|
|
Abdurrahman ŞEN |
Nihayet! |
|
Üzerinde yaşadığımız ve 1071’den itibaren kanımızla sulamaya başladığımız Anadolu toprakları üzerinde bir çok medeniyetin izleri olduğu cümlemizin mâlûmu…
Bu izlerin bir bölümünün –ufak tefek değişikliklerle de olsa- kültürel bir zincirleme biçiminde yaşantımızda varlığını sürdürdüğünü biliyoruz… Yaşattığımız kimi adetlerimizin farklı din ve medeniyetlere ait olduğunu bugünkü insanımıza anlatabilmek de gerçekten zor…
Çünkü öylesine benimsenilmiş ki…
Ya mimarî izler?
Farklı çağlardaki farklı kültür ve medeniyetlerden günümüze kadar kalabilen mimarî eserler açısından dünyanın en zengin bölgesi olduğumuzu söylemek yanlış olmaz…
Ama bu zenginlikten kaynaklanıyor olacak ki; Eti’lerden, Bizans’tan tutun da Selçuklu, Osmanlı eserlerine bile nasıl “mirasyedi” gibi davrandığımızın sayısız örneğine şahit olmuşluğumuz da vardır…
Henüz çocuktum… İlkokul öğrenciliği günlerim… Saraçhanebaşı’ndaki tarihî fırın (Hasan Paşa Fırını) da dahil birçok ev yıkılıyor… Alt ve üst geçitler yapılacak… O kazılar esnasında yerin altından çok sayıda heykel tarzı Bizans eseri çıkıyor… Çocuk bakışıyla gördüğüm; kazı son derece özensiz yapılıyor… Çıkan malzemelere son derece hoyratça davranılıyor… Oradan çıkan birkaç tane büyük parçanın Beyazıt tarafındaki yeşil alanlara yerleştirildiğini duyuyoruz… Sonra bir manzaraya şahit oluyoruz… “Steyşın” tabir edilen bir araç… Yabancı dil konuşan orta yaşın üzerinde bir kadınla adam, uluorta, o kazıdan çıkan taş parçalarını arabanın arkasına yerleştiriyorlar… Ben mahalleye koşuyorum bir çırpıda ve topluyorum bizim tayfayı… O yaşlı çifti rahatsız ediyoruz… Saraçhanebaşı’nın taşlarından biraz az eksilmesine sebep oluyoruz belki, çocukça!
Elimizle verdiklerimizden tutun da gözümüze sürmeyi çekip de elimizin altından kaçırılan tarihî eserlerimizi yurt dışından geri getirebilmek için milyar dolarlar harcıyoruz şimdilerde… Kültür Bakanlığımız öncülüğünde…
Bütün bu karmaşık düşünceler de bir anda Kültür Ve Turizm Bakanlığı’nın yeni bir hamlesini, taze bir niyetini öğrenince aklıma üşüşenlerden sadece bir kaçı…
Meselâ… Mersin Silifke arasındaki kimi köy evlerinin temel taşları olarak yöreden çıkartılan tarihî eselerin kullanıldığını birkaç defa dillendirdim… Ama o evlerin eşiğinde ya da temelindeki heykelin kolu ya da asırlara direnen kafası aynı yerden bakmayı sürdürüyor bizlere…
Evet… Kültür Ve Turizm Bakanlığı’nın yeni hamlesini, taze niyetini öğrenince aklıma üşüşenlerin yanı sıra; “İnşallah Vandallığın, tarihe umursamazlığın da bir yerinden dönmeye başlarız!” diye düşündüm…
Öyle ya… Sadece Bizans ya da Selçuklu veya Osmanlı eserleri değil… Yakın zamana ait eserlere de olaylara da yabancıyız, ilgisiziz.
Yakın zamanda özel ilgiyle ele alınan Çanakkale Şehitliği projemizin 50 yıla yakın mazisinin bulunması bile yakın tarihimize de tarih olaylarımıza da ne kadar ilgisiz olduğumuzun delili adeta…
Kültür ve Turizm Bakanımız sayın Ertuğrul Günay da bu halimizden rahatsızmış ki; önce tarihî binalarımızın etraflarındaki çirkin, estetikten yoksun yamamalardan kurtarılması yönünde açıklamalarda bulundu…
Hafta içindeki daha kapsamlı ve net açıklamada ise sayın bakan Günay’ın talimatıyla; “Cumhuriyet eserlerine sahip çıkan yeni bir bakış açısıyla, Kurtuluş Savaşı’nın büyük mücadelelerine sahne olan ve önemli kararların alındığı mekânların baştan aşağı” yenilenmesi hazırlıklarına başlanıldığını öğrendim…
Burada sözü Kültür ve Turizm Bakanı sayın Ertuğrul Günay’a bırakayım; “Ören yerleri ve arkeolojik kazılar çok önemli ama yakın tarihimize de tam bir içtenlikle sahip çıkmak, Cumhuriyet istismarı yerine Cumhuriyet eserlerine sahip çıkan yeni bir bakış açısı geliştirmek niyetindeyiz. Cumhuriyet’in çok güç koşullarda, büyük fedakarlıklar ve mütevazı imkânlarla kurulduğunun anlaşılması için millî mücadele meşalesinin ateşlendiği mekânları yeniden ele almaya başladık. Bu çalışmayı geçen dönem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başlatmıştı. Biz de bu çalışmayı ısrarla sürdürme konusunda kararlıyız.”
Anadolu’nun dört bir yanına serpilmiş ama izleri ortada görünmeyen devlet adamlarının, kumandanların, sivil önderlerin ve kahramanların anılarını yansıtacak eserlerin yaşadıkları bölgelere yapılması, bu anıt eserlerin etrafına gerçek bilgilerin yazılmasıyla, her açıdan görselleşen günümüz dünyasında yeni nesillere açık birer tarih derslikleri de yapılmış olur, böylece…
Sayın Bakanın açıklamasında, Osmanlı’nın kuruluş günleri de unutulmamış.
Açıklamaya göre; Osmanlı’nın kuruluş günlerinin kutlandığı Söğüt ve Domaniç şenlikleri de bundan böyle “yayla şenliği” olmaktan çıkarılacak. Türk tarihinin en önemli dönemeçlerinden biri olan o kuruluş günleri gelecek yıldan itibaren “Kuruluş ve Kurtuluş Haftası” adıyla 26 Ağustos- 9 Eylül arasında, Bursa, Eskişehir, Bilecik ve Kütahya’yı içine alan, belediye ve üniversitelerin de katılımıyla gerçekleştirilecek.
“Düşünmek başarmanın yarısı” ise önemli bir adım atılmış demektir.
Mesele, bugüne kadar kimi meselelerde olduğu gibi bazılarının süte su katmasına engel olabilmekte…
İnşallah yakından başlayarak da olsa tarihimize saygımızı her açıdan gösteririz!
Nihayet…
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Yahya Kemal’in dönüşü |
|
“Bu uzun Avrupa hayatından dönerken Müslümanlaşmış, kendi vatandaşlarım için fazla mütehassis bir ruha rücû etmiştim.”
Yahya Kemal, Paris’ten bu ruh hâli içinde döndü İstanbul’a. Fakat onun fikir hayatında görülen bu tekâmül, kendinden önce şiirleri ile memleket efkârında iştihar ettiği için İstanbul’da büyük alâka ile karşılandı.
Daha önce resmî görevli, izinli veya kaçak olarak Avrupa’ya gidip kendi devleti ile mücadele eden Jön Türklerin aksine Yahya Kemal, oradan Avrupa mukallidi olarak değil de millî mânevî değerlere bağlı, vatan millet sevgisiyle dolu olarak geldiğinden halkın takdirini, itimadını ve teveccühünü kazandı.
Çünkü devlet ve milletçe yaşanan büyük acılar, felâketler yüzünden yalnız mazisinin zaferlerle dolu günlerini görmeye değil, o kahramanlıkların terennümüne bile hasret kalan millet, onun tarihî şiirlerini, hasret hislerini teskin eden hamasî bir heyecanla okudu.
Şair ilk zamanlar memleketin harap hâlini ve milletin perişan vaziyetini yadırgayarak Paris’i özlediyse de, ruhunda bütün hayatı boyunca yanan hasret ve hasletlerin teşvikiyle çok geçmeden bu ahvâle alıştı ve orada iken düşündüklerini vatanda tahakkuk ettirme gayreti içine girdi.
Şiir ve yazı çalışmalarına muntazaman devam etmekle birlikte muayyen bir zaman ayırmayan Yahya Kemal, hem atıl kalan zamanını değerlendirmek hem de yeni nesillere tarih şuuru kazandırıp edebiyat zevki aşılamak için 1913’te Darüşşafaka Mektebinde edebiyat ve tarih dersleri vermeye başladı.
Geniş tarih ve edebiyat kültürünün ışığında, zamanın hadiseleri üzerine gerçekçi tahliller yaparak, başkalarının başlattığı devlet adamlarını kötüleme kampanyalarının menfî tesirlerini bir ölçüde izale etti. Böylece, hadiseleri millete mütecessis bir tarih şuuru ile izah etmenin, tarihe de tarihî şahsiyetlere de leke getirmeyeceğini, milleti de ümitsizlikten ve bedbinlikten kurtaracağını gösterdi.
Bir yandan, milletin hissiyâtını terennüm eden bu teşhislerini, tesbitlerini naklettiği ve gittikçe müdâvimi artan dost meclislerini istikrarlı bir hâle getirmeye çalışırken, diğer yandan Medresetü’l-Vâizîn’de medeniyet tarihi dersleri verdi ve İstanbul Darülfünununa girdi ve önce Medeniyet Tarihi kürsüsünde, daha sonra da Garp Edebiyatı Tarihi ve Türk Edebiyatı Tarihi kürsülerinde müderris olarak çalıştı.
Darülfünundaki derslerin, değişik yerlerde verdiği konferansların yanı sıra klâsik tarzda ve yeni usûllerle yazdığı şiirleri çeşitli gazete ve dergilerde yayınlatmaya devam etti.
Bu arada, zamanında yaşanan idarî ve siyasî gelişmeleri yakından takip eden Yahya Kemal, içtimaî dertlere çeşitli çareler bulmaya çalışırken, Birinci Dünya Savaşı arefesinde Almanlara karşı idarenin tavrına ve harbe girip girmeme hususundaki tartışmalara katılmak istemedi.
Talât Paşanın başarılı idaresine rağmen, aydınlar arasında ve askerî erkânda yaygınlaşan tereddütlerin halka doğru inmeye başlaması ve İttihat Terakki içindeki menfî gelişmelerin gittikçe artması üzerine, “Bir saltanatın belki de son günleridir bu” gibi mısralarla tavrını ortaya koyma ihtiyacı hissetti.
‘Vatanda düşmanı seyretmenin ıztırabına’ bir de vatanın ahâlisinden sayılan ve asırlarca bu memleketin ekmeği ile beslenen azınlıkların, Adalar, Şişli, Beyoğlu gibi semtlerde dükkânlarını, evlerini Yunan, İngiliz, Fransız bayraklarıyla süslemeleri eklenince milletçe yaşanan acı daha da arttı.
Ekalliyet tâbir edilen milletlere mensup bazı insanların yaptıkları bu alenî tahrik ve taşkınlıklar, ahâlinin yanı sıra, Şaire de İstanbul’da nice acılı, ıztıraplı, kederli günler yaşattı. O zamana kadar, Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketine karşı biraz mesafeli duran Yahya Kemal, bu gibi hadiselerden sonra millî mücadele hareketini desteklemeye karar verdi.
Bu meseleyi sık sık sohbetlerinde, derslerinde işlemekle kalmadı; Âti, Tevhid-i Efkâr, Hâkimiyet-i Milliye gibi gazetelerde ve Dergâh dergisinde millî mücadeleyi destekleyen tesirli yazılar yazdı. Bilhassa, ‘Ulvî olan ancak sükûttur, mâadâsı zaaftır’ serlevhası ile başlayıp İstiklâl Marşından aldığı ‘Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl’ mısraı ile biten Kurdun Dişisi ve Yavruları adlı makalede anlattığı hadise ve yaptığı değerlendirmeler Anadolu insanının mücadele azmini arttırdı.
Asırlar boyu büyük devletler kurarak varlığını devam ettiren milletin tarihinde buna benzer pek çok gerileme devrinin yaşandığını çok iyi bilen Yahya Kemal, yazılarında o hadiseleri işleyerek millete inkırazdan kurtulmanın yollarını göstermeye çalıştı.
“Aslan gerilir de öyle atlar” gibi veciz ifadelerle bu gerilemenin millete yeni hamleler yapma gücü vereceğini ve devletin de, milletin de kendisini toparlayıp güç kazanmasına vesile olacağını anlattı.
Bu sayede, o inkıraz zamanlarından kurtuluş çareleri, yaşanan hadiselere tatbik edildiği takdirde mağlûbiyetin maddî ve mânevî mağduriyetlerinin çok çabuk izale edileceğini ve milletin eski huzuruna yeniden kavuşacağını ortaya koydu.
Düşman işgali altında yaşanan bir Ramazan günü, devletin yıkılmasının ve milletin dağılmaya yüz tutmasının ıztırabını diğer zamanlardan daha fazla hissedince, milletin kurtulmasının çarelerini iyice tebarüz ettirmek istedi.
“Biz, cedlerimiz kadar Müslüman, onların diyânetine sahip, onlar kadar imanlı, hararetli olursak, bu mübarek ay yeni bir şâşaa ile dirilir. Bir müze, bir şehrâyin olmaktan çıkar; her sene tekerrür eden bir tasfiye merhalesi olur” diyerek naklettiği kanaatlerini “Ramazan’a girerken gurbetten çıkacağız” gibi ümit telkin eden ifadelerle noktaladı.
Millî mücadelenin heyecanını işgal altındaki İstanbul’da yaşarken etrafındaki insanlara da hissettirmeye çalışan Şair, yazılarında İzmir, Bursa ve Edirne’nin işgali sırasında sergilenen çirkinlikleri kınadı. O şehirlerin milletin tarihî, siyasî, içtimaî hayatındaki yerini anlattı ve milletin bekası için kaybedilen şehirlerin kurtarılması gerektiğini hatırlattı.
Bunu yaparken, İslâmın son ordusu olarak gördüğü Türk ordusunun, 26 Ağustos 1922 tarihinde Anadolu’yu düşman işgalinden kurtarmak maksadıyla başlattığı Büyük Taarruzda muzaffer olması için Allah’a yalvarmayı da ihmal etmedi:
“Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbî
Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbî
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Galib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın”
Yahya Kemal 1921 yılında hastalandı ve tedavi maksadıyla Burgaz üzerinden Sofya’ya gitti. Orada iki ay kadar kaldıktan sonra, uzun zamandır görmek istediği Filibe’ye geçti.
“Düz ova üstünde ehramlar gibi sivrilmiş birkaç yalçın tepenin ortasında, eteklerinde, sırtlarında bir şehir” diye tarif ettiği Filibe’yi gezen Şair, pek çoğu sonraki yıllarda yıkılan camileri ve harabeye dönen mahalleleri “Son gören Türk” oldu.
Bir hafta kadar kaldı Filibe’de. “Bursa devrinden bir cami, dört köşe, yamyassı, top sökmez taşlardan duvarlar, ilk Türk mimarlığının alaca bir minaresi, yüksek ağaçlar. Camiin önünde Türk kahveleri, börekçileri, kebapçıları; küçük iskemlelere oturmuş sarıklı ve kürklü ihtiyarlar, fesini arkaya atmış delikanlılar, Türk hayatından henüz çıkmamış bazı Bulgarlar, senli benli konuşarak kahve içiyorlar. Eski hayattan bir levha olduğu gibi yerinde kaynaşıyor” şeklinde de anlattığı gibi Balkanlarda yaşanan hayata hayranlık hisleriyle döndü İstanbul’a.
Osmanlı’nın gittiği her yerde buna benzer canlı hayat tablolarının hâlâ yaşandığını bildiğinden, millî mücadelenin kazanılmasını müteakip 1922 yılında Lozan Konferansı Murahhas Hey’etine müşavir olarak katıldığı zaman Kerkük, Musul, Batı Trakya, Balkanlar gibi vatan topraklarının bırakılmaması için mücadele etti.
“Bir zaman bir aşiretten cihangirâne bir devlet çıkaran bu millet, o cihangirâne devletten bugün bir Türk vatanı çıkaracak kudrettedir” gibi sözlerle milletin kaybedilen toprakları kurtaracak güçte olduğunu ifade eden Yahya Kemal, iki üç ay kadar kaldığı Lozan Konferansını müteakip heyetten ayrılarak Venedik’e gitti. Birkaç gün orada kaldıktan sonra Orient ekspresi ile İstanbul’a döndü.
İngiliz heyetinin çekilmesi ile yarıda kalan konferansın değerlendirmesi yapılırken onun da bulunması gerektiği için İstanbul’da İsmet Paşa başkanlığındaki heyete katıldı ve trenle Ankara’ya hareket ettiler. Eskişehir’e varınca bir süre Mustafa Kemal’in İzmir’den gelecek trenini beklediler.
O yıllarda münteşir Büyük Doğu mecmuasının “Konferansın birinci defasında Türk Başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götürecek tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve başbaşa seyahat. Sonra Ankara’da gizli meclis toplantıları. Fakat esas meselelerde daima başbaşa. Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Haim Naum ile birlikte Ankara’ya giderken trende yapılan ve memleketin geleceğini tayin eden meşhur toplantılardan bazılarında bulundu.
O yıllarda dış siyasetin memleket üzerindeki tesirini ve buna milletin bîgâne kalışını, hattâ bazı devlet erkânının taraftar görünmesini “İçtimaî ağrılarımız tuttukça mâziyi ithâm etmek umumî bir dert oldu” gibi söz ve yazılarla tenkit etti.
Bu zaafın sadece bazı devlet adamlarına münhasır kalmayacağını, zaman geçtikçe yayılarak bürokratik bir kural hâlini alacağını müşahede edince istikbale ait endişelerini dile getirme ihtiyacı hissetti.
“Viyana mağlûbiyetinden son asrın sonlarına kadar eski saltanatı kâh harple, kâh siyasetle koruduk. Gördük ki, ne silâhlarımızın muzafferiyeti, ne de Avrupa siyaset-i hariciyesinin müzahereti o derde deva değilmiş. Türk devletî, aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz” gibi isabetli teşhislerle, devletin bekasının silâh ve siyasetle değil, ancak İslâmiyetle mümkün olabileceğini ifade etti.
1923 yılı seçimlerinde Urfa’dan Mebus seçilerek TBMM’ye giren Yahya Kemal’e daha sonra uzun yıllar Paris’te kalması, Siyasî İlimler Mektebinin Dış Siyaset bölümünde okuması da nazara alınarak bazı ülkelerin büyükelçiliği vazifesi verildi.
İlk olarak 1926’da Polonya’nın başşehri Varşova’ya gitti. Ardından 1929 yılında İspanya’da, 1931 yılında da Portekiz’de, 1947’de Pakistan’da büyükelçilik yaptı. Oralarda kaldığı yıllarda ülkelerin belli başlı şehirlerini de gezip kültürleri hakkında bilgi alan Şair, gördüğü yerleri ve gelenekleri şiirlerinde işledi. Memlekete döndükten sonra Yozgat, Tekirdağ, İstanbul milletvekillikleri yaptı.
Olgunluk yıllarında “orta boylu, toplu, yuvarlak çehreli, güzel ve derin bakışlı” bir yapıya sahip olan Şair, hayatında hiç evlenmedi, mal mülk edinip ev bark kurma kaygısı taşımadı.
Bu yüzden İstanbul’da ikamet edebileceği kendine ait bir mesken yoktu. Fakat bunun eksikliğini de hissetmedi. Park Otel’de kendisine tahsis edilen bir odaya yerleşti ve bir yandan bitmemiş şiirlerini tamamlamaya çalışırken diğer yandan yeni şiirler yazmaya başladı.
O tarihten sonra İstanbul’daki en uzun ve en verimli zamanını yaşayan Şair, 1957 yılında bağırsağındaki müzmin kanama tekrar başlayınca tedavi için Paris’e gitti ve bir süre tedavi gördü. İstanbul’a döndükten sonra rahatsızlığı tekrar nüksedince 1958 yılının sonbaharında Cerrahpaşa Hastahanesi’ne yatırılan Yahya Kemal, 1 Kasım 1958 Cumartesi günü şiirlerindeki bir mısraı tekrarlayarak hayata veda etti:
“Allah’adır tevekkülümüz, itimadımız...”
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Tevazu ve mahviyet olmadan olmaz |
|
Nefis ve heva boş durmuyor. Bazan solumuzdan, bazan sağımızdan girmeye çalışıyor. Çoğu zaman gerçek niyetini gizliyor, yakın bir dost, samimice bir yoldaş kılığına giriyor. Amansız, acımasız düşmanlığını çok ustaca kamufle edip gizlenebiliyor.
Bazen günah ve kusurlarımızı serrişte ederek, bizi yeis ve karamsarlığın kucağına atıyor; bazen de faziletlerimizi ve hasenâtlerımızı nazara vererek bizi ucb ve gururun şahikasına çıkarıyor. İstidatlarımızı, kabiliyetlerimizi hatıra getirerek, bizi havalara sokuyor bazen de...
Öyle ki, zaten yapmakla mükellef bulunduğumuz kulluk vazifelerimizi nazarımıza sunarak, bizi çok mükemmel bir kul olduğumuz zehâbına kaptırarak havalandırıyor...
İfâ etmek durumunda olduğumuz ibadetlerimizi sürekli kalbimizin kulağına fısıldayarak, adeta cennetlik bir kul olduğumuzu telkin ederek yoldan çıkmamızı hızlandırıyor nefis ve şeytanımız.
Zaten kaçınmakla yükümlü olduğumuz bazı günahlardan sakınmamızı, elden geldiğince haramlara girmemekteki gayretimizi sürekli derhatır ettirmek sûretiyle fahr ve gurura girebilme ihtimalimizi kuvvetlendiriyor.
Kısaca nefis ve şeytanımız boş durmuyor. Açığımızı, gediğimizi bulmanın yollarını arıyor. Zaaflarımızı, dalgınlıklarımızı çok iyi değerlendiriyor.
Nefis ve hevânın sesine kulak verdikçe bazen kendimizi allâme-i cihan; bazen en faziletperver insan; bazen en müttakî bir kul; bazen bütün muannitleri ikna veya ilzam edebilen bir hatip veya yazar; bazen hiçbir kusuru ve hatası bulunmayan en mükemmel bir insan olarak tahayyül ediyoruz.
Evet, insan düşünmeden edemiyor; insanın takvası, bilgisi, kültürü, hatipliği, heyecanı, cevvâliyeti, cesareti, hak ve hakikatten udûl ederek tehlikeli yollara sapmaya sebep olabilir mi?
Şurası, görünen bir gerçektir ki, ehl-i dinde bulunması gerekli olan bu özellikler, bu hasletler, mahviyet ve tevazu gibi yüksek hasletlerle beraber harmanlanıp sunulmaz ise, tehlike ihtimali her zaman için söz konusu olabilir.
Fahr ve ucbun, gurur ve kibirin panzehiri alçakgönüllülük, mahviyet ve tevazudur. Mukteza-i hâle göre, yerinde ve muhatabına göre mahviyet ve tevazuyu elden bırakmadığımız müddetçe mânevî hayatımızı sağlama almış oluruz.
Bu önemli ve kritik durum göz önünde bulundurulmazsa farkına varmadan hem kendimize, hem de din-i mübine zarar vermiş oluruz. Birer ikram-ı İlâhî olan bizdeki o güzel hasletlerin, o gıpta edilecek özelliklerin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmaz.
Bizi Allah’a götürecek olan o feyiz ve faziletler, o takva ve ilmimiz, o kabiliyet ve istidatlarımız, Allah korusun, bizi O’ndan uzaklaştıracak hasletlere dönüşürler.
Bilmeden böyle tehlikeli bir mecrâya giren ehl-i din, yavaş yavaş insanlardan da uzaklaşır, yalnız kalmaya mahkûm olur. Çünkü artık o, kendisinde bulunan bazı güzel hasletleri ve kabiliyetleri birer imtiyaz âleti olarak kullanmakta, kibir ve gururla karışık bir hâlet-i ruhiye ile insanlara yaklaşmakta ve herkesten iltifat ve saygı beklemektedir. Böyle bir yaklaşım sonucu olarak, herkesten istiskal görüp yalnız kalmaya mahkûm bir duruma dûçâr olur.
Bu çeşit bir yaklaşımın tehlikeli yönünü keşfeden İslâm büyükleri ve onların yolundaki hizmet ehli insanlar, her hâlükârda mahviyet ve tevazu içinde bulunmuşlar ve bu sayede irşad ve tebliğ vazifelerinde başarı sağlamışlardır.
Günümüzde, Bediüzzaman ve onun güzide talebeleri, ihlâs, takva, sebat, sadakat gibi güzel hasletlerini mahviyet ve tevazu düsturlarıyla beraber harmanlayarak, insanların akıl ve kalplerini fethederek, din-i mübine hizmette numune-i imtisâl olmuşlardır.
Bu meyanda bizim için her yönüyle numune-i imtisâl olan Bediüzzaman’ın tavır ve yaklaşımı da câlib-i dikkattir. Gençliğinde aşiret reislerine, valilere, meb’uslara, paşalara muhatap olan, onlarla teşrik-i mesâî edecek kapasitede olan o büyük insan; Nur Külliyâtı’nın zuhurundan sonra Barla’da, Isparta’da, Emirdağ’da, Kastamonu’da hiçbir ünvanı, hiçbir makamı bulunmayan insanlarla samimî dostluklar kurarak, onlarla ömrünün sonuna kadar iman ve Kur’ân hizmetinde bulunarak, tevazu ve mahviyet içinde numune-i imtisâl olmuştur.
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Meşveretin geçerli olmasının şartları |
|
İslâm tarihi boyunca, idârî ve siyâsî sahadaki meşveret iki şekilde yapılageldi:
- Başkan meşveret eder, fikir alır, ama istediği maslahat cihetini uygular. Asr-ı Saadet’ten sonra, bu çeşit şûrâya önem verildi. Çünkü, yönetim, seçimden saltanata dönüştü.
- İstişare, rey (görüş) oy çoğunluğuna dayanır. Resûlullah’ın (asm) ashabıyla meşvereti gibi... Meşveretin en önemli vasfı; hükmün, eksere göre verilmesi1 ve temel hakların meşveret edilemeyeceği ve azınlık haklarının dokunulmazlığıdır.
Bu prensibe göre, “azınlığın hakları”, çoğunluğun görüşlerine kurban edilemez. Burada mevzubahis olan, azınlığın değil, çoğunluğun düşünceleri istikametinde, teferruâta dair tercih ve uygulama yapılmasıdır. Yoksa, temel hükümler ve haklar zaten meşveret edilemezler.
Bediüzzaman, J.J. Rousseau’nun, “Azınlık, her zaman yanlış yolda, yanlış düşüncededir; hiçbir hak ileri süremez ve her zaman çoğunluğa katılmak hakkı vardır” şeklindeki eksik, ayıplı, kusurlu bir demokrasi anlayışını kabul etmez.2 Zaten, İslâm meşveretinde, meşveret-i meşrûada, meşrû, geçerli, gerçek meşverette; azınlık da ekseriyete uyacaktır. Bediüzzaman’a göre, istişârenin sahih/doğru ve sağlıklı olmasının şartları şunlardır:
1- Meşveret, seçimle oluşmalı.3
2- İstişâre, ehli ile, sahanın uzmanı ile yapılır. Müsteşar/danışman, danışılan istişâre edilen mevzuda bilgisi, uzmanlığı veya tecrübesi olmalıdır.
3- İstişâre edilen, güvenilir kişi olmalıdır. İstişâre etmekle emredilen Rasûlullah (asm) şöyle buyurmaktadır: İstişâre edilen itimat edilendir.4
4- Şartlarına uygun olarak yapılan istişâreden sonra, netice ne olursa olsun, pişmanlık duymamak gerekir.
5- İstişârenin gayesi Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu da, çeşitli fikir ve gönlün bir araya gelmesi ile mümkündür. Madem sonuç Allah rızasını kazanmaktır; meşverette kendi görüşleri kabul edilmeyen asla ısrarcı olmamalı, üzüntü duymamalı.
6- Çoğunluğun ittifak ettiği noktada, kişiler ve azınlık hangi yönde fikir beyan etmiş olursa olsun, herkese düşen görev, istişâre kararlarının gerçekleşmesi için azamî derecede gayret sarf etmektir. Bu prensip, kültürümüze, “Aza demişler nereye? Çoğunluğun yanına diye cevap vermiş” şeklindeki atasözü olarak da yerleşmiştir. Şöyle de denmiştir: “Azca nereye?”, “Çokçanın yanına!” Zaten azınlık da, çoğunluk da, “maksatları ve meslekleri kesin deliller üzerine” götürmek için çalışıyor. Şu halde azınlık çoğunluğa tâbî olacaktır. Nitekim bunun uygulaması, Uhud Harbi’nden önce gerçekleşmişti. Resûlullah (asm), çoğunluğun fikrinin aleyhinde olmasına rağmen, kendi düşüncesini terk etmiş, çoğunluğa uymuştu. Harp, mağlûbiyetle neticelendiği halde Peygamberimiz (asm), istişâreye katılan sahabileri tesellî etmesi; terk etmeyi değil, bilâkis devam etmeyi emretmesi, “istişâre”nin ehemmiyetini gösterir.
7- Farklı düşünen fertler de, yine meşverete uymak zorunda. Çünkü, meşveretin ruhu bunu gerektirir. Eğer buna uymayacaklar idiyse, ne diye meşveret ediliyor ki!
İtiraz edenler, vicdânen emin ki, bir konuda çoğunluğa uydukları veya kendi görüşleri istikametinde sonuç alındığı takdirde, azınlığın onlara uymasını meşveretin esası olarak kabul eder ve ettirir...
8- Hem meşvereti kabul etmek, hem meşveretin kararlarına itiraz etmek ve uymamak gibi bir inkılâb-ı hakaik olmaz! Meşveret, bir ibadettir ve Allah rızasını kazanmak için yapılır. Meşveret kararlarına uymamak, kabul etmemek, onun feyzinden bereketinden, sevabından, hâsıl olan hizmetten hissesiz kalmaya sebeptir.
9- Ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir.5 Yani, haklar ve ana hükümler meşveret edilmez. Ancak, bu hükümlerin nasıl uygulanacağı ve hangisinin tercih edileceği hakkında fikir yürütülebilir.
Dipnotlar: 1-Münâzarât, s. 4.; 2- Mesut Toplayıcı, Köprü, Bahar 1995, No: 50, s. 56.; 3- Münâzarât, s. 23.; 4- Tirmizî, Edeb 57; Ebû Dâvûd, Edeb 123; İbn-i Mâce, Edeb 37.; 5- Beyanat ve Tenvirler, s. 84.
04.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Yapay gündemlerde boğulmamak |
|
Türkiye ne güzel demokraside atağa geçmişti. Sivil bir anayasa hazırlanmış, kamuoyunun değerlendirmesine açılma ve kabulü noktasında önemli adımlar atılmaktaydı.
Türkiye ihtilâl anayasalarıyla bir yere gidemez, kalkınmayı gerçekleştiremezdi. Olağanüstü dönemlerde hazırlanan ihtilâl anayasalarının sadre şifa olmayacağı çoktan anlaşılmıştı. Hatta ihtilâl taraftarları dahi seslerini çıkaramaz hâle gelmişlerdi.
Türkiye gelişmeliydi; ileri ülkeler seviyesine ulaşmalı, onlarla yarış etmeliydi.
Modern ülkeler o seviyeyi nasıl yakalamış, problemlerin üstesinden nasıl gelmişlerdi?
Demokrasi içinde çözüm üreterek.
Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen güçler bunu hiç isterler mi? Türkiye geri kalsın ki, kanını kene gibi emsinler.
Her ne zaman Türkiye iki ayağı üzerinde durmaya çalışsa, çıkarılan yapay gündemlerle dikkatler başka yerlere çekilmez mi?
Gündem saptırmak isteniyor. Önemli olan bizim bu oyunlara gelip gündeme teslim olmamamız.
Ama öteden beri kanayan bir yaranın tedavisi için önümüze bir fırsat çıktığı da bir gerçek. Yazısı da, turası da lehimize olacak icraatlara adım atmanın tam zamanı. Terörün köklü olarak çözülmesini istemek, önümüzdeki onlu yıllarda Türkiye’yi daha da sıkıntılara sokacak adımlar atmamak akl-ı selimin, Türkiye sevgisinin gereği. Gelin, şu terörün kökünü bu vesileyle kurutalım, kalkınmanın ayakbağı olmasın.
Bir kere daha anlaşıldı ki terörü siyasî ve maddî kuvvetler ile susturmak mümkün değil.
Birileri PKK’yı de maşa olarak kullanıp Kuzey Irak’ta kurdurmaya çalıştıkları Kürt devletini Türkiye, İran ve Suriye’den de almayı tasarladıkları topraklarla genişletmek, sonra da zayıf ve güçsüz devletin üzerine çöreklenip senelerce sömürmek isteyeceklerdir.
Bu sinsî ve hain plânı akim bırakmak için ülkeyi birlik, beraberlik içinde tutalım; bunun için de kardeşlik duygularını güçlendirici değerlere, eğitime, hak ve özgürlüklere ağırlık verelim, sosyal ve ekonomik yönden ülkeyi, bölgeyi daha da kalkındırmak için kolları sıvayalım, insanımızın gözü daha başka arayışlar içinde olmasın.
Gelin, ey Türkiye aşıkları, köklü ve kalıcı bir kısım adımlar atalım da kendimizi yapay gündemlerin içinde bulmak yerine gündemi belirleyenler bizler olalım.
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Elli bin senelik yolculuk |
|
Havva Hanım:
*“Dördüncü Söz’de bir kısım ehl-i takvânın bin senelik yolu bir günde, bir kısmının da elli bin senelik mesafeyi bir günde kestiği beyan edilir ve bu hakikate Kur’ân’da iki âyetin işaret ettiği belirtilir. Bu iki âyet hangi âyetlerdir? Bu binlerle ifade edilen yolculuktan bahseder misiniz? Bu yolculuk nedir?”
Bedîüzzaman Hazretleri, Dördüncü Söz’de, namazın hayatımızdaki ehemmiyetini bir temsil getirerek açıklıyor. Temsili kısaca özetlemek gerekirse: Büyük bir hâkim, iki hizmetkârına, yirmi dörder altın vererek, iki aylık mesafedeki has ve güzel çiftliğine ikamet etmek için gönderir. Bir günlük yürüme mesafesinde bir istasyon vardır ve bu istasyonda araba, gemi, tren ve uçak bulunmaktadır. Herkes maddî gücüne göre binebilecektir.
Bu hizmetkârlardan birisi gayet müsriftir ve bu bir günlük yolculukta yirmi üç altınını keyfine göre harcar. Geriye tek bir altını kalmıştır; bunu da harcadığı takdirde iki aylık mesafede aç ve yayan kalacaktır. Arkadaşı bunu uyarır. Hiç olmazsa şu bir altın ile bir uçak bileti satın almasını ve yolculuktan geri kalmamasını ister.
Bu temsilî hikâyeyi hakikate tatbik eden Bedîüzzaman Hazretleri, o hâkimin Rabbimiz olduğunu; o hizmetkârların biz insanlar olduğunu; o yirmi dört altının, yirmi dört saat her gündeki ömrümüz olduğunu; o has çiftliğin, Cennet olduğunu; o istasyonun kabir olduğunu; o yolculuğun Kabre, Haşre ve Ebedî Cennete kadar uzanan beşer yolculuğu olduğunu ve o bir altınla alınabilen uçak biletinin ise, yirmi dört saatlik bir günün ancak bir saatini işgâl eden beş vakit namaz olduğunu beyan eder.
Dünyada, bir günlük yaya yolu kadar bir ömür geçecektir. Sonra kabir istasyonu!... Kabir istasyonundan sonra, iki aylık yoldan geri kalan kısmı yürümek için kollar tekrar sıvanacaktır! Asıl yolculuk burada başlamaktadır ve buradan Haşir Meydanına, oradan da Ebedî Cennete ulaşana kadar, yani Allah’ın huzuruna nail olana kadar uzun bir yolculuk bizi beklemektedir. Ve şimdi kıldığımız beş vakit namaz, bu uzun yolculukta bizim için bir uçak bileti kıymetinde olacak ve bizi, takvâ kuvvetimize göre şimşek gibi veya hayâl gibi bir süratle—Allah’ın izniyle—Ebedî Cennete ve Allah’ın Cemal’inin rüyetine–inşallah—ulaştıracaktır!
Üstad Hazretleri bu uzun yolculuk için temsilde verdiği iki aylık sürenin karşılığı olarak, hakikatte iki rakam telâffuz eder: Birisi; bin senelik bir yol. İkincisi; elli bin senelik bir mesafe! Ve bu hakikate Kur’ân’ın, iki âyetiyle işaret ettiğini kaydeder.1
Kur’ân’da bu iki rakamı telâffuz eden iki âyet vardır. Her iki âyet de, içinde bulunduğumuz şu şehâdet âleminden, amellerimiz ve biz de dâhil, yapılan her şeyin Allah’ın huzuruna ulaşması ve Allah’ın katına yükselmesi için geçecek süreyi, bizim kabulümüzü esas alarak rakamlarla yıllara döker. Âyetlerin birisi Secde Sûresi’nde: “Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra bütün işler, sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde Allah’ın nezdine yükselir!”2 Diğer âyet ise Meâric Sûresi’nde: “Melekler ve rûh, yüksek dereceler Sahibi Allah’ın huzûruna dünyâ senesiyle elli bin yıl süren bir günde yükselir!”3
Müfessirler, bu âyetlerde verilen rakamlarla, Allah’ın huzuruna yükseliş mesafesinin uzunluğunun kinaye yoluyla anlatıldığı üzerinde yoğunlaşırlar. Bu görüşe göre âyetler bu rakamları telâffuz etmekle, bir mirsâd-ı tefekkür, yani tefekkür için bir ipucu vermiş olurlar ve Allah’ın huzuruna yükselişin ne kadar uzun bir yolculuk gerektirdiğini anlatmak isterler.
Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu bin senelik yolu ve elli bin senelik mesafeyi “bir günde” almak için verdiği “beş vakit namaz formülü” ile binlerle yıl sürebilecek kabir ötesi uzun yolculuğun, namazın kerâmeti ve takva kuvvetiyle kolayca aşılabileceğinin, dimağlarda bir müjde hâlinde yer bulmasını istemektedir.
Cenâb-ı Hak, bu uzun beşer yolculuğunda, ellerinden tuttuğu kulları arasına cümle ehl-i imanı alsın! Bizi de alsın! Âmin!
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 27
2- Secde Sûresi, 32/5
3- Meâric Sûresi, 70/4
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Yatsıya kalmak |
|
Akşamla birlikte, günün aydınlığa veda etmeye hazırlanan mahzun hali, güneşin gurubu/batması ile başlayan karanlığını koyulaştırarak yatsıya uzanır. Artık ışığını sarmış, kendini kapatmış, karanlıklara sarılı bir âlem vardır yatsı vaktinde.
Mağrib vakti, bütün batanlar/kaybolanlar gibi sonsuz sevgiyi hak edemeyenlerin fermanını gördükçe, nuraniyet arar kendisine.
Sevdiklerimizin, canlıların, diğer yaratılanların bizden uzaklaştığı, koptuğu, gecenin sessizliğine doğru başlayacak yeni bir yalnızlık yolculuğunun yaşandığı, yaşanacağı hallerin başlangıcıdır yatsı saati, işa vakti.
Zaman ölçeğinde, dünya yolculuğunun; günü çeviren saliseleri, seneyi deviren saniyeleri, insan ömrünü tamamlayan dakikaları ve asırları katlayan saatleri hatırlanır. Bu ölçekler, birbirinin ardı sıra sürelerini dolduran, sonraya sevk edilen ve yenisine yer açılan bir hazinenin dolup boşalan depolarıdır, duraklarıdır.
Benzer şekilde; gün bazında kâinatla birim ölçek olarak aynîleşen, benzeşen ve küçülerek büyüyen, ya da büyüyerek küçülen varlıklar endeksi, birbirine işaret ediyor. Birbirine çark, birbirine denge ve ahenk oluyor.
Günün, güneş doğmadan önceki imsak vaktiyle başlayan ilk namaz sabah huzuru, bir doğuş ve duyuşun sesi olduğu gibi, öğle olgunluğunda güneşin tepemizde bizi saran gençlik enerjisi de öğle vaktinin namazla kıyamıdır.
İkindinin rükûa giden beli bükük ihtiyar hali, dünyanın yaşlanan ve ömrünü dolduran hazan mevsimine işaret ederken, akşamın tamamen teslim aldığı ve ışığın kendini güneşe sarıp gaybubete, yolculuğa çıktığı yeni bir anın ilkinde ve namazın akşamında, öncelikle farzla başlayıp “Allahu ekber” demenin secdeye kapanan akşamında, açık gözlerin huşusuna şahitlik eder.
Yatsı, secdeden kalkmamak üzere kapanıştır. Gece yarısına nöbet devredecek istirahat içinde bir uzanıştır. Onun için yatsı uzunca ve derincedir. Kendini hayata bağlayan bütün varlıkların teneffüs sonrası çekildiği bir anda kendi nefsiyle teneffüs etmenin, nefes alıp vermenin ve bunu Rabbine iltica içinde yaşamanın en hususî hülâsasıdır/özüdür.
Yatsıda insan, günün nevalesinden arınmış, meşgalesinden sıyrılmış, gelir-gider hesabının aktifini kapatmış, bir sonraki günün, sabah dirilişinin uykusuna adanmış bir haletin içindedir.
Yatsı, vaktin akitle kefalet aldığı ve Mü’mince uzlete çekildiği bir murakabenin hissediş saatleridir. “Bugün, Allah için ne yaptım?” sualinin sahabe dilinden günümüze yansıyan şuur parıltısını idrak etme ve muhasebe yapma vaktidir.
Yatsı ile birlikte, gündüzün aydınlığı, gecenin karanlığıyla tamamen nöbet değiştirirken, arkasında bıraktığı zulmetin içinde nura açılan yeni fikir mahzenlerine ve duâ taleplerine en açık kalbî hüşyarlığın ifadeleri canlanır.
Yatsı, mevsimler ölçeğinde kışın zemherir haline benzer. Zıtların buluştuğu anlar. Gidenin gelecekle mukabelesidir. Kışın şiddetinde özlenen sıcaklığın mübadelesidir.
Enteresandır ki, yatsının karanlığı günün beyazını alırken, mevsimin kışı yeşilden devralınan beyaza dönüşür. Günün karanlığa düçar yatsısı, kışın beyazında buluşur kendisiyle.
“Yalancının mumu yatsıya kadardır” darb-ı meselindeki hakikat, akşam ölen dünyanın veya insanın, “bakiye-i asarının” hayata dair geri kalan eserlerinin, hatıralarının ve etki alanının da zamanın yatsısına kadar, yani akşam sonrası, ölüm sonrası bir etki alanından sonra biteceğinin işaretlerini havidir.
Yatsının, “Sabaha kadar…” diye başlayan uzunca bir gayretin ve çırpınışın, azmin ve iradenin hayattaki muvaffakiyet muştusunu anlatan ibaresinden hareketle; sabaha kadar uykuda güzel rüyalara tebdil olunacak başlangıçları yapmanın vakti.
Vaktin Bismillah’ında namaza durmak, secdeye kapanmak, kendimize abanmak, dünya kazuratına ve kusuratına kapanmak, bir yatsı zaferidir. Bir hicranın yaraları sarma ve uful edenlere/batanlara bağlanmama zevkidir.
Yatsıya gönlünüzce girin ve çıkmayın. Kalın o derinliklerde. Günü deviren gece yarısına nakledin ibadet ve huşu hakkınızı. Ya uykuda, ya da uyanıkken…
Yatsıya kalmak ve sabahlamak; zihni beynin misafirhanesine teslim edip, ruhu huzura taşımanın ve nefsi kızağa almanın en güzel hallerine tercüman olur.
Şimdi yatsı, şimdi “mühim bir inkılâp başı” aşısı…
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Nereden nereye... |
|
Milwaukee Spanish Journal gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Robert Miranda’nın, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgede yaşanan sorunla ilgili olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşlerini aktarıp, “Said Nursî, sorunun ancak İslâmla çözülebileceğini açıkça ve defalarca dile getirmiştir” diye yazdığını duyurmuştuk.
“Devletin geçmişte bölgede açılan yaraları kapatmak için, Bediüzzaman’ın çözüm önerilerini dikkate alması lâzımdır. Bütün güç odaklarının bilmesi gerekir ki, burada yaşayan halklar Müslümandır. Müslümanları birbirine bağlayan, İslâm bağıdır” şeklindeki ifadelerini de.
Bu sözlerini 26 Ekim’de manşet yapmamızdan sonra Miranda ile irtibat kuran Umut Yavuz, hem kendisini bu yayınımızdan haberdar etti, hem de yeni sorularla bu yorumlarını detaylandırması için bir fırsat daha sunmuş oldu.
Miranda cevabında öncelikle bir Türk gazetesinin kendisiyle ve fikirleriyle ilgilenip irtibata geçmesinden duyduğu memnuniyeti ifade etti.
Ardından, Türk-Kürt sorununa da yol açan ırkçılığın global bir problem olduğunu, tedavisi içinse Bediüzzaman’ın görüşlerine başvurulması gerektiğini ifade eden Miranda, “milliyetçilik bahsi” olarak bildiğimiz 26. Mektub’un 3. Mebhasına atıf yaparak, “Herkes bu kısmı dikkatle okusun” çağrısında bulunuyor.
Ve ilâve ediyor: “İnanıyorum ki, onun sözleri dünyayı çok olumlu bir yönde etkileyecek.”
Aslında Miranda Latin, Hispanik kökenli bir Müslüman ve İslâmî adı Davud Ali Selâm. Kendisini, uzun zamandır haberdar olduğu Risale-i Nur’la tanıştıran kişinin, senelerdir Amerika’da bulunan hocası Dr. Süleyman Kurter olduğunu ifade ediyor.
Kurter, 1970’li yıllardan bu yana ABD’de hizmetlerle iç içe olan son derece değerli bir isim. Nur hizmetinin dış dünyadaki ilk önemli hamlelerinden biri olan ve uzunca bir süre Nur-The Light dergisini yayınlayan California’daki Risale-i Nur Enstitüsünün kuruluşunda Osman Birgeoğlu ile birlikte çok ciddî katkıları olmuş.
Amerika-Kanada Müslüman Cemiyetinin 1977’deki yıllık kongresine sunulan “İslâmın yeniden hayatlanmasında Bediüzzaman modeli” başlıklı çalışma da ikisinin imzasını taşıyor.
(Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u akademik disiplinle dış dünyaya taşıma alanında bir ilk olan bu çalışmanın tercümesi, bilâhare Köprü dergisinin Ekim-1977 sayısında yayınlandı.)
İşte, bizim kronik terör ve PKK sorunumuza çözüm adresi olarak ta Amerika’dan Risale-i Nur’u gösteren Robert Miranda ya da Davud Ali Selâm, muhterem Süleyman Kurter’in oralarda yıllardır nur hizmetinin meslek ve meşrep ölçüleri içinde, ihlâs ve istikametle sürdürdüğü hizmetlerin güzel meyvelerinden sadece biri.
Ve aynı zamanda, cennetmekân Üstadın cennetmekân talebe ve kâtiplerinden Şamlı Hafız Tevfik yıllar önce Barla’da ilk risaleleri yazarken, “Üstad bunlara niye bu kadar ehemmiyet veriyor? Bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerde yazdıklarımızı kim duyacak, kim bilecek?” diye içinden geçirdiğinde Üstadın, “Bir zaman gelecek, bu risaleler dünyanın her tarafında okunacak” diyerek verdiği müjdeyi tasdik ve teyid eden yeni ve çok ibretli bir örnek.
Herşeye rağmen Allah nurunu tamamlıyor.
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Anka ve Osmanlı’nın yeniden dirilişi |
|
Faruk Çakır, “Bolu’da ‘Anka/Bana Sırrını Aç’ filminin galası var, gider misin?” diye bir açık dâvet ortaya atınca ‘kararsız kaldım’ ifadesinin tam tersine kendimi icabete mecbur hissettim. Denildiği gibi bu kaderimin bana bir oyunu idi. Programda Abant gezisi de vardı. Gala beni özel menkıbemin veya tarihimin kesiştiği ortak mekânlara çekiyordu. Nasıl hayır diyebilirdim? Doğduğum toprakları barındıran bir geziye çağrılıyordum ve en azından vefa duygusuyla ‘evet’ dedim. İyi ki de gitmişim. Hasret tazeledim. Daûssıla dedikleri sıla ile bağlarımızı tazeledim. Aslında sıla demek bağ demek. Bir anlamda insanın kaderle olan bağları demektir. Giderken hava epeyce pusluydu. Gezi sırasında cep telefonumu kapatırken aslında o günkü onca bağlantımı da kesmiş oldum. Parazit istemiyordum. Birçok tanıdık arkadaşla birlikte Taksim’den otobüse bindik ve Abant’a doğru yola koyulduk.
Abant’ı anlatmak ancak bir başka fasılla birlikte mümkün olabilir. Bununla birlikte, mevcut otellerin birisinin göl kenarındaki lokantasında bir öğle yemeği yedik ve göle nazır hatta gölün üzerindeki iskele lokantada da çaylarımızı içtik. Tabii ki koyu bir sohbetin eşliğinde. Milli Gazete’den Bünyamin Yılmaz bize rehberlik etti. Zaman zaman açan ve zaman zaman kapanan hava arasında kısa bir Abant turu yaptık. Köyüm Elmacıkdere buraya bir menzillik uzaklıktaydı, taş atımlık mesafedeydi ama sadece uzaklardan bakmakla yetiniyoruz. Abant molasından sonra kafilemiz yeniden harekete geçiyor ve Bolu’ya vasıl oluyoruz. Kafile Köroğlu Otel’de kısa bir konaklama pozisyonu alıyor ve mola veriyor, ardından kokteyl ve gala başlayacak. Biz öncelikli olarak belediye binasının bulunduğu caddede bir tur attık ve orada bulunan küçük bir camide akşam namazlarımızı eda ettik. Cami ilk Osmanlı dönemi mimarî tarzında. Münis mi munis... İçiniz huzura gark oluyor. Sonra çarşı turuna çıktık ve Bolu tarzı çikolatalar aldık. Bolu damak zevkinde hünerli olduğu gibi tatlı çeşitlerinde de hünerli. Özellikle de kasabam olan Mudurnu iddialı. Saray Helvası, Köpüklü Helva yöreye has, patenti kendisine ait tatlı çeşitlerinden bazıları.
***
Yatsıyı Yıldırım Beyazıd Camii’nde kıldık. Caminin altındaki dükkânı meşayıh-ı kiramdan Muhyiddin Efendi’nin oğlu Ahmet Efendi’nin yıllarca önce uğradığım attarhanesine benzettim. Ta kendisiymiş. Muhyiddin Efendi de Nisabur Attarı gibi Bolu Attarı idi. Şimdi dedesinden kalma bu mesleği torunu Yekta sürdürüyormuş. Yıldırım Beyazıd Camii ve bedestenine girdiğimde yeniden tarihin kokusu ve dokusu ve soluğuyla yüzyüze geldim. İnsana derunî bir haz ve hava veriyor. Sakarya boyu ve Marmara’da Osmanlı tarzı ilk mimari eserleri görebilirsiniz. Anadolu’nun diğer taraflarında Yıldırım Beyazıd camileri yoktur. Ama Bolu, Mudurnu ve Bursa yörelerinde onun adına eserlere rastlamak mümkün. Bu eserler kuruluş devresinin yadigârları. Sonra yavaş yavaş ana caddeyi turlayarak valilik binasının yanından galanın yapılacağı sinemaya yollandık.
Yağız ve yapılı birisi elini uzattı ve tanıştık. Meğer Erzurum dadaşı imiş ve yıllardır Bolu’da bir kamu görevi ifa ediyormuş. Vehbi Camgüz olarak takdim etti kendisini uzunca bir hasbihal ettik. Sonra Bolu’nun kıdemli memurları ve amirleriyle tanıştırdı. Bolu Müftüsü ile de tanıştık. Nereli oluduğunu sordum. Söğütlü imiş. Ve kokteylden sonra galaya geçtik. Filim aslında daha önce Nedim Hazar’ın önceki filimlerinden de hatırladık bir tanımıyla Mesut Uçakan’ın kişisel menkıbesi. Mesut Uçakan filmi hayatın ve yaratılışın izafiyeti üzerine kurmuş. Ağır bir vahdet-i vücud teması işlenmiş. Kurgularda bazen kopukluklar var. Vahdet-i vucud meselesi ve izafi alan pek kıvamında işlenememiş. Hayatın Allah’la kaim olması itibarıyla onsuzluğun bir hiçlik, abesiyet ve boşluk olması başka Allah’ın varlığına ve yüceliğine delil olan bir asarı_ı rahmetillah olması ve bunun vurgusu daha başkadır. Değişkenliği ve akışkanlığı ve hayatın yerinde durmaz ve coşkun çehresini tahayyülat olarak okumak, eleştirilebilecek yönleri arasında. Kurguda bazı kopukluklar elbetteki var. Tahayyülat niye gerçek olmasın ve tahayyülatı yaratan niye gerçeğini yaratmasın. Bu dünya tahayyülat olunca öteki gerçek mi olacak? Buradan yola çıkarsak; birilerine göre cennet veya cehennem sadece onun ilminde iyi veya kötü olarak kodlanmak niye olmasın?
***
Neyse biz Mesut Uçakan’ın kişisel menkıbesini bırakalım da kendi menkıbemizin peşine düşelim. Anka eğer bir diriliş ve ölümsüzlük sırrı ise (ki, öyledir) öyleyse bu diriliş Osmanlı’nın kuruluş topraklarında cereyan ediyor. Ve ben galada kendi kaderimin izlerini gördüm. Erzurumla has dairede temasım Vehbi Camgöz üzerinde tecelli etti. Söğüt asıllı Bolu Müftüsünün varlığı galada Osmanlı ruhunu temsil eder gibiydi. Filmin sahneleri ise büyük ölçüde İstanbul ile Göynük’te kurgulanmış ve çekilmişti. İstanbul ve Göynük fethin fizikî ve metafizikî yönünü ve boyutlarını temsil ediyor.
Filmde İstanbul’un manevi fatihi Şamlı Akşemseddin’in mezarı da gösteriliyor. Demek ki İstanbul’un fethinde Şam’ın, Şam’ın fethinde de İstanbul’un bir hissesi ve payı var. Dolayısıyla galanın İstanbul’da değil de Bolu’da yapılması manevî fethin de yeniden dirilişin de bir müjdesi gibi. Devlet bu topraklarda kuruldu ve İstanbul’da imparatorluk oldu. Bana göre Anka bize bunu müjdeliyor. Yıldırım Beyazıd Camii önünde bir arkadaşın “Sahibini Arayan Madalya” filmini buraya getirdiğini söylemesi de bir başka rastlantısız rastlantıydı elbet.
Niye galaya alâkasız alarak ben dâvet edilmiştim? Daha doğrusu beni kimse dâvet etmemiş kaderim beni o galaya sürüklemişti. Bu bir sessiz dâvetti. Emeği geçenleri kutlarım...
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Oyalama oyunu |
|
Hafta sonu Türkiye’nin gündemi yoğun. Başbakan Erdoğan’ın Amerika’da Bush’la görüşmesi öncesinde Ankara’da bir dizi temas trafiği yaşandı. İstanbul’da “Irak’a komşu ülkelerin genişletilmiş toplantısı” yapılıyor. Gündem, komşu Irak’ın işgalle saplandığı çıkmaz durum; ve Türkiye ile bölge ülkelerine yönelik işgalciler ve işbirlikçileri himâyesindeki terör...
Türkiye ABD’ye beklentilerini bildiriyor. İstanbul’da da, Beyaz Saray’da da aynı endişeler iletilecek. Ancak, hiç kimse, Ankara’nın bu isteklerinin karşılanacağı umudunda değil. Bu durum, Rice’nin Türkiye yolunda, yine terör örgütünü kınamakla kalıp, Ankara’ya salt “itidal tavsiyesi” yapmasıyla bir defa daha anlaşılıyor. Neticede, baştan beri Ankara’yı oyalayan Washington’la ilişkilerin havanda su dövmek olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Aslında yanlışlık, terörü koruyup azdıranlardan terörü durdurmayı talep etmekten kaynaklanıyor. Son dönemde Başbakan’ın ve hükûmet sözcülerinin “rest” ve çıkışlarında âdeta bu “hata”nın itirafları okunuyor...
* * *
Problem, Amerikan yönetiminin, Ortadoğu ve İslâm coğrafyasında sürdürdüğü politikalarla Irak ve terör örgütüne karşı tavrından türüyor. Bush’un, İran’ın nükleer enerjiye sahip olmasının üçüncü dünya savaşını tetikleyeceği iddiasına karşılık, “büyük İsrail” projesiyle bütün bölgede huzursuzluk üreten İsrail’in yüzlerce nükleer başlıklı silâha sahip olmasını “gerekli” görmesi, bunun bir örneği...
Washington’un çelişkisi ve tutarsızlığı o denli ki, sâdece Irak’a komşu ülkeler değil, Amerikan diplomatları da bundan bîzar... Washington Post, Amerikalı diplomatların artık Irak’a gitmeyi “idam gibi” gördüklerini ve bu ülkeye gitmek istemediğini yazıyor. Amerikan Dışişleri ise, “Ya Irak ya istifa” diye zorluyor.
Şu hale bakın: Bir yandan, Amerikan ordusunun taşeronluğuyla Irak’ta katliam yapan Blackwater adlı bir Amerikan özel güvenlik şirketin terör örgütüne her türlü ağır ve hafif karaborsada sattığı ortaya çıkıyor. Bu skandalı Amerikalı savcılar ve Dışişleri de doğruluyor. Diğer yandan, terörün azdığı, her defasında onlarca şehid cenâzesinin Anadolu’ya geldiği sırada, tahrik ve şantaj amaçlı “Ermeni soykırımı” tasarısı gündeme getiriliyor. Ve bu esnada, bir yerlerden düğmeye basılmışçasına Türkiye’de karşılıklı kavmiyetçilik kavgasını başlatan fitne ateşi alevlendiriliyor...
Belli ki ABD, Türkiye’nin terörle mücadelede açık işbirliği teklifine karşılık, bazı etkisiz önlemleri ileri sürecek. Bunun da Türkiye ile Irak’ın ve diğer bölge ülkelerinin arasını açmanın dışında bir faydası olmayacak...
Aslında, işgalin başından bu yana AKP iktidarlarının “ABD’ye destek hamûlesi” ve “Ortak Vizyon Belgesi”yle onlarca hava ve deniz limanını işgalci conilere, mühimmat ve savaş malzemesine açarak her türlü lojistik ve askerî desteği vermesi, hatanın temelini teşkil ediyor.
Hatalar zinciri, son beş yıldır Gül ve Erdoğan hükûmetlerinin, Bush yönetiminin İsrail’in egemenliği hesabına işgal plânına göre dayattığı senaryolarla avutma ve oyalama taktiğine gelmekle devam etti... Dışişleri Bakanı Babacan’ın, “Türkiye aynı hataları tekrarlamaz” cümlesi, bunun ikrarı. Daha önce denenmiş çalışma mekânizmalarını denemeyeceklerini ve yeniden oyalanma oyununa gelmeyeceklerini belirten Türkiye Dışişleri Bakanı’nın sözleri, resmen ABD’nin Türkiye’yi oyaladığının ifâdesi...
* * *
Belli ki başta fiyasko ile biten “koordinatörlük” konusu olmak üzere, Bush yönetiminin ısrarla önerdiği “üçlü mekânizma”, zaman kaybetmekten başka bir işe yaramıyor. Ki Babacan da bunu açık açık söylüyor. Zira neoconların “üçlü mekânizma” dedikleri, Türkiye’ye yönelik terörün önlenmesinin Irak hükûmetine ihâlesi.
Oysa gelinen noktada vesâyet altındaki Bağdat yönetiminin ne yetkisi var ne de irâdesi. Kendini koruyacak gücü dahi yok; nerede kaldı ki Kandil’deki teröristelri derdest edecek ve ABD’ye rağmen terör örgütünü Irak’tan tasfiye edecek!
Zira Amerikan yönetimi, terör örgütünü ve Kuzey Irak’ta güdümündeki yerel yönetimi, öteden beri Türkiye, İran ve bölge ülkelerine karşı bir “kart” olarak elinde tutuyor, ”koz” olarak kullanıyor.
Bundandır ki, ABD’nin müdâhil olduğu hiçbir işte netice alınamıyor. İstanbul’daki toplantıda ve Erdoğan’ın Bush’la görüşmesinde de müşahhas bir çözümün çıkmayacağı daha şimdiden âdeta kabullenmiş gözüküyor.
Sonuçta Ankara, çeşitli ülkelerde iç karışıklıkla kargaşa ve kaosa sebebiyet verdiren Amerika’nın bölgede terörü tırmandıran politikalarına ve oyalamalarına göre değil, bin yıldır birlikte yaşadığı, aynı inancı, tarihi ve kültürü paylaştığı Müslüman komşularıyla tespit edeceği ortak kararlara bakmalı...
Yoksa yine oyalama oyununa gelir...
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tehlikenin farkında değiliz |
|
İnsanoğlu, ağır bedeller ödeyerek de olsa zamanla yanlış yolun farkına varıyor. Yıllar önce ‘faizsiz ekonomik sistem işlemez’ diyenlerin, bugün ‘faizler insin, faiz bizi bitirdi, canımıza tak dedi’ şeklinde gazete ilânları verdiğine şahit oluyoruz.
Geçmişte benzer bir durum ‘sigara’ konusunda yaşanmıştı. “Sosyal statünün göstergesi” olarak görülen ve müsamaha ile bakılan sigara, bugün en büyük düşman kabul ediliyor. Aynı şey, evlerimizi işgal eden televizyonlar için de söz konusu. Yıllardan beri “TV’siz ev olmaz” diye düşünenler, bugün “TV’leri nasıl sokağa atarız”ın hesabını yapıyorlar. Çünkü ehil olmayanların elinde olan televizyonlar, yayınladıkları programlar sebebiyle hem aileyi, hem de çocukları öldürüyor.
Konu ile ilgili yapılan bir araştırma, bilinenleri yeniden hatırlamamıza sebep oldu. Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yapılan bir araştırma, ‘’Televizyon ve Çocuk’’ adı ile kitaplaştırılmış. Araştırma, 6-12 yaş grubundaki 500’ü kız, 500’ü erkek olmak üzere toplam bin ilköğretim öğrencisi ile yüz yüze görüşülerek yapılmış.
Araştırmaya göre, günümüzde her evde ortalama 2 televizyon bulunuyor. Çocukların televizyon izleme sıklıkları, evde bulunan televizyon cihazının sayısıyla artıyor. Çocuklar, günde en az 3 saat televizyon izliyor. Televizyonun en çok izlendiği zaman dilimleri ise en verimli saatleri kapsıyor: 09.00-12.00 ile 18.00-21.00 arası.
Erkek çocuklar, kızlardan daha fazla süreyi televizyon ekranı karşısında geçiriyor. Televizyonda izlenecek kanal ve program tercihini akşam saatlerinde baba, gündüz saatlerinde ise çocuklar belirliyor. Aileler, çocuklarını televizyon izleme konusunda genelde sınırlandırmıyor. Çocuklar tarafından model alınan öğretmenler de, televizyon programı izleme önerisinde bulunmuyor. Araştırma sonuçlarına göre, çocuklar anne-babaları veya öğretmenlerinden çok televizyon kahramanlarını örnek alıyor. Uzmanlar, kitle iletişim araçları içerisinde sözlü ve yazılı mesajları aynı anda sunabilmesi, hem göze hem kulağa hitap edebilmesi nedeniyle televizyonun özel bir yeri olduğuna dikkati çekiyor. (AA, 3 Kasım 2007)
Mevcut haliyle televizyon programlarının zararı sadece çocuklarımıza değil. Sihirli kutu TV, aile büyüklerini de ‘deli’ ediyor, ama farkında değiliz. Benzer bir açıklama da Trakya Üniversitesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Okan Çalıyurt’dan geldi: ‘’Terör ve şiddet haberleri, hemen hemen her dinleyende ve her okurda psikolojik olarak etkilere sebep olmakta ve zaman zaman da empati mekanizması ile huzursuzluk ve gerginliğe yol açmaktadır.’’ (AA, 3 Kasım 2007) Bu ifadenin Türkçesi, “mevcut haliyle televizyon haberlerini izleyenlerin ‘deli’ olma ihtimali var” demektir. Yapılan araştırmaların, televizyon izleme saatinin artmasıyla çocuklarda stres, kaygı ve çökkünlük semptomlarının da arttığını gösterdiğini belirten uzmanlar, çocuğun odasında bir televizyon bulunmasıyla uyku problemleri arasında ilişki bulunduğunun da ortaya konulduğunu hatırlatıyorlar.
Televizyon, bilgisayar ve internet dünyasının zararlarından tamamen korunmak neredeyse imkânsız. O halde, zararları en aza indirmek için elimizden geleni yapmak durumundayız. Bunun ilk yolu da TV ve benzeri ‘vasıta’ları dost bilmemekte... Düşmanı ‘dost’ bilen, onun zararından kendisini ve ailesini koruyabilir mi?
“Ciddî tehlike”nin farkına varalım...
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|