Nefis ve hevamızın esiri olup, onun boyunduruğuna girince, kendi hata ve kusurlarımızı hep görmezlikten gelip, durmadan başkalarının eksiğini su yüzüne çıkarmayı alışkanlık haline getiriyoruz.
Sürü ile kusurlarımızı, günahlarımızı es geçip, hakemliğe veya hâkimliğe soyunup en yakın dostlarımızı yargılamaya, hüküm vermeye kalkışıyoruz, hatta bazen de infazına dahi karar vermekten çekinmiyoruz.
İnsafsız ve acımasız nefsimiz hakem olunca zaman zaman beşeriyet iktizası olarak dâvâ arkadaşlarımızdan sudur eden çok basit hataları büyüteç altına alıyoruz. Bunları sebeb-i nizâ sayarak mantıksız münakaşalara kapı aralıyoruz.
Gizli veya açık hata ve kusurlarımızı görmediğimiz müddetçe veya görüp de onların ıslâhına çalışmadığımız müddetçe, çevremizdeki dost ve arkadaşlarımızla barış içinde bir arada yaşamamız zor.
İnsanlarla olan ilişkilerimizin, dost ve dâvâ arkadaşlarımızla olan samimî diyaloğun çaresi ve reçetesi sevgidir, muhabbettir, şefkattir, hoşgörüdür, gıybet gibi dostluk bağlarını zedeleyen kötü alışkanlıklardan uzak durmaktır, hatta bunlara zemin hazırlayan kapıları kapamaktır.
Hele ulvî bir dâvâya gönül veren hizmet erleri için, kudsî bir hizmeti vazife bilen hadimler için uhuvvet, şefkat, hoşgörü gibi hasletleri prensip edinmek vazgeçilmez yükümlülüklerdir zaten.
Nurlarla hizmeti esas alan ve o çerçevede hizmet-i Kur’âniyeyi şiar edinen hizmet ehli insanların, bu hizmetin olmazsa olmazlarından olan ihlâs, uhuvvet ve tesanüt gibi hasletleri rencide edecek olan, her türlü kırıcı, incitici söz ve hareketlerden şiddetle kaçınmaları önemli bir mükellefiyettir.
Çünkü bu kudsî hizmetin dinamosu, bu hizmet kervanının lokomotifi sevgidir, kardeşliktir, samimî dostluktur. Bunların olmadığı bir yerde sağlıklı, verimli ve kalıcı bir hizmetten bahsetmek mümkün değil.
Sevgi, muhabbet, şefkat, merhametin Nur hizmetindeki yerini ve önemini çok iyi teşhis ve tesbit eden Bediüzzaman; bu güzel hasletleri bizzat kendi yaşantısıyla hayata geçirerek örnek olmuş; talebelerine de böyle bir yaşantının içinde olmalarını tavsiye ve telkin etmiştir.
O büyük insanın, saff-ı evvel dediğimiz ilk talebelerine muhatabiyetinde, onlara karşı hâl ve davranışlarında hep sevgiyi, şefkati ve hoşgörüyü görmekteyiz.
Değil yakın talebelerine, talebesi olmayan sıradan hiçbir insana rencide edici, incitici hiçbir söz ve davranışta bulunduğu vâki değildir Bediüzzaman’ın.
O “Bizler muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur” diyerek her zaman, herkesi kucakladı, herkese şefkat ve muhabbetle yaklaştı.
Yakın talebelerini daha bir sıcak ve samimî bir muhabbetle kucakladı, bağrına bastı, onlara iltifat etti, takdir etti…
Onlara gönderdiği mektuplardaki iltifat, takdir, teşvik ifadeleri dahi, Bedüzzaman’ın hzmet-i Kur’âniyede bulunan en sıradan talebelerine ne derece önem verdiğini, onlara olan muhabbet ve sevgisinin seviyesini gözler önüne seriyor.
“Aziz, sıddık, vefakâr, cefakâr, kahraman kardeşlerim…” gibi takdir ve iltifat yüklü mektup başlıkları, Bediüzzaman’ın talebelerine hitaben istisnasız her mektubunda istimal ettiği ifadelerdir.
Buradan hareketle şöyle bir suâl akla gelebilir: Üstadlarının medihlerine, iltifatlarına mahzar olan saff-ı evvel ağabeylerin hiçbir kusurları, hataları olmuyor muydu? Onların bütün hal ve davranışları mükemmel miydi?
Hemen belirtelim ki, onlardan da bilerek veya bilmeyerek bazı hata ve yanlışlar sudur oluyordu. Beşer olmalarının bir gereği olarak onların da bazı zaafları, vartaları olabiliyordu.
Bediüzzaman’ı tanımadan önce farklı meşreplere sahip, değişik fıtratları olan bu insanlar, Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra her ne kadar eski huylarını, alışkanlıklarını terk etmiş olsalar da, bazı konulardaki değişik görüş ve düşünceleri devam ediyordu.
İşte Bediüzzaman, değişik meşreplere, farklı mizaç ve kabiliyetlere sahip bu bahtiyarların, aynı potada, aynı dâvâ etrafında kenetlenmesini sağlayan bir dahi ve aynı zamanda nümune-i imtisal bir idarecidir.
Onların zaaflarını, kabiliyetlerini, meşreplerini nazara alarak, o şekilde onlara muhatap olan ve vazife taksimi yapan Bediüzzaman, ufak tefek soğuklukları da hoşgörü ve müsamaha ile yaklaşarak hallederdi.
Bilemiyorum bizler bu anlayışın neresindeyiz?
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|