Nefis ve heva boş durmuyor. Bazan solumuzdan, bazan sağımızdan girmeye çalışıyor. Çoğu zaman gerçek niyetini gizliyor, yakın bir dost, samimice bir yoldaş kılığına giriyor. Amansız, acımasız düşmanlığını çok ustaca kamufle edip gizlenebiliyor.
Bazen günah ve kusurlarımızı serrişte ederek, bizi yeis ve karamsarlığın kucağına atıyor; bazen de faziletlerimizi ve hasenâtlerımızı nazara vererek bizi ucb ve gururun şahikasına çıkarıyor. İstidatlarımızı, kabiliyetlerimizi hatıra getirerek, bizi havalara sokuyor bazen de...
Öyle ki, zaten yapmakla mükellef bulunduğumuz kulluk vazifelerimizi nazarımıza sunarak, bizi çok mükemmel bir kul olduğumuz zehâbına kaptırarak havalandırıyor...
İfâ etmek durumunda olduğumuz ibadetlerimizi sürekli kalbimizin kulağına fısıldayarak, adeta cennetlik bir kul olduğumuzu telkin ederek yoldan çıkmamızı hızlandırıyor nefis ve şeytanımız.
Zaten kaçınmakla yükümlü olduğumuz bazı günahlardan sakınmamızı, elden geldiğince haramlara girmemekteki gayretimizi sürekli derhatır ettirmek sûretiyle fahr ve gurura girebilme ihtimalimizi kuvvetlendiriyor.
Kısaca nefis ve şeytanımız boş durmuyor. Açığımızı, gediğimizi bulmanın yollarını arıyor. Zaaflarımızı, dalgınlıklarımızı çok iyi değerlendiriyor.
Nefis ve hevânın sesine kulak verdikçe bazen kendimizi allâme-i cihan; bazen en faziletperver insan; bazen en müttakî bir kul; bazen bütün muannitleri ikna veya ilzam edebilen bir hatip veya yazar; bazen hiçbir kusuru ve hatası bulunmayan en mükemmel bir insan olarak tahayyül ediyoruz.
Evet, insan düşünmeden edemiyor; insanın takvası, bilgisi, kültürü, hatipliği, heyecanı, cevvâliyeti, cesareti, hak ve hakikatten udûl ederek tehlikeli yollara sapmaya sebep olabilir mi?
Şurası, görünen bir gerçektir ki, ehl-i dinde bulunması gerekli olan bu özellikler, bu hasletler, mahviyet ve tevazu gibi yüksek hasletlerle beraber harmanlanıp sunulmaz ise, tehlike ihtimali her zaman için söz konusu olabilir.
Fahr ve ucbun, gurur ve kibirin panzehiri alçakgönüllülük, mahviyet ve tevazudur. Mukteza-i hâle göre, yerinde ve muhatabına göre mahviyet ve tevazuyu elden bırakmadığımız müddetçe mânevî hayatımızı sağlama almış oluruz.
Bu önemli ve kritik durum göz önünde bulundurulmazsa farkına varmadan hem kendimize, hem de din-i mübine zarar vermiş oluruz. Birer ikram-ı İlâhî olan bizdeki o güzel hasletlerin, o gıpta edilecek özelliklerin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmaz.
Bizi Allah’a götürecek olan o feyiz ve faziletler, o takva ve ilmimiz, o kabiliyet ve istidatlarımız, Allah korusun, bizi O’ndan uzaklaştıracak hasletlere dönüşürler.
Bilmeden böyle tehlikeli bir mecrâya giren ehl-i din, yavaş yavaş insanlardan da uzaklaşır, yalnız kalmaya mahkûm olur. Çünkü artık o, kendisinde bulunan bazı güzel hasletleri ve kabiliyetleri birer imtiyaz âleti olarak kullanmakta, kibir ve gururla karışık bir hâlet-i ruhiye ile insanlara yaklaşmakta ve herkesten iltifat ve saygı beklemektedir. Böyle bir yaklaşım sonucu olarak, herkesten istiskal görüp yalnız kalmaya mahkûm bir duruma dûçâr olur.
Bu çeşit bir yaklaşımın tehlikeli yönünü keşfeden İslâm büyükleri ve onların yolundaki hizmet ehli insanlar, her hâlükârda mahviyet ve tevazu içinde bulunmuşlar ve bu sayede irşad ve tebliğ vazifelerinde başarı sağlamışlardır.
Günümüzde, Bediüzzaman ve onun güzide talebeleri, ihlâs, takva, sebat, sadakat gibi güzel hasletlerini mahviyet ve tevazu düsturlarıyla beraber harmanlayarak, insanların akıl ve kalplerini fethederek, din-i mübine hizmette numune-i imtisâl olmuşlardır.
Bu meyanda bizim için her yönüyle numune-i imtisâl olan Bediüzzaman’ın tavır ve yaklaşımı da câlib-i dikkattir. Gençliğinde aşiret reislerine, valilere, meb’uslara, paşalara muhatap olan, onlarla teşrik-i mesâî edecek kapasitede olan o büyük insan; Nur Külliyâtı’nın zuhurundan sonra Barla’da, Isparta’da, Emirdağ’da, Kastamonu’da hiçbir ünvanı, hiçbir makamı bulunmayan insanlarla samimî dostluklar kurarak, onlarla ömrünün sonuna kadar iman ve Kur’ân hizmetinde bulunarak, tevazu ve mahviyet içinde numune-i imtisâl olmuştur.
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|