Faruk Çakır, “Bolu’da ‘Anka/Bana Sırrını Aç’ filminin galası var, gider misin?” diye bir açık dâvet ortaya atınca ‘kararsız kaldım’ ifadesinin tam tersine kendimi icabete mecbur hissettim. Denildiği gibi bu kaderimin bana bir oyunu idi. Programda Abant gezisi de vardı. Gala beni özel menkıbemin veya tarihimin kesiştiği ortak mekânlara çekiyordu. Nasıl hayır diyebilirdim? Doğduğum toprakları barındıran bir geziye çağrılıyordum ve en azından vefa duygusuyla ‘evet’ dedim. İyi ki de gitmişim. Hasret tazeledim. Daûssıla dedikleri sıla ile bağlarımızı tazeledim. Aslında sıla demek bağ demek. Bir anlamda insanın kaderle olan bağları demektir. Giderken hava epeyce pusluydu. Gezi sırasında cep telefonumu kapatırken aslında o günkü onca bağlantımı da kesmiş oldum. Parazit istemiyordum. Birçok tanıdık arkadaşla birlikte Taksim’den otobüse bindik ve Abant’a doğru yola koyulduk.
Abant’ı anlatmak ancak bir başka fasılla birlikte mümkün olabilir. Bununla birlikte, mevcut otellerin birisinin göl kenarındaki lokantasında bir öğle yemeği yedik ve göle nazır hatta gölün üzerindeki iskele lokantada da çaylarımızı içtik. Tabii ki koyu bir sohbetin eşliğinde. Milli Gazete’den Bünyamin Yılmaz bize rehberlik etti. Zaman zaman açan ve zaman zaman kapanan hava arasında kısa bir Abant turu yaptık. Köyüm Elmacıkdere buraya bir menzillik uzaklıktaydı, taş atımlık mesafedeydi ama sadece uzaklardan bakmakla yetiniyoruz. Abant molasından sonra kafilemiz yeniden harekete geçiyor ve Bolu’ya vasıl oluyoruz. Kafile Köroğlu Otel’de kısa bir konaklama pozisyonu alıyor ve mola veriyor, ardından kokteyl ve gala başlayacak. Biz öncelikli olarak belediye binasının bulunduğu caddede bir tur attık ve orada bulunan küçük bir camide akşam namazlarımızı eda ettik. Cami ilk Osmanlı dönemi mimarî tarzında. Münis mi munis... İçiniz huzura gark oluyor. Sonra çarşı turuna çıktık ve Bolu tarzı çikolatalar aldık. Bolu damak zevkinde hünerli olduğu gibi tatlı çeşitlerinde de hünerli. Özellikle de kasabam olan Mudurnu iddialı. Saray Helvası, Köpüklü Helva yöreye has, patenti kendisine ait tatlı çeşitlerinden bazıları.
***
Yatsıyı Yıldırım Beyazıd Camii’nde kıldık. Caminin altındaki dükkânı meşayıh-ı kiramdan Muhyiddin Efendi’nin oğlu Ahmet Efendi’nin yıllarca önce uğradığım attarhanesine benzettim. Ta kendisiymiş. Muhyiddin Efendi de Nisabur Attarı gibi Bolu Attarı idi. Şimdi dedesinden kalma bu mesleği torunu Yekta sürdürüyormuş. Yıldırım Beyazıd Camii ve bedestenine girdiğimde yeniden tarihin kokusu ve dokusu ve soluğuyla yüzyüze geldim. İnsana derunî bir haz ve hava veriyor. Sakarya boyu ve Marmara’da Osmanlı tarzı ilk mimari eserleri görebilirsiniz. Anadolu’nun diğer taraflarında Yıldırım Beyazıd camileri yoktur. Ama Bolu, Mudurnu ve Bursa yörelerinde onun adına eserlere rastlamak mümkün. Bu eserler kuruluş devresinin yadigârları. Sonra yavaş yavaş ana caddeyi turlayarak valilik binasının yanından galanın yapılacağı sinemaya yollandık.
Yağız ve yapılı birisi elini uzattı ve tanıştık. Meğer Erzurum dadaşı imiş ve yıllardır Bolu’da bir kamu görevi ifa ediyormuş. Vehbi Camgüz olarak takdim etti kendisini uzunca bir hasbihal ettik. Sonra Bolu’nun kıdemli memurları ve amirleriyle tanıştırdı. Bolu Müftüsü ile de tanıştık. Nereli oluduğunu sordum. Söğütlü imiş. Ve kokteylden sonra galaya geçtik. Filim aslında daha önce Nedim Hazar’ın önceki filimlerinden de hatırladık bir tanımıyla Mesut Uçakan’ın kişisel menkıbesi. Mesut Uçakan filmi hayatın ve yaratılışın izafiyeti üzerine kurmuş. Ağır bir vahdet-i vücud teması işlenmiş. Kurgularda bazen kopukluklar var. Vahdet-i vucud meselesi ve izafi alan pek kıvamında işlenememiş. Hayatın Allah’la kaim olması itibarıyla onsuzluğun bir hiçlik, abesiyet ve boşluk olması başka Allah’ın varlığına ve yüceliğine delil olan bir asarı_ı rahmetillah olması ve bunun vurgusu daha başkadır. Değişkenliği ve akışkanlığı ve hayatın yerinde durmaz ve coşkun çehresini tahayyülat olarak okumak, eleştirilebilecek yönleri arasında. Kurguda bazı kopukluklar elbetteki var. Tahayyülat niye gerçek olmasın ve tahayyülatı yaratan niye gerçeğini yaratmasın. Bu dünya tahayyülat olunca öteki gerçek mi olacak? Buradan yola çıkarsak; birilerine göre cennet veya cehennem sadece onun ilminde iyi veya kötü olarak kodlanmak niye olmasın?
***
Neyse biz Mesut Uçakan’ın kişisel menkıbesini bırakalım da kendi menkıbemizin peşine düşelim. Anka eğer bir diriliş ve ölümsüzlük sırrı ise (ki, öyledir) öyleyse bu diriliş Osmanlı’nın kuruluş topraklarında cereyan ediyor. Ve ben galada kendi kaderimin izlerini gördüm. Erzurumla has dairede temasım Vehbi Camgöz üzerinde tecelli etti. Söğüt asıllı Bolu Müftüsünün varlığı galada Osmanlı ruhunu temsil eder gibiydi. Filmin sahneleri ise büyük ölçüde İstanbul ile Göynük’te kurgulanmış ve çekilmişti. İstanbul ve Göynük fethin fizikî ve metafizikî yönünü ve boyutlarını temsil ediyor.
Filmde İstanbul’un manevi fatihi Şamlı Akşemseddin’in mezarı da gösteriliyor. Demek ki İstanbul’un fethinde Şam’ın, Şam’ın fethinde de İstanbul’un bir hissesi ve payı var. Dolayısıyla galanın İstanbul’da değil de Bolu’da yapılması manevî fethin de yeniden dirilişin de bir müjdesi gibi. Devlet bu topraklarda kuruldu ve İstanbul’da imparatorluk oldu. Bana göre Anka bize bunu müjdeliyor. Yıldırım Beyazıd Camii önünde bir arkadaşın “Sahibini Arayan Madalya” filmini buraya getirdiğini söylemesi de bir başka rastlantısız rastlantıydı elbet.
Niye galaya alâkasız alarak ben dâvet edilmiştim? Daha doğrusu beni kimse dâvet etmemiş kaderim beni o galaya sürüklemişti. Bu bir sessiz dâvetti. Emeği geçenleri kutlarım...
04.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|