Hayalî virgül ve bir “e” harfi
Risâle-i Nurların sayfaları arasında gezinirken bir çok incelik gözümüze çarpar. Ama bir o kadarı da gizlenmektedir. Bu gizli hazineler, derin mânâlar galiba her vakit olacak ve galiba her vakit dikkatli okuyucularını, tâbiri caizse hazine avcılarını bekleyecek. Evet orada, yanıbaşınızda duran, genellikle kırmızı kaplı kitaplardan bahsediyorum.
Hakikaten de Risâleler dikkatli bir okumayı fazlasıyla hak ediyor. Maalesef her vakit aynı dikkat seviyesiyle okumak mümkün olmayabiliyor. İşte “bir dikkatsiz okuma”nın sebep olduğu ve ayrıntıların önemine işaret eden bir latîfeyle başlayalım:
O gün çok yorgun bir halde eve dönmüştüm. Herhalde bu yorgunluktan olacak önce okumak istemedim. Neyseki bu konuda nefsimi ikna etmiştim. Fakat bu sefer de “öylesine bir okuma” yapıyordum. Derken aşağıda alıntıladığım cümleyi okurken bir anda irkildim. Şok olmuştum. Çünkü Risâle-i Nur’dan aldığım bütün bilgilere, imânî birikime zıt bir anlam var gibiydi şu cümlede:
“Ve nihayetsiz, hiç şaşırmayan ezelî, ihâtalı bir ilim ve gayet dikkatli, hiç mizansız, faydasız hareket etmeyen bir sermedî hikmet ve inayet, o kudretin içinde bulunup zerrat ordusundan birtek zerreyi meczup Mevlevî gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiği gibi; küre-i arzı aynı anda, aynı kanunla bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede, yine bir meczup Mevlevî misilli gezdirir.”
Haliyle siz şu anda Hakîm-i Hâkim’in hikmetinden ve kudretinden bahseden bu cümleyi dikkatli okudunuz. Dolayısıyla hiç de öyle zıt, ters bir şey görmediniz. Vakıa zaten yok, olamaz da. Ama ben o gün okurken meğer cümleye fazladan bir vürgül koymuşum. Hem de “faydasız” ile “hareket etmeyen” kelimelerinin tam ortasına!
Bu hayalî virgülle tekrar okursanız göreceksiniz ki anlam tamamen değişiyor. Hâşâ bu “sermedî hikmet” hiç “hareket etmiyor”du ve hâşâ “mîzansız”dı ve yine hâşâ “faydasız”dı. Halbuki tam tersine cümlede bu “sermedî hikmet” “faydasız hareket etmiyor”du. “Mîzansız hareket etmiyor”du. Her şeyiyle mîzanlıydı, ölçülüydü...
Cümleyi bir kere daha–fakat bu kez düzgün—okuyunca kendime çok gülmüştüm. Fakat güldükten sonra bir ders aldım, bundan sonra virgülleri de önemseyecektim...
Zaten bir zaman sonra bu cümlenin de içinde olduğu muhteşem “El-Hüccet-üz Zehrâ”yı okurken bir başka inceliğe dikkat kesilecektim.
Tevhîd vurgusunun gerçekten çok etkileyici olduğu bu risâlede ehl-i dalâletin ve tevhîde inanmayanların ne kadar mantıksız oldukları ispat edildikten sonra “Birtek ilâhı kabul etmemekle, zerreler adedince ilâheleri mezheplerince kabul etmeye mecbur olarak Cehennemin esfel-i sâfilînine girmeye müstehak düşerler” denilerek konu bağlanır. Bu husus Risâle-i Nurların pek çok yerinde farklı şekillerde tekrar işlenir. Burada benim dikkatimi ise “ilâheleri” kelimesi çekmişti. Bu kelimeyi “ilâhları” şeklinde okumaya meyilliydim. Ama burada “ilâhları” değil “ilâheleri” denilmişti.
Bu değişikliğin izini sürdüğümde bir çok mânâya işaret eden bir harf ile bir kez daha karşılaşmıştım. Arapça kaidelerine göre “ilâheler”, “ilâhların” dişisiydi. Yani ilâhlar denildiğinde “erkek ilâhlar”, “ilâheler” denildiğinde “dişi ilâhlar” kastediliyordu. Bu noktadan söz konusu cümleye baktığımda ise çok güzel bir incelik daracık aklıma geldi. Dişiliğin en büyük belirtisi “doğurganlığı” idi. Hemen hemen bütün üreyen hayat sahipleri için bu kanun-u İlâhî geçerliydi. Öyleyse burada özellikle “dişi ilâhlar” yani “ilâheler” denilerek anlam pekiştiriliyordu. Yani küfür ehli bir tek Vahid-i Ehad’i kabul etmemekle bir çok ilâhı kabul etmek zorunda kalıyorlardı. Hatta iş burada da bitmiyordu, bu ilâhları kabul edince otomatik olarak onları etkileyen hatta onların etkilendiği pek çok şeyi de ilâh olarak kabul etmek mecburiyeti oluşuyordu. Sanki bu ilâheler, başka ilâhları ve ilâheleri doğuruyordu!
Tam da bu noktada Lemeât’ta geçen Sûre-i İhlâs bahsi aklıma gelmişti. Bilhassa “Lemyelîd ve lem yûled”in izahı. Ama oraya hiç girmeyeceğim. Çünkü hem benim boyumu, hem de yazının sınırlarını aşıyor...
Böylece fazla gibi gözüken bir “e” harfinden hisseme düşen hakikatler, bu harfin hiç de öyle fazla olmadığını ispatlıyordu.
Yine bir başka zaman bu sefer 30. Söz’de benzer bir kullanıma şahit olmuştum. “İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki…. ….. kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş.” Buradaki kullanım aslında dil kurallarına aykırıydı. Çünkü “âlihe” zaten çoğuldu ve “âliheler” demekle bir çoğul eki fazlalığı oluşuyordu. Ama İşârâtü’l-İ’câz gibi Arapça âlimlerini de hayrette bırakan bir eser yazmış bir insanın bu kadar basit bir hata yapması mümkün değildi. Öyleyse bu kasıtlı bir hata idi.
Hakikaten de burada ilâhların mümkün olmayacak derecede çokluğu, hem dişi takısıyla hem de fazladan çoğul ekleriyle vurgulanmış. Bu imkânsız derecede fazla, abartılı ilâhlara biraz da alaycı bir yaklaşım getirilmişti.
(Not: ilâhe-âlihe tabirinin akla gelen ilk mânâsı da doğrudur. Meselâ; Yunan mitolojisindeki dişi ilâheler bu kapsama girmekteydi...)
Neyse... Bu hamur hem çok su götürür, hem de bahsedilen “e” harfinden, “ilâhe” tabirinden ve “âliheler” tabirinden çıkarılacak hakikatler, mânâlar sadece bunlarla sınırlı değil.
İncelikleri ve hazineleri siz de keşfetmek isterseniz, adres belli: Kur’ân Şehri, Risâle-i Nur Caddesi, Okuma Apartmanı, Dikkat Dairesi... Yine bekleriz efendim!
|