Hazret-i Muhammed (asm), beklenen son peygamberdi. Hazret-i İsa (as), İncil lisanıyla onu “Hak ile batılı ayıran, insanlığın tesellicisi ve âlemin reisi” olarak vasıflandırıyordu.
Cahiliye döneminin karanlıkları içinde bulunan mü’min ve muvahhid insanlar, Tevrat ve İncil’de haber verilen ve müjdelenen o son peygamberi bekliyordu. Çünkü, o gelmeli ve bozulan insanlığı yeniden ıslah edip istikametli hayatı öğretmeliydi.
Nihayet, bahsi geçen vasıfları tamamen üzerinde taşıyan ve Kureyş kavmi içinde “Muhammedü’l-Emîn” unvanıyla tanınan Hazret-i Muhammed (asm) kırk yaşındayken kendisine verilen nübüvvet vazifesiyle ortaya çıktı. O zamana kadar herkesin takdirini kazanmış, kavmi içinde en ahlâklı ve faziletli kişi olarak tanınmıştı. Peygamberlik vazifesini aldıktan sonra, uzun ve yorucu mücadele ve hizmetlerden sonra, Arabistan yarımadasına getirdiği İslâm dini kabul görmüş, Atlas Okyanusundan Hint Okyanusuna, Afrika’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir dünya coğrafyasında mensupları olmuştu.
O, öyle bir peygamber idi ki, o zamana kadar misli gelmemişti. Zira o, geçmiş bütün peygamberlerin en güzel vasıflarını üstünde toplamıştı. Yüksek ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmişti. Sözleri, fiilleri ve halleri ile ümmetine ve bütün insanlığa en güzel bir örnek olmuş, bin dört yüz seneden beri milyarlarca insana rehberlik yapmıştı. Onun (asm) Sünnet-i Seniyyesi geniş bir caddeydi. O caddeye girenler, hem şahsen, hem de toplum olarak dünya ve âhiret saâdetine mazhar olup, onun (asm) edebinden hissedar olurdu. Bu hakikati veciz bir şekilde ifade eden Üstad Bediüzzaman “Evet Siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, katiyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terk eden edebi terk eder. Hasâretli bir edepsizliğe düşer” tesbitini yapmıştır.
Hazret-i Muhammed (asm), fıtraten en yüksek bir ahlâk üzerinde yaratılmıştı. İfrat ve tefritten uzak durur, daima orta yolu tercih ederdi. Onun (asm) bu özelliği bilindiğinden, bir kısım uygulamaları şöyle tesbit edilmiştir:
Çok konuşmazdı. Boş şeylerle uğraşmazdı. Daima düşünceliydi. Kötü söz söylemezdi. Kimseyle çekişmezdi. Her zaman ağır başlıydı. Dünya işleri için kızmazdı. Kimsenin şahsî kusurunu araştırmazdı. Affediciliği tabiî idi ve intikam almazdı. Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı. Yemek seçmez, önüne ne konulsa yerdi. Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi. Sade kıyafet giyer, gösterişten hoşlanmazdı. Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz ve bağırmazdı. Kimse hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi. Kelimeleri parıldayan inci gibi tatlı ve parlaktı. Yanında en son konuşanı, ilk konuşan gibi dikkatle dinlerdi. Fakirler ile beraber yerdi, öyle ki onlardan ayırt edilmezdi. Sıradan biri değildi ama sıradan insanlar gibi yaşardı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz ve ayıplamazdı. Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler, bir şeye hayret ederlerse o da onlara uyarak hayret ederdi. Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrı bir yere oturmazdı. Yürürken beraberindekilerin arkasından yürür, ayaklarını canlıca kaldırır, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü. Sabahları evden çıkarken şöyle duâ ederdi: ‘Allahım! Yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.’”
İnsanlar âdâb-ı muâşereti, yani görgü kurallarını ondan öğrendi. Terbiye-i Muhammediye (asm) yerine, terbiye-i medeniyeyi tercih edenlerin kulakları çınlasın! Onun getirdiği edebin dışında edep olur mu? İşte Batı toplumlarında verilen terbiyenin getirdiği sonuçlar orta yerde. Kurtlanmış bir ağaç gibi. Dışı süs, içi pis. Ahlâk sıfırın altına düşmüş, aile mefhumu kalmamış, namus meselesi yerlerde sürünüyor.
Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ hareketi olan Risâle-i Nurlar, ahlâk-ı Ahmediyeyi (asm) ve terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kazandırıyor. Hayata anlam ve istikamet getiriyor. Sosyal hayatın huzur ve güven taşları olan hürmet, merhamet, emniyet, haram ve helâli bilip haramdan çekinmek ve serseriliği bırakıp itaat etmek prensiplerini tesis ediyor. Rızâ-yı İlâhî ve sevâb-ı uhrevî şuûru veriyor.
Bunun böyle olduğuna Nur Talebelerinin yaşantıları şahittir. Onlar, küçüklerine sevgi ve şefkat, büyüklerine saygı ve hürmet içindedirler. Sıkıntılı hallerinde büyüklerine bağırıp çağırmazlar. Batılı terbiyenin mahsulü olan bacak bacak üstüne atmayı, ne büyüklerinin ve ne de akranlarının yanında yapmazlar. Kötü alışkanlıkların esâmesi onlarda görülmez. Cemaat rûhu onların vazgeçilmezleri arasındadır. Resmiyetten uzak hasbî duruşları vardır. En büyük kuvvetleri ihlâs ve tesanüttür. Onlara zarar verecek aykırı hareketlerin kesinlikle karşısında olurlar. Rûh-u aslîyi bozacak her türlü davranıştan uzak dururlar. Hulâsa; terbiye-i Muhammediye (asm), onların kan ve damarlarına işlemiş sâbit seciye ve karakterleridir. Zira, edep imanın bir özelliğidir. “Hayâ imandandır” hadisi bu mânâya işâret eder. “Edep ya HU” dedirtecek hâl ve hareketlerden uzak durmak mü’minin vasfıdır. Ne mutlu terbiye-i Muhammediye’den (asm) hissesi ziyade olanlara...
07.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|