Sabah gazetesi yazarı Emre Aköz, geçen haftaki bir yazısında Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinin en sorunsuz ve en sakin olduğu dönemin, Cumhuriyet tarihi itibariyle 1950–60 yılları olduğunu delillendirerek yazdı.
Hakikaten de DP'nin tek başına iktidarda olduğu bu on yıllık zaman zarfında, lokal ve mevzii bazı eşkiyalık hareketleri dışında, umumun huzurunu kaçıracak, genel barışı bozacak hiçbir vukuat yok.
Zamanın hükümeti, o bölgelere şefkat elini uzatmış, vargücüyle yatırıma yönelmiş ve hiçbir ayrımcılık yapmadan bölge insanına devletin her kademesinde vazife alma yolunu açmıştır.
Bir yerde ciddî yatırım hamlesi varsa, dolayısıyla işsizlik giderek azalıyorsa ve ırkçılık/ayrımcılık politikaları güdülmüyorsa, orada neden huzursuzluk olsun, neden âsayiş bozulsun ki...
* * *
Demokrat Parti dönemindeki huzurlu yılların çok geniş ve yaygın misâlini Osmanlı tarihinde de görmek pekâlâ mümkün.
1514 Çaldıran Zaferinden sonra Osmanlı'ya "müsalemetle" bağlanan Kürtler, tam dört yüz sene müddetle huzur ve barış içinde yaşamışlardır.
Bu uzun zaman içinde, Osmanlı'nın "Kürtçülük"ten dolayı bu bölgede herhangi bir sıkıntısı vaki olmuş değil.
Son dönemlerde bazı aşiretlerin başkaldırısı var, o kadar.
Osmanlı, kardeş olarak gördüğü Kürt, Arap vesair unsurlara hakikaten kardeşçe bakmış, onlara aynı duygu ve düşüncelerle kardeşlik elini uzatmıştır. Haliyle, yaptığının karşılığını da görmüştür.
Aslında, meselenin can damarı budur. Bir topluluğa nasıl bakarsan, onlara hangi niyet ve emellerle yaklaşırsan, mukabilinde de benzer yaklaşımlar görürsün.
Dileriz ki, şimdiki etkili ve yetkili makamlar, Osmanlı'dan ve Demokrat Parti döneminden yararlı dersler çıkararak, uzun zamandır kanayan yaraları tedâviye çalışırlar.
Tesbit
Temeldeki "sorun" ve itiraflar
Emekli Org. Aytaç Yalman'ın "Kürt sorunu"na dair Milliyet'ten Fikret Bila'ya vermiş olduğu röportajda çok çarpıcı ifadeler yer alıyor.
Bir kısmı aynen aşağıdaki gibidir:
"Sorunun sosyal boyutu eskidir. Aslında Türkiye’nin bunu o boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Ancak, maalesef yapılamadığını görüyoruz.
"Bu açıdan, o aşamada sorunun ’kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz.
"Dilini konuşmak; şarkısını, türküsünü söylemek ve dinlemek; kültürünü yaşamak istiyor".
"O dönemde, (bu tür) sosyal istekleri bile biz 'yıkıcı faaliyet' olarak görüyoruz.
"Biz, olayın sosyal yönünü görmemiş, dolayısıyla da sorunu zamanında görememişiz.
"Bizler, o dönemde 'Kürt yoktur' diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz." (Agg, 3 Kasım 2007)
Evet, demek ki neymiş?
Demek ki, zamanla "sorun" haline dönüştürülmüş bir "Kürt meselesi" varmış.
Ama, daha da önemlisi şudur ki: Bu "Kürt sorunu"nun temelinde, ayrıca bir "Türk(çülük) sorunu" varmış da, bunu biz yeni yeni itiraf ediyoruz.
Ne diyelim, bu "bölücülük"le ilgili itiraftan sonra, darısı diğer "öncelikli tehdit", yani "irtica" ile ilgili itiraflara...
GÜNÜN TARİHİ 7 Kasım 1982
Referandum fâciası
Darbecilerin tasarrufu ve baskısı altında hazırlanan "82 Anayasası" için referandum yapıldı.
Şiddetli baskı, tehdit ve tek taraflı propaganda kampanyasının ardından yapılan "sözde" referandumdan, yüzde 90'ın üzerinde "Evet/Kabul" oyu çıktı.
Anayasanın bu sûretle kabul ettirilmesiyle birlikte, darbe lideri Kenan Paşa da otomatikman 7. Cumhurbaşkanı seçilmiş oldu.
Konuya dair geçici madde bu şekilde hazırlanmıştı.
O günlerde, anayasanın aleyhinde bulunmak, tenkit yahut itirazda bulunmak, hiç de kolay bir iş değildi. Anarşistlikle damgalanmayı ve hapse girip her türlü işkenceyi göze almak gerekiyordu.
Kelimelerle anlatılamayacak kadar ağır baskılar altında yapılan böylesi bir referandum, ancak "demokratik fâcia" şeklinde ifade edilebilir.
25 sene evvel bu şartlarda kabul ettirilen 82 Anayasası, bugün için gelişmenin önünde tam anlamıyla bir "ayakbağı" vazifesini görüyor.
Değiştirilmek isteniyor, ancak bu yöndeki çalışmaların önünde de ciddî engeller var.
Bakalım, Türkiye ne zaman bu ayakbağlarından kurtulacak.
NOTLAR
1) 82 Anayasasının geçici maddelerinden birinde, eski siyasilere "10 yıllık yasak" getirilirken, bir maddesinde ise şu ifadeler yer alıyordu: "Bu anayasa, baştan sona Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda hazırlandı; anayasadaki herhangi bir madde, bu ilke ve inkilâpların aleyhinde yorumlanamaz dahi."
2) Bugün yüzde doksan vatandaşın muzdarip olduğu YÖK de, yine bu anasanın kabul edilmesiyle birlikte kànunî statüye kavuşturuldu.
3) Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde yaptığımız tesbitlere göre, referandumda "Hayır/Red" oylarının fazla çıktığı bazı köy ve kasabalarda, vatandaşa çok ağır eziyetler çektirilmiş. Hatta, ölümle neticelenen bazı işkenceler vaki olmuş...
4) Ayrıca, kimi yerde o referandumda ayrı ayrı ve mühürsüz olarak zarflara atılan oy pusulaları sandık başında değiştirilmiş, yeni "hayır" olanlar dahi "evet"e çevrilmiş.
5) Referandumda kullanılan zarfların kâğıdı, içindeki pusulaların rengi açıkça belli olacak kadar ince ve şeffaf idi. Zarfın içine koyu mavi renkteki "hayır" pusulasını koymanın büyük risk taşıdığını hemen herkes biliyordu.
İşte bu şartlarda oylanan 82 Anayasası için, ortaya yüzde 92 gibi yüksek oranda bir "kabul fâciası" çıkmış oldu.
25 yıl aradan sonra, ülke hâlâ bu fâcianın yan etkilerinin tesirinden kurtulabilmiş değil.
07.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|