Dost kelimesini duyunca kalbime sıcak esintiler, gönlüme muhabbet, ruhuma bir huzur doluyor. Kalbimin ritmi yükseliyor. “DOST” ne mübârek bir kelime. Ne kadar engin bir ifade. Arkadaşlık, kardeşlik, kanka gibi kelimelerle karşılaştırdığımda, “DOST” sıcaklığını hiç birisinde bulamıyorum. Hiç bir kelime bu kadar içimi ısıtmıyor.
Dost deyince, muhabbet, şefkat, sadakat, fedakârlık ve benzeri anlamların tamamından derlenmiş bir “öz ifade” aklıma geliyor. Tıpkı çeşitli çiçeklerden derlenmiş bal gibi bir tat ve koku bırakıyor yüreğime.
Dost deyince bakışlarım Asr-ı Saadet’e uzanıyor. Ensar ile Muhacir’in dostlukları gözümün önüne geliyor. Onların, hayatı da, ölümü de nasıl paylaştıklarını görüyorum. “İşte dostluk budur” diyorum. Bütün varlıklarını Mekke’de bırakarak sadece ellerinde bir kılıçla Medine’ye göç edenler, orada öyle bir sevgi ve şefkatle karşılandılar ki, bu sıcaklığı ancak “dost” kelimesi ifade edebilirdi. Medine halkı, iki odalı evinin bir odasını muhacire veriyor, iki devesinden birini onlara tahsis ediyor, tek devesi varsa, ona da ortaklaşa biniyorlardı. Bahçesini, tarlasını, koyun sürüsünü muhacirle paylaşıyordu. Bir Muhacir ağlayacak olsa, Ensar’ın gözünden yaş geliyordu. Çünkü Allah’ın en yakın Dostu (asm) onları birbirleri ile dost kılmıştı. Halka dost olmak için önce Hakk’a dost olmak gerektiğini öğretmişti.
Asr-ı Saadet’ten sonra da, onun (asm) yolundan gidenler, Hakk’a ve halka dost olmaya devam etmişler, “Habib” ve “Halil” isimlerinin anlamlarını hayatlarına rehber edinmişlerdir. Bu büyük caddeden bir çok evliya, asfiya, ermiş, derviş, müceddit ve muhakkik gibi Allah dostları gelip geçmiştir. Ona (asm) dost olduktan sonra, her şey onlara dost olmuştur.
Bizim milletimizin de hamuru İslâmiyet mayası ile yoğrulduğu için özünde dostluk duyguları çok kuvvetlidir. Bu millet içinde bizi Asr-ı Saadet’e bağlayan dostluk zincirinin büyük lokmalarını teşkil eden bir çok Allah dostu çıkmıştır. Ahmet Yesevî, Hacı Bektâşi Velî, Mevlâna, Yunus Emre gibi nurdan halkalar, bunlardan bazılarıdır. Bu nurânî zincirin günümüze ulaşan en büyük halkası ise “Mesleğimiz haliliye, meşrebimiz hıllettir” diyen Bediüzzaman Hazretleridir. Bu cadde-i kübrâda yürürken, çekmediği eza, görmediği cefa kalmamıştır. Ama o, hiçbir zaman şikâyetçi olmamış, bu yolda dünyasını feda ettiği gibi ahiretini de feda etmekten çekinmemiştir.
“Haliliye” mesleği ve “hıllet” meşrebi, bugün Bediüzzaman’ın yolundan gidenler tarafından devam ettirilmektedir. Her ne kadar mağduriyete, mahrumiyete ve mahkûmiyete maruz kalsalar da, azami ihlâs, azami fedakârlık, azami sadakat ve azami feragat göstererek, dostluk mesleğinden ayrılmamışlardır.
Hakiki dostları zaman ve mekân ayıramadığı gibi, ölüm de ayıramaz. Çünkü onların dostluğu sadece bu dünya hayatı ile sınırlı değildir. Ebedî âlemde de devam edecek olan bir muhabbet hâlidir.
“Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz.”
Bu dostluk kervanına katılmak, aklı başında olan her insanın en büyük gayesi olmalıdır. Hem de hiç vakit kaybetmeden kalp ve gönül kapılarımızı böyle bir dostluğa açmalıyız. Dünyanın fuzulî işleri ile, nefis ve şeytanın aldatmacaları ile oyalanırsak, bu kervana yetişmek mümkün olmayabilir. Ondan sonra da “Geçti dost kervanı eyleme beni” diye sızlanmanın bir faydası olmayacaktır.
25.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|