etkisinde kalmak olsun? Meseleye şöyle bakmak gerekir:
Taassup (körü körüne, tahkik etmeden bir şeye yapışmak) yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan/delil, belge; ve tadlil-i gayr (başkasını sapıtmışlıkla suçlamak) yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. (Bu meseleyi biraz açarsak; taassup, bir şeye körü körüne yapışmaktır. Kişi, taassup değil gerçeğe, saçma-sapan gerekçelere değil delillere dayanıp; başkasını sapıklıkla suçlamaz, istişare ederse kimse onu yolundan caydıramaz.) Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.2
Dipnotlar: 1- Münâzarât, s. 49.; 2- Muhakemat, s. 32.
12.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|