|
|
Hasan YÜKSELTEN |
‘Askerimiz fakirdendir’ |
|
Bu makalenin başlığı Yemen türküsünün bir mısrası aslında. Belki hatırlarsınız, şöyle diyordu yaklaşık yüz yıl önce yazılan o türküde:
Yemen yolu çukurdandır,
Karavana bakırdandır,
Zenginimiz bedel verir,
Askerimiz fakirdendir.
Sosyal adaletsizliği bence en çarpıcı bir şekilde dile getiren mısralardır bunlar. Aradan yüz yıla yakın bir zaman geçmiş, ama pek de birşey değişmemiş aslında. Adil bir sosyal paylaşımı olmayan bir toplumun insanları halen yaşarken de ölürken de ayrımcılığa maruz kalıyor malesef. Bizler 'kurşun adres sormaz' diye biliriz, ama bizim ülkemizde soruyor galiba. Zamanında oğullarını, kocalarını Yemen'e gönderen fakir Anadolu kadınları yıllarca, "Gece bir ses geldi derinden derinden / Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden" diye ağıt yaktılar. Bugün de şehit olanların ailelerine baktığımızda çoğunlukla alt tabaka sosyal hayatından insanlar olduğunu görüyoruz.
Bu topraklar yüzyıllardır sorgulamanın yapılamadığı, devletin ve resmî ideolojinin kutsal kabul edildiği, bireyin haklarının hiçe sayıldığı, birilerinin dokunulmaz haklara sahip olduğu topraklar olagelmiştir maalesef. Birçok gazetecinin yıllardır dile getirdiği, ama cevabı halen alınamamış sorularımız var bizim. Mesela, Nişantaşı’ndan veya Bağdat Caddesi’nden kaç şehit cenazesi kalktığı, subay veya bürokrat çocuklarının nerelerde askerlik yaptıkları, oğlunu ölüme gönderirken itiraz edilmeyen başörtülü annenin, orduevine neden alınmadığı, vs. gibi. Her şehidin ardından, "Onları unutmayacağız" diye nutuklar atılan bu ülkede, daha şehit sayısının bile doğru dürüst bilinemiyor olması, yuvarlak rakamlarla ifade edilmesi de insan hayatına verilen önemi ortaya koyuyor kanaatindeyim. Diğer taraftan, vatan sevgisini kendi tekellerinde tuttuklarını zanneden bir kısım insanlar da sorulması gereken soruları sormak yerine sokaklarda taşkınlık yapmayı, milleti rahatsız etmeyi, cahiliye devrinden kalma ırkçı sloganlar atmayı vatanseverlik zannediyorlar. Oysa gerekli sorgulamalar yapılmadıkça, cevap ve hesap vermesi gereken sorumlular bilakis kahraman gibi alkışlanmaya devam edildikçe, hiçbir problemi halletmek mümkün olmaz.
Savaş çığırtkanlığı ve hamaset edebiyatı ile başkalarının çocukları üzerinden kahramanlık yapmaya çalışan kişilerin aklına uyarak da problemleri çözmek mümkün olmuyor. Zira onlar için nedir ki çocukları cepheye yollamak? Onlar veya Onların çocukları nasılsa o cephede olmayacaktır. Kendi ölümlerini akıllarına getirmeyenler, başkalarının hayatının değerini de bilemiyor. Binlerce kişinin ölmesi onlar için bir anlam ifade etmiyor. Onlar için önemli olan bir insanın ölümü değil çünkü, borsada hisselerinin değer kaybetmemesi veya şirketlerinin kârlılığı… Savaş ve ölüm üzerine, başkalarının acıları üzerine kurulacak refahtan nasıl haz alabileceklerse?
Dünya dönüyor, zaman ilerliyor, ama bu topraklarda yüz yıllardan beri hakim olan anlayış maalesef değişmiyor. Geçen hafta gazetelere yansıyan bir haberde şöyle deniyordu: Her türlü kanamayı birkaç dakika içinde durduran kapsülü dünyada ilk kez Türk bilim adamları geliştirdi. Klinik deneylerini yürüten Prof. Dr. İbrahim Haznedaroğlu, "Bu ürün bugüne kadar kanama durdurma mekanizmasıyla ilgili bildiğimiz verileri alt üst etti. Kanama durdurma mekanizması tamamen farklı. Her türlü kanamayı birkaç dakika içinde durdurabiliyor. Tüm dünyada kan kaybından ölümleri bu sayede önlemeyi amaçlıyoruz" dedi.
Başka bir kapsül daha üretilebilseydi keşke. Yıllardır bu coğrafyada gereksiz bir yere akan kanı ve yüzyıllardır ortadan kaldırılamayan adaletsizlikleri önleyebilen bir kapsül. O zaman Yemen türküsünü de geçerliliğini yitirmiş nostaljik bir türkü olarak dinlerdik belki. Keşke…
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Yanlış teşhis |
|
Ülkemizin baş bêlası haline gelen terör olayları için “Neden bu boyuta yükseldi, niçin bir türlü önlenemiyor” diye kafa yoranlar, öncelikle bu belânın ne kadar farkında olduğumuzu sorgulamalıdır. Yıllardır yanlış bir tehdit ve tehlike teşhisi ile oyalandık. Millî Güvenlik Kurulu eski bildirilerini bir hatırlayın. Millî Güvenlik Kurulu toplantılarından sonra açıklanan bildirilerin değişmez maddesi “irtica” olurdu. Haberlerde hep şöyle cümleleri duyardık: “Millî Güvenlik Kurulu sona erdi, yayınlanan bildiride öncelikli tehdit ve tehlike olarak irtica konusu dile getirilerek, alınması gereken önlemler hakkında hükümete tavsiyelerde bulunuldu.”
Evet, yakın zamana kadar hep bu şekilde Millî Güvenlik Kurulu bildirileri dinledik. Yıllardır imam hatip liseleri, Kur’ân kursları, baş örtülü bayanlar ve sakallı beyler, cumhuriyet düşmanı olarak gösterildi. Cumhuriyet için en büyük tehlike olarak bunlar kabul edildi. Bu arada gerçek tehdit ve tehlike ihmal edildi. Bazen de bir terörist ile bir baş örtülü aynı kefeye konuldu.
Bir kısım medyada ise, bu irtica paronayası halen devam etmektedir. Bir lisede mescit açılması, öğrenci ve öğretmenlerin namaz kılmaları, büyük bir skandal olarak veriliyor. Sanki orada bir hücre evi var ve namaz kılanlar cumhuriyeti yıkmak için orada bulunuyorlar. Tesbih ve seccadeler ise, suç âleti olarak gösteriliyor. Bunları gördükçe, eski başbakanlardan birisinin şu sözünü hatırlıyorum: “Tesbih çekenle tetik çekeni bir tutamazsınız”. Ama tesbih çekmeyi de tetik çekmek kadar tehlikeli gösteren bir zihniyetin varlığı bugün de devam etmektedir.
Aynı zihniyet mensupları, nerede bir başörtülü bayan görseler, “işte irtica” diye ayağa fırlıyorlar. Dağlarda hainlere karşı göğsünü siper eden ve şehit düşen gençlerimiz, bu başörtülülerin ya evlâdı, ya kardeşi, ya da eşi veya nişanlısıdır. Şehit tabutlarına kapanıp ağlayanlara bir bakın. Hemen hepsi başörtülü analar ve bacılardır. Canlarından çok sevdikleri insanları bu vatan, millet ve cumhuriyet için şehit vermişlerdir. Bunlar mı devletine ihanet edip cumhuriyeti yıkmaya çalışacaklar? Onları asıl kahreden, hainlerin kurşunundan ziyade, maruz kaldıkları bu haksız itham ve iftiralardır.
Teröre karşı yükselen protesto eylemlerinde ellerinde bayrakları, yüreklerinde vatan sevgisi ve gözlerindeki yaşları ile sokaklara dökülen ve hainlere lânet okuyan başörtülü analar, bacılar, acaba takiyye mi yapıyorlar? O gözyaşları sahte mi? Hangi vicdan sahibi bunları vatan haini, cumhuriyet düşmanı olarak görebilir? Vatan haini ile vatanseveri, dost ile düşmanı ayırt edemeyecek kadar basiretimiz mi bağlandı acaba?
Karşımızda gerçek düşman dururken, kendi kendimize hayali düşmanlar icat ederek gücümüzü zayıflatmak, birlik ve beraberliğimizi tehlikeye atacak ayrımcı fikirler üretmek, vatanseverlikle bağdaşmaz. Biz bu vatanı düşman istilâsından kurtarırken, sakallısı sarıklısı, çarşaflısı çarıklısı ile bir bütün halinde mücadele ettik.
“Her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde” diye nutuk atmaya başlayanlar, namaz kılanları, başını örtenleri, kendi düşünce ve inancına göre bir hayat tarzı benimseyenleri hain ve bölücü diye suçlamaya kalkarlarsa, sözlerinin samimiyeti de ortadan kalkar. Birlik ve beraberlik istiyorsak, bu tür bölücü, dışlayıcı ve suçlayıcı tavırlardan uzak durmamız gerekmektedir. Namaz kılanlar da, başını örtenler de, en az namaz kılmayan ve başı açık olanlar kadar vatansever ve cumhuriyetçidirler.
Yanlış teşhis ile doğru tedavi uygulanamayacağının artık farkına varmalıyız.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KAPLAN |
İşte böyle! |
|
Dedelerimiz hârikâ bir durumla veya olayla karşılaştıklarında:
Adı üzerinde; “hârikâ” derlerdi…
Veya:
“Muhteşem!” kelimesi dökülürdü ağızlarından...
“Hârikulâde!”
“Mükemmel” gibi ifâdeler kullanırlardı!
Daha Osmanlı kültürüne sahip olanları:
“Fevkâlâde” kelimesini telâffuz ederdi…
***
Rengâhenk, rengârenk bir Türkçe vardır dedelerimizin lisânında.
Babalarımızın Türkçesi de Yahya Kemal’in ifâdesi ile:
“Ağzımızda annemizin sütü” gibi durudur; berraktır…
Hoş bir dil kullanırlardı onlar da.
Katıksız…. “Tarzanca” olmayan….
Süslü olmayan ancak duygularını bir çırpıda aktarıveren!
***
Annelerimizin kullandığı dil ise tam anlamıyla Karacaoğlan ve Yunus Emre’nin şiirlerindeki Türkçe kadar sâdedir:
“Ana rahiminden geldik pazara
Bir kefen aldık döndük mezara!” gibi
6+5 hece vezni akıcılığında bir Türkçe!
Bir kitabı; bir beyitte, bir cümlede anlatıverir anneler! Öyle “Nişantaşı-Mişantaşı Türkçesi” bilmeyen Anadolu’nun sevgi ve kültür ile dolu hazineler değerindeki özentisiz anneleri….
***
O anneler; şu sıralar, dünya telâşesinden olsa gerek pek kitap okuyamıyorlar!
Reşat Nuri’nin “Çalıkuşu” romanı; diğer milyonlarca edebî eserlerimiz…
Hâlide Edîb’in eserleri; Afrikalı veya Avustralyalı anne ve babalara yazılmadığına göre bir gün elbette biz de dünyanın en çok okuyan milleti olacağız.
Ve…:
O günler gelince çocuklarımız “hârikâ” bir durumla veya olayla karşılaştıklarında:
“Waaaaavvv” demeyecekler!!!
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Resepsiyon |
|
Çankaya’daki cumhuriyet resepsiyonlarından geriye, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinden beri Hayrünnisa Hanımın ilk kez bu davetlerden birine eşiyle birlikte ev sahipliği yaparak verdiği görüntüler, eşli davete icabet eden başörtülü hanımların hayli sınırlı sayıda kalmasının verdiği mesaj ve sohbetlerde terör, sınırötesi operasyon, 5 Kasım randevusu ve kaçırılan sekiz asker konularının öne çıkması kaldı.
First Lady’nin, Cumhurbaşkanınca yapılan ilk dış gezide eşine refakat ederek protokolde yer almasının uğurlama ve karşılama törenlerinde yol açtığı komik ve tuhaf “kaç-göç” manzaraları, hâlâ istihzaî değerlendirmelere konu oluyor.
Resepsiyonlarda ise, şimdiki Jandarma Genel Komutanı Org. Koşaner’in seneler önce Genelkurmay 2. Başkanı sıfatıyla dile getirdiği formül benimsenmiş gibi görünüyor. Komutanların katılacağı davetler “eşsiz,” sivil katılımcılara yönelik resepsiyonlar eşli organize ediliyor.
Kimileri, bu eşli davetlerde Çankaya’nın “türbanlı istilâsı”na uğrayacağı kehanetinde bulunuyorlardı. Ancak bu ilk davet açıkça gösterdi ki, öyle olmadı ve olacak gibi de görünmüyor.
Belli ki, davet devletin en üst makamından da gelse, başörtülü hanımların protokolde görünme yönünde bir hevesleri yok. Hal böyle olunca, provokatörlerin buradan çıkarabilecekleri bir malzeme de yok.
Gelinen nokta, Özal ve Demirel dönemi resepsiyonlarındaki duruma yeniden dönüldüğünü gösteriyor. O zamanlar da arzu eden başörtülü hanımlar davete katılıyorlardı ve bu durumu kimse yadırgamıyordu.
Sezer’le birlikte keşfedilip uygulamaya konulan “kamusal alan” kavramıyla Çankaya’nın da başörtülüler için “yasaklı alan” haline getirilmesi, bazılarına şimdiki tabloyu sanki çok farklı ve olağanüstü bir gelişme gibi gösteriyor. Ama hiç de öyle değil. Tersine, son durum normale dönüşün ifadesi.
Bu arada Hayrünnisa Hanımın kıyafeti ve başını örtme tarzı, herhalde epeyce bir süre modacılarla sosyetenin gündemini meşgul edecek.
Hatırlanacağı gibi, Abdullah Gül 27 Nisan sonrasında yaptığı açıklamalarda “türbanı modernleştireceklerini” söylediğinde işin bu cihetini aylarca konuşanlar, “Hayrünnisa Hanım falanca modacıya sipariş vermiş” dedikodusunun izini takip edenler olmuştu. Resepsiyon kıyafeti, bu tartışmaları yeniden canlandıracak.
Bu tartışmaların, First Lady’nin başörtülü olmasının ve Köşkün yedi yıl sonra başörtülülere açılmasının, eğitim kurumlarıyla resmî dairelerdeki 12 Eylül+28 Şubat yasağı mağdurlarına fayda getirip getirmeyeceği ise hâlâ meçhul...
Buna karşılık, First Lady’nin başörtülü olmasına birilerince duyulan tepkinin yasağı tabanda daha da şiddetlendirmek şeklinde tezahür ettiğine dair işaretler artışa geçmiş gibi görünüyor.
Milletin ikinci bir iktidar şansıyla birlikte Çankaya’yı da emanet ettiği AKP, bu müthiş imkân ve avantajı artık bu defa kullanarak, yıllardır kanayan yarayı sarıp yasağı kaldırabilecek mi?
Yoksa mağdurlar yine bağırlarına taş basıp, Çankaya salonlarındaki başörtülü görüntülerin verdiği tesellî ile yetinmek zorunda mı kalacak?
Umarız, öyle olmaz. Öyle olmaması ise, iktidar partisinin sağlam bir demokratikleşme projesini çok esaslı bir stratejiyle sonuçlandırmasına bağlı.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Tahrik memurları |
|
Başbakan R. Tayyip Erdoğan son günlerde ekranlarda yorum yapan emekli generallere ve gazetecilere Meclis kürsüsünde patladı:
“Kanal kanal dolaşan tahrik memurları var.”
Emekli generalleri bir kenara bırakıyorum.
Gazetecilere gelelim. Adam çok satan bir gazetenin genel yayın müdürü. Utanmasa silahlanıp K. Irak’a girecek ve cephe mektupları yazacak.
Bunlar her şeyin en iyisini bilir.
Neden? Çünkü onlar gazeteci.
Bir başkası da PKK’nın elinde bulunan 8 erle ilgili olarak “açıklama” yapıyor.
Diyor ki, “Bu askerlerimiz serbest ve şu anda Diyarbakır’da bulunuyor.”
Bakan ve yetkili organlar bu haberi yalanlıyor: “Böyle bir şey yok” diyor.
İddiayı ortaya atan Fatih Altaylı bu sefer “çevir kazı yanmasın” diyor:
“Ya çok büyük bir haber atlattık, ya da fena yanıltıldık.” (Gazeteport)
Görünen o ki: fena yanıltılmış!
Altaylı, açıklama yapmadan önce, PKK’nın elinde rehin tutulan 8 erin ailesinin içine düştüğü durumu düşünmeliydi.
Öte yandan Altaylı “yanıltıldık” diyebilecek kadar “saf” biri mi? Peki şimdi meslekî açıdan okuyucuları “inandırıcılığı” ile ilgili endişe duymayacak mı?
Aslında medya yazarlarının içine düştüğü bir açmaz var.
O da şu:
Medyada önemli görev üstlenen kalemşörler, haber yapmak yerine, “haber” olmayı tercih ediyor.
Gazetecinin görevi “akıl satmak” veya “ülke yönetmek” değil.
Hele hele “savaş çığırtkanlığı” yapmak hiç değil!
Habere malzeme olmak gazetecinin işi değil. Gazeteci haber peşinde koşar ve onu yazar veya sunar.
Bunu ben söylemiyorum.
Türkiye Gazeteciler Hak ve Sorumluluk Bildirgesinde diyor:
“Gazeteci,
Basın özgürlüğünü, halkın doğru ve dürüst haber alma, bilgi edinme hakkı adına dürüst biçimde kullanır.”
Devam edeyim mi:
“Bu amaçla her türlü sansür ve otosansürle mücadele etmeli, halkı da bu yönde bilgilendirmeli… Gazetecinin halka karşı kutsal sorumluluğu, başta işverenine veya kamu otoritelerine karşı olmak üzere, diğer tüm sorumluluklardan önde gelir.”
Son olarak:
“Bilgi ve haber ile özgür düşünce, herhangi bir ticarî mal ve hizmetten farklı olarak toplumsal bir nitelik kazanır.”
Nokta.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Güneydoğu’yu anlamak |
|
Güneydoğu’nun önceliklerinin bilinmesi, buna dair çözümlerin serd edilmesi, hayata geçirilmesi ve etkisinin ölçülüp metodolojinin doğru belirlenebilmesi için, anlama arzu ve niyetinin çok bariz tezahürlerinin ortaya konulması gerekir.
Kapalı tezahür, karışık yorumlar, anlaşılmaz muğlak beyanlarla ve resmî kalıbın akla zarar dayatmaları ile Güneydoğu’nun anlaşılması mümkün değildir.
Son iki haftadır, terörü durdurmak için tek seçenek sınırötesi harekât gibi takdim ediliyor. Medya, kamuoyu ve sokak lojistiği buna göre “planlanıyor.”
Bayrak siparişleri, parti genel merkezleri üzerinden üniversitelere yönlendiriliyor, oradan da öğrencilere yürüyüş yaptırılıyor. Geçen hafta başkentte iki üniversitemizin bayrak alışverişi böyle cereyan etti.
Bayrak hepimizin millî vicdanı ve sembolüdür. Bir cumhuriyet bayramında, hapishanede penceresinin üstüne bayrak asılmasının mutluluğunu yaşayan Bediüzzaman’ın yaklaşımını hisseden insanlarız.
Vatan bizim, ülke bizim. Ancak bunun çığırtkanlığa dönüştürülmesi, tahrik vesilesi yapılması doğru değil.
29 Ekim günü Afyon’daki Özdilek mağazasında 10. yıl marşının son sürat çalınması, doğrusu cumhurun duygularına tercüman bir hal değildir. Müşteri ortalamasına baktım, doğru bir müzik değildi.
Bunu normal takdim edenlere “İlâhî çalınsaydı ona irtica demeyecekler miydi?” diye sormak lâzım.
Dönelim Güneydoğu’yu anlamaya. Terörü durdurucu silâhlı mukavemet dışında, yeni bir anlayışın ve yaklaşımın öne çıkması lâzım ki, Güneydoğu anlaşılsın ve çare bulunsun.
Bu meyanda güneydoğuyu anlamak için;
1- İdeolojik bağlamda düşünmeyen objektif ilim adamlarının saha çalışması gerekir. Bilimin özgür tanımlarına ve ifadelendirme hürriyetine gölge düşürmeyecek bir cesaret ve tahlil fırsatı tanınmalıdır.
2- Siyasî ve askerî izdüşümler ve ona göre ayçiçek misali yönünü seçen değişken ve dönüşken figürlerden sipariş ve tutuk reçetelerle yönlendirme olmamalıdır.
3- Sadece bilmek yetmeyeceği için, yaşayan örneklerden gidilmelidir. Devlet kusurunun tespit edilmesinden korkulmamalıdır.
4- Etnik yönlendirmelerden ve korkulardan uzak bir şekilde insanların görüşleri doğru alınmalıdır. Örnek olarak, Kürtçe konuşan vatandaşın görüşüne başvurulurken kendisini olduğu gibi ifade etme serbestisi içinde, onun yaklaşımları dikkate alınmalıdır.
5- Anlama sürecinde, diyalog sıcaklığı, güvenilirlik altyapısı ve farklılığını kabullenme ile işe başlanmalıdır.
6- Şefkat ve sevgi merkezli bir iletişim stratejisi ve gerçeği fotoğraflama niyeti ile bu çalışmalar yapılmalıdır. Otoriter, beyan sahibini sorgulayan ve sonuçta risk oluşacağına dair yaygın kanaat oluşturan tutumlardan uzak, halkı ürkütmeden fikirleri alınmalıdır.
7- İnançları, gelenekleri, davranış biçimleri, giyim ve kuşamları, algı düzeyleri ve beklentileri ile tepkileri rahat anlaşılabilecek ve bunu sergilemelerine imkân sağlayacak iletişim ortamları sağlanmalıdır.
8- Laik bir çerçeve, Türkçü bir bakış ya da Kürtçü bir eğilimi taşıyan aktörler saha çalışmasının dışında tutulmalıdır. Marksist bir temellendirmeden de uzak durulmalıdır.
9- Demokrasi temelinde insanı özümsemiş, eğitimci, sosyolog, ilahiyatçı ve psikolog karması bir heyet olmalıdır. Bunların etnik menşeleri farklı olmalı ancak insana ait bir envanter çalışması yaptıklarının farkında olacakları bir insani duruş sergilemeleri gerekir. Tıpkı bir hekimin reçete yazma hassasiyeti ile teşhis koymak için bulgulara ulaşma safiyeti gibi.
10- Kamuoyu şeffaf bir şekilde bilgilendirilmelidir.
Hülâsa, demokrasi dışında çaremiz yok. Terörü konuşarak ve herşeyin üstünü örterek, kapalı devre anlayışlarla çözüm görünmüyor.
Siyaseti gölgeleyen, iktidarı rendeleyen ve dış politikamızı örseleyen tahrik stratejisinden uzak durulmalıdır. Zihnî hazırlıkların halka dayalı irade boyutu göz ardı edilmemelidir.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Cihad ve İ’lây-ı Kelimetullah |
|
Cihad, Allah yolunda, Allah’ın adını yüceltmek için verilen mücadelenin adıdır. Bediüzzaman Hazretleri “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbâr ile değildir” buyurarak Cihad ve İ’lây-ı Kelimetullah’a yeni bir paradigma ve bir bakış açısı kazandırmıştır.
Cihad, mükellef her mü’mine düşen bir sorumluluktur. Cihadın ferdi ve toplumu ilgilendiren iki boyutu vardır. Ferdi ilgilendiren cihada, Peygamberimiz (asm) “Büyük Cihad” demiştir. Çünkü bir ferdin uhrevî kurtuluşu, nefsi ile mücadele ederek onu yenmesine bağlıdır. Küçük cihad ise toplumu ilgilendiren bir husustur. Fert, kendi hayatını toplumun hayatına fedâ ederse buna “Küçük Cihad” adı verilir. Kişinin malını ve canını fedâ etmesi küçük cihad, nefsini yenmesi ise büyük cihaddır. Çünkü büyük cihad kolay değildir.
Cihad, Allah’ın adını yüceltmek olunca, bir yerde Allah’ın adı unutulmuş, emir ve yasakları çiğneniyor ise orada Allah’ın adını duyurmak, imanı kalp ve gönüllere nakşetmek için mücadele etmek her inanan insan üzerine farzdır. Burada cihad, Allah yolunda mücadele etmek, Allah’ı insanlara öğretmek, nimetlerini hatırlatarak insanları Allah’a sevdirmek tarzındadır. İnsanın yaratılış amacı da böyle tahakkuk eder.
İlk cihad, “Oku!” emri ile başlamıştır. Kur’ân âyetleri nâzil olup, elden ele, dilden dile neşredilerek yayılarak okundukça Allah’ın adı yücelmeye başlamıştır. Sahabeler bunun için her türlü sıkıntıya ve işkenceye katlanmış, sürgüne ve hicrete mecbur kalmışlardır. Ve sahabelerin yaptıkları bütün bu mücadeleler, Kur’ân’da “cihad” kavramı ile ifade edilmiştir. Kur’ân okumaktan tutun, ibadet etmeye, din ve iman düşmanlarının baskı ve zulümlerine katlanmaya ve hicrete kadar her şey cihad kavramı ile dile getirilmiştir. Bu mücadeleler sonucunda da Allah’ın adı yücelmiştir.
Daha sonra mütecâviz dinsiz düşmanların tecavüzlerini def etmek ve mü’minleri korumak gerekmiştir. O zaman da devlet başkanının ve ordu komutanının emri ile kumandası altında savaşmak cihad sayılmıştır. O zaman da Allah’ın adını yüceltmek ancak bu şekilde sağlanmıştır. Bunun için Mekke döneminde cihad başka, Medine döneminde başka olmuştur.
Bütün bunlarla beraber Peygamberimiz (asm) yine de Tebük Seferi’nden dönerlerken “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz. Büyük cihad, kişinin nefsi ile olan cihadıdır” buyurarak geniş dairedeki meselelerle meşgul olanların küçük ve dar dairedeki en önemli vazifelerini ihmâl etmemeleri gerektiğini vurgulamıştır. Çünkü “En küçük dairede olan kalp dairesinde en mühim ve en önemli ve daimî vazife vardır. En büyük dairede ise küçük ve ara sıra vazifeler bulunabilir.” Büyük cihadda kaybeden ise küçük cihadı da kazanamaz.
Cihadın amacı, insanı Allah yoluna sevk etmek ve Allah rızasına ulaştırmaktır. Yüce Allah, buyurur: “Allah yolunda mücadele edenlere, Allah yollarını gösterir.” Allah, elbette yol gösterecektir. Ancak, Allah, bunu arayana ve isteyene gösterecektir. Allah’tan istenmezse ve aramak için gayret gösterilmezse, elbette Allah’ın yolu bilinmez ve rızası bulunmaz.
***
Selef-i Sâlihîn, cihadı, hiçbir zaman tek yönlü olarak ele almamıştır. Hak ve hakikatin neşrini en büyük cihad bilmişler, hakikati en zalim hükümdarlara bile pervasızca haykırarak en büyük cihadı yapmışlardır. Bu sebeple atıldıkları demir parmaklıklar arkasında hak ve hakikati neşrederek din-i mübîn-i İslâm’a hizmeti en büyük cihad olarak görmüşlerdir. İmam-ı A’zâm, İmam-ı Şafî, İmam-ı Mâlik, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamlarının ve hakikat kahramanlarının cihadı hep bu şekildeydi.
Günümüzün cihadı da, günümüz müceddidi olan Bediüzzaman Said Nursî’nin bize anlattığı ve hayatı ile uygulayarak gösterdiği şekilde, şartları dâhilinde “Allah için nasıl mücadele etmek gerekiyorsa o şekildedir.”
Bediüzzaman’a göre “Bu zamanda İ’lây-ı Kelimetullah’ın en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir.” Bu maddî terakkî, fertlerin zengin olması tarzında değil; müesseselerin maddî olarak terakkî ve tekâmülü şeklinde olması gerekir. Kurumlar zengin olmalı ve insanları istihdam edebilmelidir.
Zamanımızda iki büyük cihadı beraber yapmak durumundayız. Birincisi iman ve Kur’ân hakikatlerinin neşri ile “imana hizmet” tarzındaki büyük cihad… İkincisi ise iman ve Kur’ân hakikatlerinden nefsimizi istifade ettirmekle beraber arzularına muhalefet anlamındaki büyük cihad… Her mü’min her iki cihadı beraber yapmalıdır ki, nefsini gerçekten kurtarabilsin. Daha sonra da istifade etmiş olduğu bu yüce hakikatleri başkalarına ulaştırmak ve onlar ile de paylaşmak şeklinde cihadın diğer boyutunu da yapmakla mükellef olduğumuzun şuurunda olmamız gerekir.
Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde “cihad kıyamete kadar devam eden bir ibadettir.”
Cihad, izzet ve şerefle yaşama mücadelesidir ve bunu sağlayan en büyük âmildir. Cihadı terk eden fert ve milletler, sefalete ve mahrumiyete, zillet ve hakarete maruz kalırlar.
Bu asırda manevî cihad sahasında “Risâle-i Nur Külliyatı” insana çok büyük fırsatlar sunmaktadır. İ’lây-ı Kelimetullah, ancak iman hakikatlerinin neşri iledir. Eskiden bu imkânı bulmak ve yakalamak imkânsızdı. Bu zamanda ise mümkün ve vâkî olmaktadır. Bu fırsatı kaçırmak da, çok büyük bir gaflet ve mahrumiyettir.
Kaçırana ne yazık! İstifade edene ne mutlu!
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Abartılı tepkiler |
|
Time dergisinde yayınlanan ‘Behind Turkey’s Kurdish problem’ başlıklı yazıda da hatırlatıldığı gibi kimi Türklerin kendilerine has abartıları vardır. ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ veya ‘Türk’ün Türkten başka dostu yoktur’ deyimi gibi. Birisi de geçenlerde bir yazı yazmış ‘Türk’ün tek dostu Kürttür’ diye. Yine “Vatan söz konusu ise, gerisi teferruattır...” kabili ifadeler kantarın topuzunun kaçırıldığını gösteriyor. Elbette vatan sevilmeli, ama onun korunması fanatizmde değildir. Aksine en iyi çare itidal ve akıldır. Elbette son vecizeyi yorumlamak evvelemirde ‘mahalle baskısı’ kavramının mucidi Şerif Mardin’e düşerdi. O da Şarku’l Avsat gazetesinde Türkiye ile alâkalı bir yazı dizisine mülakat vererek bunu yapmış ve orada “Türkler devlet meselesini abartıyor ve adeta din konumuna yükseltiyorlar” diyor. Gerçekten de biz laiklik meselesini de çok abartıyoruz. Bundan dolayı ‘bayrak fetişizmiyle’ alakalı bir yazıda bir bayan yazarımız bir ay önce neyi tartıştığımızı soruyor. Elbetteki laiklik konusunda Malezya olur muyuz, olmaz mıyızı tartışıyorduk. Bir ay sonra ise savrularak kendimizi başka bir tartışmanın tam ortasında ve odağında bulduk. Bölünür müyüz, bölünmez miyiz?
Tepkilerin ve milliyetçiliğin bu basit ve abartılı sunumu kimi alaycı tepkileri de beraberinde getiriyor. Bu nedenle alay meselesi Ertuğrul Özkük’ün satırlarına da konu olmuş. Haklı olarak ‘Hiç olmazsa alay etmeyin’diyor. Gerçekten de karşılıklı olarak birbirimizin duygularını rencide edecek ve yaralayacak ifade ve tavırlardan kaçınmalıyız. Lâkin bununla birlikte alay konusu olacak yaklaşımlara da mesafeli durmalıyız. Zinhar vakur olmalıyız. Mesele kayıp yakınlarının acılarını ifade etmesi değil elbet, olamaz da. Mesele bunun kabından ve zemininden taşırılması ve örgütlü bir hale getirilmesidir. Belki bazen halkın tepkilerinin dile getirilmesi de caydırıcı olabilir. Ama kıvamı bulunmalı ve iş tadında bırakılmalı. Türkiye büyük bir ülkedir. Hafiflikler yakışmaz. Alay meselesine gelince, elbette ki karşılıklı olarak böyle bir mesele mevzubahis olabilir. ‘Kürt imajı’ da bu hususta biraz yaralı sayılabilir. Yine Şarku’l Avsat gazetesi bu hususta Türkiye dosyasında bazı Kürtlerin televizyon dizilerindeki Kürt imajından rahatsız olduklarını ortaya koyuyor. Burada Kürt figürü geri kalmış taşralı imajıyla sunuluyor.
***
Bu dizilerde iki zarar birden var. Birincisi, Kürtlerin duygularını rencide etmesi, ikincisi de Türkçe’nin ve adab-ı muaşeretin tahrif edilmesidir. Bu da filmlerin abartısı olmalıdır. Gerçi fıkra üretimi Kürtlere münhasır veya has değildir. ‘Kandıralı ‘deyimi ve Karadeniz fıkraları da böyledir. Kürtler için Anadolu’da söylenen bazı şeyler Arap ülkelerinde de Türkler için ‘Türk kafası gibi kuru/muhhut türki en naşif’ kullanılmaktadır. Hatta bazılarını Türk dostları da kullanmaktadır. Sudan’da Türk soyundan gelen Fatih Ali Haseneyn bile huzurumda böyle bir ifadeyi kullanmıştır. Veya eskiden anonim olarak ‘etrak biidrak/idraksiz Türk’ ifadesi iştihar etmiştir. Bunlar doğru olmasa bile söylene gelmiştir. Keza Mısır’da Saidliler adeta fıkra kaynağı gibidirler. Nasreddin Hoca fıkraları gibi uydur uydur söyle. Suriyeliler de siyasî fıkraları severler. En sonki fıkra yine Beşşar’la alakalı. İsrail’in bombaladığı mevkii veya bombalamanın mahiyetiyle ilgili çelişkili açıklamalar gelince: “Beşşar İsrail’in bombaladığı yeri unutmuş. Suriyeli uçaklar İsrail uçaklarına ülkenin hava sahasını terk ettikten sonra karşılık vermişler...” gibi fıkralar üretilmiş.
***
Evet karşılıklı alay etmemek lâzım, ama bazı şeylerin üzerinde de gereğinden fazla durmamak gerekir. Bazen iyi niyeti de hatırda tutmak lâzım. Cüneyt Ülsever’in liberal Kürt dostum dediği Enver Sezgin de abartılı mitinglerden bizar olmuş. Mitingleri haklı bulmakla birlikte meselenin maksadı aştığını ve ‘Kürt düşmanlığına’ dönüştüğünü söylemiş ve negatif enerji birikiminin Kürtleri muazzam biçimde tedirgin ettiğini ifade etmiş. 1999 sonrasında Hizbullah meselesinde de benzeri gelişmeler yaşanmış ve her sakallı potansiyel bir Hizbullahçı olarak görülmüş ve sakallılar da kendilerinden şüphelenmeye başlamışlardı. 2003 yılında da Irak’ta da Cüneyt Ülsever’in ‘Kardeş kardeşi vurur mu?’ başlıklı yazısında değindiği gibi bir hava oluşmuştu. Kürtlerin ayrılıkçı yaklaşımlarına karşı Bağdat yolu üzerinde kuzeyden gelen otobüs ve araçlara saldırılar veya en azından tacizler yapılmıştı. Evet, bu meselede ANAP Başkanı Erkan Mumcu’nun söylediği gibi Kürt, Kürtçü ve terörist birbirinden ayrılmalıdır. Hepsi ayrı kategoridedir. Türk ve Kürt’ün birbirine yabancılaşmasında üç önemli faktör var. Yabancı ideolojiler, Batı’daki diaspora Kürtleri ve basın.
Basın malzeme bulmak için bazı meseleleri abartıyor ve ayrılıkçı kompleksleri körüklüyor. Sözgelimi Şarku’l Avsat gibi bir gazete bile Diyarbakır’da Kürt kelimesinin yasak olduğunu yazabiliyor (30/10/2007). Hergün başbakan seviyesindeki insanların telaffuz ettiği kelimeyi bir şehirde yasaklamak herhalde akla ziyan bir iddia olmalı. Yine Diyarbakır, aynı yazı dizisinde Kürt gettosuna benzetiliyor. Bu ifadeler yanlış olsa da yara yapıyor. İzi kalıyor ve Kürtçülük noktasında mahalle baskısı oluşturuyor. Bundan dolayı çözümün değil, ama sorunun bir kısmı da basında düğümleniyor. Görsel basın reyting ve yazılı basın da traj ve sansasyon peşinde olduğu müddetçe bu işin tabiatı değişmeyecektir. Onlar da birilerinin siyasi mühendislik yaptığı gibi basın mühendisliği yapıyor. Olan zavallı birilerinin duygularına ve canlarına oluyor. Bu işin akılcı çözümü var, ama akılcılık üzerinden gidenler akılcı çözüme razı değiller. İdeolojileri akılcılık olanların yolları neredeyse hiç oradan geçmemiş. Kürt ırkçıları da bu abartılı tavırları kompleksten dolayı kendi hanelerine uyarlamaya çalışıyorlar. Onlar da tersinden abartı üretiyor.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Terörden daha dehşetli... |
|
“Teröre tepki” perdesi altında terör estirilip meselenin farklı yönlere çekilmesi, Türkiye’nin başına belâ edilmek istenen en büyük fitne. Çeyrek asırdır terör örgütünün bu millete musallat edilmesinin maksadı da bu.
Maksat, Bediüzzzaman’ın ifadesiyle, “bin seneden beri bir milyar şühedâyı, hakikat-ı Kur’ân ve iman yolunda fedâ edip şehit veren ve bütün mefâhiri İslâmiyetle tahakkuk eden, âlem-i İslâmın en büyük ordusu ve kahraman bir milleti olan Türk milleti” ile “onların cihad arkadaşı” Kürtleri birbirine düşman edip düşürmek...
Müslümanların maddî ve manevî, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürmek. İç çatışma ve iç savaşa sürüklemek. Zenginliklerini çalmak. Kürtleri de, Türkleri de, Arapları da ecnebî boyunduruğu altına itmek...
“Avrupa kâfir zâlimlerinin ve Asya münâfıkları”nın son iki asırdır İslâm coğrafyasında desîseleriyle çalıp gasbettikleri gibi...
Hükümetlerin, parlamentoların seçilmesinde, “etnik ve mezhebî kota” koyup daha baştan bölünüp parçalatmanın amacı da bu.
Dünden bugüne Afganistan’da, Lübnan’da, Irak’ta hep bu fitne ile ihtilaf ifsadı işlendi. Lübnan’da cumhurbaşkanının ille de “Marunî Hıristiyan,” başbakanın “Sünnî Müslüman” ve Meclis başkanının “Şiî” olmasının şart koşulması, İsrail’in işine gelecek parçalanmanın bir örneği.
Keza Irak’ta yönetimin ve meclisin “Arap”, “Kürt”, “Türkmen” ve hatta “Asurî” gibi küçük kavimler arasında bölüşülmesine ilâveten, “Sünnî Arap”-“Şiî Arap”, dahası “Sünnî Türkmen”-“Şiî Türkmen” benzerî farklılıklara göre taksimi bunun için.
Aynı fitne, şimdi Türkiye’ye de ihraç ediliyor. Karşılıklı kışkırtma senaryosuyla...
* * *
Kissinger’den sonra, ne yazık ki ülkelere kaos ve kargaşa ihraç etme konseptiyle “dine ciddî taraftar Amerika”, göz diktiği ülkenin başına terör, sefâlet ve kitlesel ölümler getiren plânlar kurmakta. Darbelerle, suikastlarla, cinâyetlerle, kaos ve kargaşayı türeten “projeleri” dayatmakta...
Doğrusu, Amerikalıların bu husustaki sâbıka listesi oldukça uzun. Yerli Kızılderililere ve zencilere yaptıkları zulümler tarihin hâfızasında.
Hindistan yarımadasında ve Çin’de sivil halka yönelik kitlesel katliamlar, Bengladeş’te kitlesel cinâyetler ve suikastlar, Doğu Timor’da soykırımın kışkırtılması, hatta Washington’da gazetecilerin kaçırılıp öldürülmesi hep bu plânla yapıldı.
Meksika, Küba ve Nikaragua gibi Latin Amerikan ülkelerini işgal edip, kurduğu terör ve tedhiş örgütleriyle binlerce insanın vahşice öldürülmesi...
İkinci Dünya Savaşında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan atom bombasıyla 250 bin sivilin katli...
CIA operasyonlarıyla Guatemala’da, Endonezya’da, Laos, Kamboçya, Şili ve Arjantin’de onbinlerce insanın makineli tüfeklerle taranarak katledilmesi...
Küba’da çoğu kadın ve çocuk altmış bin sivilin, şımarttığı işbirlikçilerin milyonlarca insanı katli. On bin Dominiklinin acımasızca katlinden Arjantin’de on bin kişinin öldürülmesinden, Lübnan’da binlerce, Panama’da beş bin sivilin öldürülmesi...
Ve Vietnam’daki milyonlarca insanın öldürülüp sakat bırakılmasından Afganistan ve Irak’ta onbinlerce sorti ile milyonlarca insanın katline kadar; son bir asırda Amerikan politikaları oldukça kanlı ve lekeli...
* * *
Bediüzzaman, İstanbul’un işgali sırasında işgalcilere karşı yazıp dağıttığı Hutûvat-ı Site (şeytanın altı aldatması)” isimli eserinin başında, İngilizlerin nasıl bu fitneyi ifsad ve desîselerle telkin ettiklerini yazar; buna karşı uyarır.
Birinci Dünya Savaşında, Lawrencelerin fitneleriyle birbirlerine düşman edip düşürülen Müslümanların arasında hiçbir tarihî, millî, coğrafî etken göz önüne alınmadan, kentlerin, kasabaların ve köylerin ortasında cetvellerle yapay sınırları çizen İngilizler, perde gerisine çekilmişler. Görünen o ki ifsadın eylem işini artık Amerikalılar üstlenmiş.
Sınırlar yeniden çiziliyor; yeni Ortadoğu ve Asya haritaları ortalıkta dolaşıyor. Egemenlik ve çıkar projeleri hesabına...
Müslüman unsurları yekdiğerinin aleyhine menfî bir surette “milliyetçilik” damarıyla asimetrik tahrik oyunu, yine sahnede ve sokaklarda...
Plân, “bin seneye yakın Kur’ân’ın bayrağını cihanın cihat-ı sitesinin (altı tarafının) etrafında gezdiren bu vatan evlâdlarına” karşı “ebedî ve hakikî uhuvvet (kardeşlik)”le bağlı, asırlardan beri Anadolu’da beraber yaşamış halkları koparıp, emellerine âlet etmek. (Mektûbat, 408 )
Bu aldatmanın, Bediüzzaman’ın ikazıyla, “evvela Kürtleri bir millet-i tabie haline getirip” ecnebilerin âleti ve kuklası haline getireceği, “muhakkaktır.” (Sebilürreşad, 17 Mart 1920)
Ve bu fitne ile küresel çıkar güçlerine yerli işbirlikçiler bulup ırkî ve hatta mezhebî ayrılıkları alevlendirerek kandırmalarla dindaş ve kardeş komşuları husûmetle çarpıştırmak. Marksist terör örgütü aracılığıyla, “terör tuzağı” bunun için kurulmuş...
Terörden daha dehşetli olan bu fitneye karşı herkes dikkatli olmalı...
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kaynaşma böyle mi olur? |
|
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı sebebiyle sergilenen bazı görüntüler, ‘bayram’ın anlamına ters düştü. Devlet ile milletin kaynaşması gereken böyle ‘milli gün’lerde, millet ekseriyetinin rencide edilmesi; ‘bayram’lardan beklenen kucaklaşmayı temin etmeye yarar mı?
“Doğru ise” kaydını düşerek “Türbanlılar geldi komutanlar ayrıldı” başlıklı habere bakalım: “Cumhuriyetin 84. yıldönümü nedeniyle valiliklerce düzenlenen bazı resepsiyonlarda, ‘türban’ gerginliği yaşandı. Türbanlı kadınların katıldığı resepsiyonlardaki komutanlar tepki göstererek ayrıldı. Gaziantep’teki resepsiyona, (...) bazı türbanlı davetlilerin katılması üzerine, (...) subaylar eşleriyle salonu terk etti. (...) Kayseri’deki resepsiyona, garnizonda görevli yüksek rütbeli subay ve astsubaylar katılmadı. Askerlerin, çok sayıda kamu kurum yöneticisinin türbanlı eşleriyle katılmasına tepki olarak resepsiyona katılmadıkları iddiâ edildi. (...) Kırklareli (...) (nde de) subaylar resepsiyonda türbanlıları görünce eşleriyle salondan ayrıldı. Eskişehir’deki resepsiyonda da türbanlı kadınların bulunması dikkat çekti.” (Milliyet, 31 Ekim 2007)
Tekrar, “haber ve yorumlar doğru ise” notunu düşerek soralım: Böyle bir tavır, kutlanan ‘bayram’a gölge düşürmez mi? Başörtülü birisi bir yere, bir salona, bir toplantıya geldi diye; başka birilerinin orayı terketmesi ‘kaynaşma ve kucaklaşma’ ile bağdaşır mı?
Hatırlamak lâzım: Geçmişte de benzer davranışlar sergilendiğine şahit olmuştuk. İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu, AİHM Başkanının da katıldığı bir toplantıya, başörtülü öğrenciler geldi diye ‘tepki’ göstererek toplantı salonunu terketmişti. Hatta bu duruma, toplantıya katılan AİHM Başkanı bile bir anlam verememiş, “Başörtülü öğrencilerin toplantıya katılmasında ‘bence’ bir mahzur yok” anlamında beyanlarda bulunmuştu.
Son günlerde de benzer davranışlara şahit oluyoruz. Böyle davranışları sergilemek; değil ‘bayram’larda, normal zamanlarda da uygun değildir. Nihayetinde bahsedilen bayram, başı örtülünün de, başı açık olanın da bayramı. Öyle de olmak zorunda. Aksi anlamları hatırlatacak davranışlar sergilemek kimseye bir şey kazandırmaz.
Bu ve benzeri davranışları sergileyenler ya da bu davranışlara ‘olur’ verenler; lütfen bu davranışların millet nezdinde nasıl bir intiba bıraktığını araştırsınlar. Artık, soğa çıkarak mı yoksa ‘plaza’lara girerek mi; her ne yol ile olursa olsun ‘millet’e bir sorsunlar. Kaç kişi, bu tavrı, bu davranışı tasdik eder?
“Milletin ne düşündüğü, nasıl değerlendirdiği bizim umurumuzda değil” deniyorsa, bu düşünce de kökten yanlış ve hatalı bir düşüncedir. Çünkü demokrasilerde ‘millet’in ne düşündüğü önemlidir. Türkiye, kurmuş olduğu cumhuriyetini demokrasi ile taçlandırmak, anlamlardırmak ve kuvvetlendirmek durumundadır. Böyle ‘tepki’ler ortaya koymak, umulan ‘kaynaşma ve kucaklaşma’ya hizmet etmez. Aksine, kırgınlıkların artmasına ve kucaklaşmanın ertelenmesine vesile olur.
Hiç kimsenin buna hakkı olmasa gerek.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Anarşinin temelinde ne var? |
|
Bediüzzaman, anarşiye zemin hazırlayan davranışlara her dönemde, bilhassa anarşinin isminden bile söz edilmediği 1940’lı yıllarda Adalet Bakanlığına yazdığı bir mektupta dikkat çekmişti.1
Bediüzzaman, yine aynı yıllarda Halk Partisinin Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı bir mektupla da, onları kuzeyden çıkıp Hıristiyanlığı mağlup edip anarşiyi yetiştiren dinsizlik cereyanına karşı uyarmıştı.2 Hatta önlem alınmazsa, mutlak dinsizlik altındaki bu anarşiye mağlup düşülüp Türk milletinin parça parça olacağını, kuzeydoğudan çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet verileceğini söylüyordu.3 Bediüzzaman, ekilen tohumların ıslâh edilmediği takdirde dehşetli bir şerrin geleceğinden de bahsetmişti.4
Bir yerde hastalık varsa, sebebi de vardır. İyi bir teşhis konulmadıkça tedavî edilemez. Anarşi ve terörün sebep ve çareleri bilinmedikçe de onunla mücadele etmek, ciddî bir tedavide bulunmak mümkün değildir.
Anarşinin temelinde açlık, sefalet, eşitsizlik, ekonomik dengesizlikler aranabilir. Ama asıl sebep, mânevî yoksulluktur. Çünkü mânen zengin olan insanlar, hakkı, hukuku gözetir, maddî durumları yerindeyse zekât, fitre, v.s. gibi yardımlarla fakirlerin elinden tutar; maddeten ne kadar sıkıntı içinde de olsalar anarşiye bulaşmaz, hakları varsa meşrû dairede ararlar.
Bediüzzaman’a göre anarşinin temelinde mânevî boşluk vardır. Dini terk edip kendilerini başıboşluğa bırakan, kànun nizam tanımayan lâkayd ve lâubalî insanlar anarşistliğe aday kimselerdir. Bediüzzaman böyle kimseleri uyarır, “Lâubaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez”5 der.
Bilhassa idarecilerin anarşiye meydan verebilecek davranışlara karşı uyanık olmaları gerekir. Çünkü onların hataları bütün ülkeyi ilgilendirir. Onun içindir ki Batıya özenti duygusuyla dinî ve millî kimliği şekillendiren değerlerden uzaklaşılmamalıdır. İnsanı insan, hatta sultan yapan değerlerden kopmanın faturası çok ağırdır. Medeniyet adı altında dinsizliğe pirim vermek çok pahalıya mal olur. Acı anarşi meyveleri bu zakkum ağacında yetişir. Ve bu dikenli meyveleri önce buna sebep olanlar yemek zorunda kalırlar.
Bediüzzaman, dini tahribe yönelik bu tip hareketlere karşı şu îkazda bulunmuştur: “Sizin cebren böyle ehl-i îmanı mimsiz medeniyete sevk etmekteki maksadınız, eğer memlekette âsâyiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, kat’iyyen biliniz ki, hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın [yasaklara giren kimsenin] idaresi ve onlar içinde âsâyiş temini, binler ehli salâhatın [dinine bağlı insanların] idaresinden daha müşküldür.”6
Anarşiyi önleme makamında olanların anarşiyi yetiştirecek tutum ve icraatlardan herkesten önce kendilerinin sakınmaları gerekmiyor mu?
Dipnotlar: 1 Emirdağ Lahikası, 1:21. 2 A.g.e., 1:90. 3 A.g.e., 1:190. 4 Şuâlar, s. 241. 5 Divanı Harbi Örfî, s. 68. 6 Lem’alar, s. 126.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Asr-ı Saadet’te meşveret |
|
İşlerini istişare ile yürütenler bilir ki, Peygamberimiz (asm), görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışan bir önder değildi. Vahyi aynen tebliğ eder, ona uyar ve uyulmasını emrederdi. Ancak vahye dayanmayan hususlarda kendi şahsî görüşünü sahabelerle eşit tutardı. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Ebû Hureyre (ra); “Ben, Resûlullah’tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim”1 der. Bedir, Uhud, Hendek savaşları öncesinde, ordunun konuşlandırılmasında, savaş taktiklerinin tesbitinde ve savaş esirlerinin akıbeti hususundaki en kritik konularda ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, kendi düşüncesine aykırı olduğu halde ona göre hareket etmiştir.2
Peygamberimiz (asm), Uhud Savaşı sırasında, düşman saflarındaki bir kısım bedevîleri savaşmaktan caydırmak için Medine hurmalarından pay vermeyi teklif etmeyi gündeme getirmişti. Ancak sahabeler bu fikrin vahye dayanmadığını öğrenince, bunun zillet ihtivâ eden bir teklif olacağı gerekçesiyle itiraz etmişler, Peygamberimiz (asm) de vazgeçmişti.
Mekkeli müşrikler, onu Müslümanları ortadan kaldırmak için savaş ilân etmişlerdi. Mücahidlerle istişâre eden Hz. Peygamber (asm), 305 kişilik ordusunu Bedir’e getirerek kuyulara yakın bir yerde konuşlandırmıştı. Bedir Savaşı, bir avuç Müslümanın ve İslâmiyetin mukadderâtı, geleceğiyle ilgili bir savaştır. Hz. Peygamber (asm) “Mâdem durum bu kadar hassas, öyle ise inisiyatifi ben elime alıyorum!” demiyor. Ashabıyla karargâhın nerede kurulması gerektiğini görüşüyor. Henüz 33 yaşında bir genç olan Hübab bin Münzir (ra) ayağa kalkarak, “Ya Resûlallah! Burası, sana Allah’ın emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş neticesi bir harp tedbiri olarak mı seçildi?” diye soruyor.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), “Hayır, şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icâbı olarak düşünüldü!” diye buyuruyor.
Bunun üzerine Hubab şöyle diyor:
“Ya Resulallah! Burada karargâh kurmak pek muvafık değildir. Siz halkı hemen buradan kaldırınız. Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp, onu su ile dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler, zor duruma düşerler.”
Resûl-i Ekrem (asm) “Ey Hubab, doğru olan görüş senin işaret ettiğindir!” buyurarak meşverette alınan kararı uyguluyor.3
Kezâ, Uhud Harbi’nde de kendi düşüncesinin aksi olan ve istişare neticesinde ortaya çıkan ekseriyetin fikrine iştirak etmesi de, istişarenin önemini gösteren bir delildir. Esasen bu anlayış, âyetin ve sünnetin gereğidir. “Onlarla iş hususunda istişare et” âyetinin hemen ardından “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a güvenip dayan, çünkü Allah kendisine güvenip dayananları sever”4 denilmesi, meşveret kararının tereddütsüz uygulanması gerektiğini gösterir. Karar verilmişse, artık hemen uygulama safhasına geçilmelidir. Tereddüt olmamalı, emin ve kararlı bir şekilde, meşveret kararları uygulanmalıdır. Nitekim Uhud Savaşı öncesi, meşveretten “meydan savaşı” kararı çıkınca Resûlullah (asm) evine gidip zırhını giyer. “Meydan savaşı” isteyenlerin bir kısmı gelip, görüşlerinden vazgeçtiklerini söyleyince de, Resûlullah (asm); “Bir peygambere, zırhını giydiğinde, artık geriye dönmesi yakışmaz” diyerek isteklerini geri çevirir.5
Onun irtihalinden sonra da ashab-ı kirâm, gerek ahkâm âyetlerinin nasıl anlaşılacağı ve tatbik edileceği meselelerinde, gerekse sâir konularda meşveret yapardı. Yâni, daima değişik fikirlere, farklı görüşlere açıktı. Onlara bu zemini de hazırlamıştı. Peygamberliğini asla bir imtiyaz olarak ileri sürmez, genç, fakat isabetli görüş sahiplerini dinlerdi.
İlk halife Hz. Ebûbekir (ra), devlet başkanlığına, üç farklı görüş sahiplerinin şiddetli tartışmaları sonucunda seçimle gelmişti. Keza, diğer üç halife de yine seçimle gelmiş, meşvereti daima esas almışlardı.
İslâm âlimlerinin, temel meselelerdeki anlayış farkları, mezheplerin teferruâttaki farklı yorumları ve uygulamalardaki içtihadları da, başkalarının fikirlerine verilen değeri yansıtmaktadır.
Dipnotlar: 1-Tirmizî, Cihad, 35.; 2-İbni Kesir, II, 128-129.; 3-Sîre, 2:272; Tabakât, 3:567-568.; 4-Kur’ân, Âl-i İmran, 159.; 5-İbni Kesir, II, 91; Beydavî, I, 178.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Mide fesadı ve zeytin(yağı) mûcizesi |
|
Bu zamanda mide rahatsızlığı olmayan çok az sayıda insan var.
Özellikle yirmili yaşlardan itibaren pekçok kimsede görülen, otuzlu yaşlarda ise had safhaya çıkan ve eğer tedâvisi yapılmazsa başka hastalıkları da tetikleyen mide rahatsızlıkları, bugün tıp dünyasının en öncelikli meşguliyetleri arasında yer alıyor: Habire ilâçlar üretiliyor, diyetler uygulanıyor, ameliyatlar yapılıyor, vesaire...
Giderek daha yaygınlaşan bu amansız hastalığın şüphesiz ki, bir değil, birçok sebebi var: Üzüntü, sıkıntı, stres, kalitesiz yağlar, düzensiz beslenme, zararlı yiyecek–içecekler, su ve hava kirliliği...
Yaşadığımız tecrübe
Mide fesadı hususunda, bizim de yaşadığımız ciddî tecrübeler var.
Yirmili yaşlarda sancılanma başladı. Otuzlu yaşlarda 3–4 kez kanama oldu. Gastritle başlayan rahatsızlık, sonunda ülsere dönüştü.
Hasılı, ameliyatlık bir duruma geldik... Kullanmadığımız ilâç kalmadı. Ancak, bunların hiçbiri "kesin çözüm" olmadı.
Sonunda anladık ki, bizdeki bu marazın iki önemli sebebi var: Biri üzüntü, sıkıntı, yoğun stres; diğeri ve en mühimmi ise, tevekküldeki zaafiyet, yahut yanlış tevekkül...
Tedâvi arayışımız, doğru tevekkül ve "alternatif tıp"la devam etti. İlk etapta, zeytinyağlı "Kudretnarı" kullandık. Bu ilâcın, ayrıca ballısı da var.
Kudretnarının çok büyük faydasını gördüm. Ağrılar, sızılar (arada bir nüksetmekle beraber) minimum seviyeye indi.
Bunun yanı sıra uyguladığımız en büyük tedbir, çiçek ve margarin yağlarına paydos ederek, halis zeytinyağına dönmek oldu.
* * *
Evet, halis, katışıksız (yani % 1 asitli sızma) zeytinyağı, bedenî sıhhat itibariyle hayatımın dönüm noktası oldu, diyebilirim.
Yaklaşık on beş yıldır, hemen her yemekte bu yağı tercih ediyoruz. İkinci tercihimiz ise, az miktarda olmak üzere tereyağıdır.
Ağırlıklı olarak zeytinyağını kullandığımızdan bu yana, şükürler olsun, ciddî bir rahatsızlığımız olmadı.
Arada bir, şurada burada yediğimiz başka yağlarla pişirilmiş yemeklerin, menfî tesirler uyandırdığını da ifade etmiş olalım.
Kur'ân'da da ehemmiyetle zikredilen zeytin mu'cizesi ve bu nimetten imal edilen sair ürünlerin, insan hayatında müsbet mânâda pekçok ve pek büyük tesirleri var.
Bununla beraber, zeytin meyvesi gibi, zeytinyağının da birkaç çeşidi olduğunu bilmek lâzım. Faydası olacağı kanaatiyle, bu hususa da bir sonraki yazıda değinmeye çalışalım.
GÜNÜN TARİHİ 1 Kasım 1922
Saltanatın sonu
Osmanlı Saltanatının mukadderatı hakkında Millet Meclisi'nde yapılan görüşmeler sona erdi.
Meclis'te, Saltanat ile Hilâfet makamının birbirinden ayrılması ve Saltanatın kaldırılması yönünde tarihî bir karar alındı.
Bir gün evvel Mudafaa–yı Hukuk Grubunda konuşulan bu mesele, M. Kemal'in teklifi ile Meclis gündemine getirilmişti.
Yapılan müzakereler neticesinde, 623 yıldır tarih sahnesinde varlığını sürdüren Osmanlı Devletine son verilmesi kararı alındı.
Böylelikle, yedi düvelin birden yüklenerek yıkamadığı Osmanlı Saltanatını, kendi elimizle yıkıp tarihe gömmüş olduk.
Benzer bir mesele, yüzyıllar önce (1688) İngiltere'nin (B. Britanya Krallığı) de gündemine gelmişti. Yeni hazırlanan anayasa, demokrasiye kapıyı aralamış, ancak kraliyeti de tümüyle gözardı etmemişti.
İngiltere'de, halen sembolik bir değer taşıyan krallık sistemi devam ediyor. Ancak, hayatın her kademesinde geçerli olan ve ağırlığını hissettiren sistem, yine demokrasidir.
Bu karma sistemin ismi, "meşrûtî monarşi" şeklinde de ifade edilebiliyor.
Dolayısıyla, bu toprakların fatihi olan Osmanlı'ya da sembolik bir statü verilebilirdi. Ancak olmadı.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
On küsûr yıl, Yeni Asya gazetesi Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgesi temsilciliği yaptım.
Üç-dört ayda bir bu mahallere gidip, dostlarımız ile hasretlik giderirdik.
Amasya, Tokat, Erzincan, Erzurum, Ağrı, Iğdır, Bayburt, Gümüşhane, Rize, Trabzon, Gresun, Ordu, Samsun ve de Sinop, benim gezmem gereken mahaller idi.
“Araya hasretlik girdi. Hazin hazin ağlar gönül” dercesine hasretliğin çaresi dostlar ile buluşup hatıraları tazelemek, samimi dostluğun gereğidir.
Aradan iki yıl geçmişti.
Bazı dostlarımızı çeşitli vesileler ile görmüş olsak da, eski tadı bulmak zordu.
İşte, geçtiğimiz günlerde Tokat Turhal’dan başlayan gönül turumuzda, gazetemizin gayretli ve ehl-i ilim yazarlarından Mehmet Ali Kaya Bey’i makamında ziyaret edip, güzel dostluk ve muhabbetlerinden sonra, Tokat’ın merkezindeki büromuzun yeni mekânında emektar Ahmet Tan Ağabey ile Azam Bey’i gayret içinde gördük.
Dostlarımızla akşam sohbetinden sonra, kafilemize katılan emekli başmüfettiş Ahmet Kara Beyefendi ve emektar eğitimci Osman Aktaş ile Erzincan’a ulaşmak için mesafe katediyoruz.
Akşam yine Erzincan’ın can dostları ile Risâle-i Nur’un deryasından istifade etmek için satırlarındaki harikalıklarla hemhâl oluyoruz.
28 Ekim’de, temsilcimiz Arif Çenel Beyin oğlu Said kardeşimin düğününde kısa bir konuşmadan sonra Erzurum’a uluşmak için yola koyulduk.
Yolda Erzincan’ın nezih kara üzümünden tatmak için durduk. Taze dalında üzümlerden yedik. Üzümü bize sunan lise mezunu öğrenciden, Ahmet Kara Hocamızın “Namaz kılıyor musun delikanlı?” sorusuna karşılık:
“Ağabey, bizim namazımız yoktur” cevabını aldık.
“Neden?” sorusuna genç, şöyle cevap verdi:
“Biz Alevîyiz.”
Ahmet Bey, delikanlıya, bir Küçük Sözler hediye etti.
Ve yolumuza devam ettik. İyi ki devam ettik, daha sonra emniyet gerekçesi ile Erzincan-Erzurum yolu kapanmış.
Akşam, Atatürk Üniversitesi öğrencileri ile tanıştık ve sohbetler yaptık.
Sabah kahvaltısını ise, Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı’nın kayınpederi Raif Bey’in evinde yaptık.
Sahabe-i Kiram’dan Abdurrahman Gazi’nin kabri ziyaret edilmeden Erzurum’dan ayrılınmaz. Tarihî mekânları ziyaretten ve temsilcimiz Selim Bey’in misafirperverliğinden sonra İspir, Pazaryolu, İkizdere, Ovit dağını aşarak Rizeli dostlara ulaştık akşam üstü.
Bizim derdimiz, Risâle-i Nur’dan çıkan muhabbet duygusunu dostlar ile paylaşmaktır.
Ahmet Kara Bey, 1971 yılında bu ilimizde İmam Hatip Lisesi Müdürlüğü yaptığı için buralarla ciddî alâkaları var. Özellikle, Toprak ailesinin birbirinden güzel fertleri ile...
Yol üzerinde Trabzon var. Bu kahraman insanlarla da, yaklaşık iki yıldır uzak kaldık. Hasretlik ve dostluğun getirdiklerini, ancak böyle izale edebiliyoruz.
Sırası ile Gresun, Ordu, Perşembe, Fatsa, Ünye ve tekrar Tokat ilimize uğrayarak yılların biriktirdiği eski dostlukları, yani eskimeyen dostlukları yâd etmiş olduk.
Siz siz olun, “Seyahat edin, sıhhat bulun” hadisini hayatınıza tatbik edin.
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Yeryüzünün yedi kat oluşu |
|
Ali Bey:
*“Yedi nevi ile yedi tarzda arzın yedi tabakasını tek tek izah eder misiniz?”
Kur’ân-ı Kerîm bir çok âyetinde yer küremizi semâvâtın yedi tabakasına denk gösterir. Meselâ bir âyette: “Yedi kat gök ve yer ile bunlarda bulunanlar O’nu tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih ediyor olmasın! Lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız”1 buyuran Cenâb-ı Hak, bir diğer âyette bu denkliği daha belirginleştirir: “Yedi kat göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan, Allah’tır. Allah’ın Kâdir olduğunu ve Allah’ın ilminin her şeyi ihâta ettiğini bilmeniz için, Allah’ın emri bunlar arasına iner durur.”2
Semâvâtın yedi tabaka olarak yaratılmış olduğu, âyetlerin zâhir mânâsıyla da sabittir. Semâvât gibi Arz’ın da yedi tabaka ve yedi kat olup olamayacağını yukarıdaki âyetin gölgesinde ele alan Bedîüzzaman Hazretleri, nazarları şu dört madde üzerinde teksif eder:
1- Âyet açık bir beyanla “yedi kat arz” demiş değildir. Yukarıdaki âyette arzın da, yedi kat semâvât gibi “halk” edildiğini; yani mahlûkâta mesken yapıldığını; yani yedi kat semâvât ile yer küresi arasında “mahlûkiyet ve mahlûkâta meskeniyet cihetiyle” benzerlik bulunduğunun ifâde edildiğini söylemek mümkündür. Cenâb-ı Hak açıktan, yerküreyi “Yedi tabaka olarak halk ettim” demiyor.
2- Yerküre cüsse itibâriyle her ne kadar semâvâta nisbeten küçücük olsa da; hadsiz mahlûkâtın meşheri, sergisi, mazharı, mahşeri ve merkezi hükmünde olduğundan; kalbin cesede mukâbil gelmesi gibi, yerküre de koca ve hadsiz semâvâta karşı bir kalp ve mânevî bir merkez hükmünde mukâbil gelmektedir.
Saîd Nursî Hazretleri burada pozitif değerler sunar. Meselâ; 1-Yeryüzünün yedi iklimi vardır. 2-Dünyanın Avrupa, Afrika, Okyanusya, İki Asya ve İki Amerika olmak üzere yedi kıtası vardır. 3- Yerkürenin iç çekirdek denilen iç merkezinden dış yüzeyine ve atmosferine kadar yedi tabakası bulunmaktadır. 4-Gezegenimizin hayat sahibi varlıklar için hayat kaynağı olmuş yetmiş tabaka basit ve cüz’î unsurları ve elementleri ihtivâ eden yedi küllî kat dikkatten uzak tutulmamalıdır. 5-Dört unsur denilen su, hava, toprak ve ateşe, üç önemli hakîkat olan mâdenler, bitkiler ve hayvanların da ilâvesiyle meydana gelen yedi küllî unsur söz konusudur. 6-Cinlerin, ifritlerin ve sâir muhtelif şuur ve hayat sahibi mahlûklardan her birinin meskeni olan yedi kat arz âlemleri ayrıca değerlendirilmelidir. 7-Küremizi bir çam çekirdeği olarak kabul ettiğimizde, bu çekirdekten hâsıl olan mânâ âlemi, misâl âlemi, berzâh âlemi ve ruhlar âlemi gibi küremizden temessül eden misâlî şecerelerden müteşekkil3 yedi diğer küreler de gözden kaçırılmamalıdır.
3- Hakîm-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak israf etmiyor, abes şeyler yaratmıyor. Hava unsurunun, su âleminin ve toprak tabakasının hadsiz hayat sahipleriyle şenlendirilmiş olması bize gösterir ki; yerküremizin iç çekirdeği denilen merkezinden, tâ meskenimiz olan zâhirî kabuğuna ve atmosfere kadar birbirine bitişik yedi tabakanın her birinin geniş meydanlarını, büyük âlemlerini ve gizli mağaralarını Cenâb-ı Hak boş ve hâlî bırakmamıştır. En kesif ve yoğun yerlerde, meleklerin ve rûhânî hayat sahiplerinin intikâli ve seyri, balığın denizde ve kuşun havada seyri kadar kolay ve rahattır. Yerkürenin merkezindeki müthiş ateş, onlara göre, bizlere nisbeten güneşin harâreti gibidir. Onlar nurdan olduklarından, nâr ve ateş onlara nûr gibi olmaktadır.
4- Şehâdet âleminde bir çekirdek hükmünde olan yerküre; mîsâl âleminde ve berzâh âleminde bir büyük ağaç gibi, yedi kat semâvâtla omuz omuza vuracak bir azamet göstermektedir. Keşif ehlinin, yerkürede ifritlere mahsus bir tabakayı bin senelik bir mesâfede görmeleri, şehâdet âleminde bulunan bu çekirdek küremizle ilgili değil; bu çekirdek küremizin mîsâl âlemindeki ifritlere mahsus dalları ve tabakaları ile ilgilidir.
Mâdem yerkürenin böyle ehemmiyetsiz bir tabakasının, başka âlemlerde böyle azametli tezâhürleri vardır. Elbette yedi kat semâvâta denk, yedi tabaka yerküreden bahsetmek mümkündür. Âyet buna işâret etmektedir.4
Dipnotlar: 1- İsrâ Sûresi, 17/44 2- Talâk Sûresi, 65/12 3- Mektûbât, s. 83 4- Lem’alar, s. 68, 69, 70
01.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|