Time dergisinde yayınlanan ‘Behind Turkey’s Kurdish problem’ başlıklı yazıda da hatırlatıldığı gibi kimi Türklerin kendilerine has abartıları vardır. ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ veya ‘Türk’ün Türkten başka dostu yoktur’ deyimi gibi. Birisi de geçenlerde bir yazı yazmış ‘Türk’ün tek dostu Kürttür’ diye. Yine “Vatan söz konusu ise, gerisi teferruattır...” kabili ifadeler kantarın topuzunun kaçırıldığını gösteriyor. Elbette vatan sevilmeli, ama onun korunması fanatizmde değildir. Aksine en iyi çare itidal ve akıldır. Elbette son vecizeyi yorumlamak evvelemirde ‘mahalle baskısı’ kavramının mucidi Şerif Mardin’e düşerdi. O da Şarku’l Avsat gazetesinde Türkiye ile alâkalı bir yazı dizisine mülakat vererek bunu yapmış ve orada “Türkler devlet meselesini abartıyor ve adeta din konumuna yükseltiyorlar” diyor. Gerçekten de biz laiklik meselesini de çok abartıyoruz. Bundan dolayı ‘bayrak fetişizmiyle’ alakalı bir yazıda bir bayan yazarımız bir ay önce neyi tartıştığımızı soruyor. Elbetteki laiklik konusunda Malezya olur muyuz, olmaz mıyızı tartışıyorduk. Bir ay sonra ise savrularak kendimizi başka bir tartışmanın tam ortasında ve odağında bulduk. Bölünür müyüz, bölünmez miyiz?
Tepkilerin ve milliyetçiliğin bu basit ve abartılı sunumu kimi alaycı tepkileri de beraberinde getiriyor. Bu nedenle alay meselesi Ertuğrul Özkük’ün satırlarına da konu olmuş. Haklı olarak ‘Hiç olmazsa alay etmeyin’diyor. Gerçekten de karşılıklı olarak birbirimizin duygularını rencide edecek ve yaralayacak ifade ve tavırlardan kaçınmalıyız. Lâkin bununla birlikte alay konusu olacak yaklaşımlara da mesafeli durmalıyız. Zinhar vakur olmalıyız. Mesele kayıp yakınlarının acılarını ifade etmesi değil elbet, olamaz da. Mesele bunun kabından ve zemininden taşırılması ve örgütlü bir hale getirilmesidir. Belki bazen halkın tepkilerinin dile getirilmesi de caydırıcı olabilir. Ama kıvamı bulunmalı ve iş tadında bırakılmalı. Türkiye büyük bir ülkedir. Hafiflikler yakışmaz. Alay meselesine gelince, elbette ki karşılıklı olarak böyle bir mesele mevzubahis olabilir. ‘Kürt imajı’ da bu hususta biraz yaralı sayılabilir. Yine Şarku’l Avsat gazetesi bu hususta Türkiye dosyasında bazı Kürtlerin televizyon dizilerindeki Kürt imajından rahatsız olduklarını ortaya koyuyor. Burada Kürt figürü geri kalmış taşralı imajıyla sunuluyor.
***
Bu dizilerde iki zarar birden var. Birincisi, Kürtlerin duygularını rencide etmesi, ikincisi de Türkçe’nin ve adab-ı muaşeretin tahrif edilmesidir. Bu da filmlerin abartısı olmalıdır. Gerçi fıkra üretimi Kürtlere münhasır veya has değildir. ‘Kandıralı ‘deyimi ve Karadeniz fıkraları da böyledir. Kürtler için Anadolu’da söylenen bazı şeyler Arap ülkelerinde de Türkler için ‘Türk kafası gibi kuru/muhhut türki en naşif’ kullanılmaktadır. Hatta bazılarını Türk dostları da kullanmaktadır. Sudan’da Türk soyundan gelen Fatih Ali Haseneyn bile huzurumda böyle bir ifadeyi kullanmıştır. Veya eskiden anonim olarak ‘etrak biidrak/idraksiz Türk’ ifadesi iştihar etmiştir. Bunlar doğru olmasa bile söylene gelmiştir. Keza Mısır’da Saidliler adeta fıkra kaynağı gibidirler. Nasreddin Hoca fıkraları gibi uydur uydur söyle. Suriyeliler de siyasî fıkraları severler. En sonki fıkra yine Beşşar’la alakalı. İsrail’in bombaladığı mevkii veya bombalamanın mahiyetiyle ilgili çelişkili açıklamalar gelince: “Beşşar İsrail’in bombaladığı yeri unutmuş. Suriyeli uçaklar İsrail uçaklarına ülkenin hava sahasını terk ettikten sonra karşılık vermişler...” gibi fıkralar üretilmiş.
***
Evet karşılıklı alay etmemek lâzım, ama bazı şeylerin üzerinde de gereğinden fazla durmamak gerekir. Bazen iyi niyeti de hatırda tutmak lâzım. Cüneyt Ülsever’in liberal Kürt dostum dediği Enver Sezgin de abartılı mitinglerden bizar olmuş. Mitingleri haklı bulmakla birlikte meselenin maksadı aştığını ve ‘Kürt düşmanlığına’ dönüştüğünü söylemiş ve negatif enerji birikiminin Kürtleri muazzam biçimde tedirgin ettiğini ifade etmiş. 1999 sonrasında Hizbullah meselesinde de benzeri gelişmeler yaşanmış ve her sakallı potansiyel bir Hizbullahçı olarak görülmüş ve sakallılar da kendilerinden şüphelenmeye başlamışlardı. 2003 yılında da Irak’ta da Cüneyt Ülsever’in ‘Kardeş kardeşi vurur mu?’ başlıklı yazısında değindiği gibi bir hava oluşmuştu. Kürtlerin ayrılıkçı yaklaşımlarına karşı Bağdat yolu üzerinde kuzeyden gelen otobüs ve araçlara saldırılar veya en azından tacizler yapılmıştı. Evet, bu meselede ANAP Başkanı Erkan Mumcu’nun söylediği gibi Kürt, Kürtçü ve terörist birbirinden ayrılmalıdır. Hepsi ayrı kategoridedir. Türk ve Kürt’ün birbirine yabancılaşmasında üç önemli faktör var. Yabancı ideolojiler, Batı’daki diaspora Kürtleri ve basın.
Basın malzeme bulmak için bazı meseleleri abartıyor ve ayrılıkçı kompleksleri körüklüyor. Sözgelimi Şarku’l Avsat gibi bir gazete bile Diyarbakır’da Kürt kelimesinin yasak olduğunu yazabiliyor (30/10/2007). Hergün başbakan seviyesindeki insanların telaffuz ettiği kelimeyi bir şehirde yasaklamak herhalde akla ziyan bir iddia olmalı. Yine Diyarbakır, aynı yazı dizisinde Kürt gettosuna benzetiliyor. Bu ifadeler yanlış olsa da yara yapıyor. İzi kalıyor ve Kürtçülük noktasında mahalle baskısı oluşturuyor. Bundan dolayı çözümün değil, ama sorunun bir kısmı da basında düğümleniyor. Görsel basın reyting ve yazılı basın da traj ve sansasyon peşinde olduğu müddetçe bu işin tabiatı değişmeyecektir. Onlar da birilerinin siyasi mühendislik yaptığı gibi basın mühendisliği yapıyor. Olan zavallı birilerinin duygularına ve canlarına oluyor. Bu işin akılcı çözümü var, ama akılcılık üzerinden gidenler akılcı çözüme razı değiller. İdeolojileri akılcılık olanların yolları neredeyse hiç oradan geçmemiş. Kürt ırkçıları da bu abartılı tavırları kompleksten dolayı kendi hanelerine uyarlamaya çalışıyorlar. Onlar da tersinden abartı üretiyor.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|