Ülke ve millet olarak, bir hayli kritik ve son derece hassas bir vetireden (süreçten) geçiyoruz.
Herkesin en büyük arzusu, gayesi huzur ve barışın sağlanması.
Ancak, herkes bu maksada uygun metotlarla, usûllerle hareket etmiyor.
Maksat doğru, metot yanlışsa eğer, yine de doğru bir neticeye ulaşılamaz.
İşte, şimdiki gidişata bakınca, bazı tehlikeli gelişmelerin olabileceği ihtimalinden endişe etmemek elde değil.
Şimdi, hükümetin tutum ve davranışından başlayarak, yukarıdan aşağıya doğru umumî manzaraya şöyle bir nazar gezdirelim.
Diplomasi, silâhın gerisine düştü
Terör belâsıyla içine düştüğümüz "Kuzey Irak krizi", bölgede ve dış dünyada her gün yeni bir boyut kazanarak genişliyor.
Hükümet, yoğun bir diplomasi atağına girişti.
Başbakan ve ilgili diğer kabine üyeleri, hergün bir veya birkaç ülkenin yetkilileriyle doğrudan temas halinde.
Irak'tan İngiltere'ye, Romanya'dan Amerika'ya adeta bir mekik diplomasisi yapılıyor.
Bu tür faaliyetler, elbette ki lâzım, hatta elzem. Dünyada gayet normal karşılanan bir durumdur bu.
Ancak, ortada ciddi bir anormallik var.
O da şudur: Hükümetin girişmiş olduğu bütün bu diplomatik ataklar, Kuzey Irak sınır hattına doğru yapılan asker ve mühimmat sevkiyatı başladıktan sonra start aldı.
Böyle bir diplomasi olmaz. Daha doğrusu, diplomasi böyle yapılmaz.
Savaşı andıran silâhlı sevkiyatın gölgesinde yapılan bir diplomasi, yerinde, zamanında ve ustaca yapılan bir diplomasi değildir.
Bu mekik diplomasisinin, çoook önceden başlatılması gerekiyordu. Hatta, bırakın silâh–sevkiyat merhalesini, daha Meclis tezkereyi bile görüşmeden, ilgili ülke yöneticileriyle sırf bu maksatla gidilip görüşülmesi gerekiyordu.
Ne yazık ki, böyle yapılmadı. Önce tezkere çıktı, hemen ardından asker harekete geçti ve ondan sonra—birden bire—bir diplomasi atraksiyonu başladı.
Bu durumda yapılan şey, aslına usûlüne uygun bir diplomasi hareketi değil, başka bir şeydir. Peki, nedir? Şudur:
Meselâ, diyelim ki, hükümet üyeleri Irak'a gitti. Bu dost ve komşu ülkenin yetkilileriyle görüştü. O görüşmede, istenildiği kadar diplomasi lisanıyla görüşülüp konuşulsun; silâhların gölgesinde yapılan bu görüşmenin mesajı şudur: "Bana bak! Döverim lan seni.."
Yine meselâ diyelim ki aynı atraksiyonla İngiltere'ye, yahut Amerika'ya gidildi; onlarla da her ne lisanla konuşulursa konuşulsun, algılanacak olan aba altındaki mesaj şudur: "Bakın, biz gidip şu Kuzey Iraklıları bir güzel pataklıycaaz. Sakın ola, yarın öbürgün çıkıp da 'Neden bize söylemediniz?' demeyin."
Sınırötesi harekât hakkı ve ötesi
Her ülke, hariçten gelen tehdit ve saldırıları bertaraf etme hakkına sahiptir.
Birleşmiş Milletler (BM), bazı şartlara bağlı olarak, her ülkeye bu ruhsatı vermiştir.
BM'nin dış saldırılar karşısında yapılacak bir sınırötesi harekât için madde madde netleştirdiği şartların bir kısmı şöyledir:
1) Yapılan saldırıların yüzde yüz haksız, kan dökücü ve büyük zarar verici nitelikte olması gerekir. (Türkiye'ye yönelik terör saldırılarının bu nitelikte olduğunda şek ve şüphe yok.)
2) Bu saldırıları durdurmak ve etkisiz hale getirmek için, öncelikle gerekli bütün diplomatik kanalların ve usûllerin kullanılması ve bütün dünya ülkelerinin ikna edilmeye çalışılması lâzım.
3) Askerî harekât, en son seçenek olmalı. Onun dışındaki bütün alternatiflerin (siyasî, ticarî, iktisadî...) sonuna kadar kullanılması gerekir.
4) Son çare olarak başvurulacak bir silâhlı müdahalenin, mutlak sûrette "orantılı güç" prensibine uygun olması gerekir. (Belli ki, "orantısız güc"ün yan etkilerinden endişe ediliyor. O halde, gerilla taktiğine karşı "özel harekât...")
5) Sınırötesine geçen silâhlı gücün, sadece saldırganları hedef alması, mâsumlara hiçbir şekilde zarar vermeyecek tarzda hareket etmesi gerekir.
Mâsumların hukukuna dikkat
İşte, bir sınırötesi harekâta girişmesi an meselesi olan Türkiye'nin bütün bu noktalara dikkat etmesi gerekiyor. Aksi halde, komşu ülkeler başta olmak üzere, BM ile de karşı karşıya gelebilir.
Bir ABD, bir Rusya, zaman zaman BM'ye kafa tutmuş, yahut tutabiliyor.
Ancak Türkiye, onlarla aynı durumda, aynı konumda değildir. Olması da gerekmiyor, ayrıca. Zalimlere, saldırganlara gereken dersi vereyim derken, mazlumun hakkını çığnemek, mâsum olanlara da bir şekilde zarar vermek, Müslüman Türkiye'ye yakışan bir davranış değildir.
Böylesi bir duruma hiçbir şekilde razı olunamaz.
Bir İlâhî buyruk olan "Lâ–teziru vaziretun, vizra uhra" (En'âm: 164) kaidesince, "Bir mâsumun hakkı, yüz câni için dahi fedâ edilemez. Birinin günahıyla, başkası (kardeşi bile olsa) muaheze ve mes'ul olamaz." (Bakınız: Emirdağ Lâhikası, s. 387)
İki hukuka da riayet
Şurada burada kendini iyiden iyiye hissettiren bazı tehlike sinyalleri var.
Meselâ, bazı gösteri ve yürüyüşlerde sözlü ve yazılı şekilde öne çıkan şu tarz sloganlar ve pankartlar gibi:
"Meclis'i basarız, 23 kişiyi asarız."
"81 Düzce, 82 Musul, 83 Kerkük"
Böylesi bir yaklaşım tarzı, kesinlikle Türkiye'nin hayrına değildir.
Ayrıca, bu yapılanlar işi rayından saptırmak ve dünya nazarında Türkiye'yi haksız, hatta tehlikeli ülke durumuna düşürmektir.
Başkasının zulüm ve saldırganlığı, bizim de benzer şeyler yapmamızı gerektirmez. Üstelik, hak ve adâlete dayanan bir kuvvet, daha büyük ve daha üstündür.
Dolayısıyla, Türkiye'nin bir sınırötesi harekâta girişmesi durumunda, önemli iki hukuku dikkate alması ve bunlara mutlaka riayet etmesi gerekir.
Biri, BM ve milletlerarası hukuk, diğeri ve bize göre en önemli olanı ise, İlâhî hukuktur.
Aslında, ikisi arasında ciddî herhangi bir zıddıyet de görünmüyor.
Ekseriyetle dindar kesimin desteğini arkasına alarak iktidara gelen mevcut yönetimin, bahsini ettiğimiz her iki hukuku da nazar–ı itibara alarak öyle hareket etmesini arzu ve temenni ediyoruz.
Not: Bir sonraki yazıda, Birinci Dünya Harbine "diplomasideki zaaflarla" nasıl girdiğimizin ibretli hikâyesini okuyacaksınız.
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|