Büyüklerimiz yağmura “Rahmet” derlerdi. Kurşun renkli bulutlar dağların arkasından başını çıkardı mı, “yine rahmet yağacak” diyerek yağmuru karşılamaya hazırlanırlardı. Gerçekten de kısa bir süre sonra gökyüzünü bulutlar kaplar, “Yağmur başına arş” emrini alan mûtî askerler hemen içtima olurlar, az sonra da şimşekler ve gök gürültüleri eşliğinde rahmet inmeye başlardı. Her damlası bir melek tarafından indirildiği için gayet muntazam, mükemmel ve hikmetli bir şekilde yağan yağmur, toprağı suya kandırır, ekinleri ayağa kaldırır, köylünün de yüzünü güldürürdü. Özellikle Nisan ve Mayıs aylarında öğleden sonra başlayan ve “kırkikindi yağmurları” diye anılan yağmurlar, tam bir rahmet hazinesi olarak yeryüzüne damla damla iner, toprağa bereket, canlılara hareket getirirdi.
Şimşek çaktığında rahmetli ninem “ Bismillahirrahmanirrahim” der, gök gürlediğinde ise, “ Eşhedüenla ilahe illallah” diyerek kelime-i şehadet getirirdi. “Allahım afat verme rahmet ver” diye duâ ederdi. Çocukların yağmur keyfi bir başka olurdu. El ele tutuşur, “ yağ yağ yağmur, teknede hamur, ver Allahım bol yağmur” diye tempo tutardık. Rahmetin Rahman’dan isteneceğini o yaşlarda öğrenmiş olurduk.
Çocukluğumuzda kış aylarında günlerce kar yağdığını hatırlıyorum. Öyle ki, çevremize baktığımız zaman ağaçların kuru gövdesinden başka her taraf bembeyaz görünürdü. Evlerden dışarı çıkmak için kardan tüneller açılırdı. Kâinat kitabının yeryüzü sayfası, kudret kalemi ile tamamen beyaza boyanmış olurdu. Karşı tepeler yumurta gibi lekesiz, pürüzsüz bir hal alırdı. Cemrelerin ılık buseleri ile erimeye başlayan karlar, dağların vadilerinde buz gibi akan dereler meydana getirirdi. Yeraltı ve yer üstü su havzaları dolar, derelerin suyu coşar, pınarlar daha bir gür olarak çağlardı.
Demek ki o zamanlar rahmet melekleri yeryüzünü çok sık ziyaret ederler, muhtaçlara ab-ı hayat olan rahmeti bol bol indirirlermiş. Son yıllarda ise, küremizin yüzünü o kadar kirlettik ki, rahmet melekleri ziyaret etmez oldu. İsyan ve nisyandan, gaflet ve dalâletten kararan kalpler, küremizin yüzünü de kararttı.
Aylar oldu, bir damla rahmet düşmüyor. Sanki bulutlar dürülüp kaldırılmış, “Ey gök suyunu tut, ey yer suyunu yut” emri İlâhisi bir kez daha yer ve göğe tebliğ edilmiş bulunuyor. Sıcak dalgalarının biri gidiyor, öbürü geliyor. Rüzgârlar rahmet yerine hararet taşıyor, toprağa su yerine ateş düşüyor.
Yağmur dediğimiz bu nimet insanoğlunun yaptığı bir fabrikadan üretilmiyor. Teknolojik olarak suyu elde edip, sonra da gökyüzüne çıkartıp oradan da damlalar halinde yeryüzüne indirmek insan kudretinin haricinde olan bir şey. Öyleyse, çok muhtaç olduğumuz yağmuru nerden ve kimden isteyeceğiz? Bu konuda kim bize yardım edebilir, feryadımızı işitip ihtiyacımızı giderebilir?
Çok muhtaç olduğumuz bu nimeti hangi dükkânda bulabilir, hangi sermaye ile alabiliriz?
Nasıl ki elbise ihtiyacımızı terziden temin ediyor, hastalandığımızda doktora gidiyor, ilâcımızı eczaneden istiyorsak, rahmeti de Rahman’dan isteyebiliriz. Başka hiç kimse bu ihtiyacımızı karşılayamaz.
BULUTLAR
Rüzgârların kanadına tutunmuş,
Bulutlar pürtelâş, nere gidiyor.
‘Yağmur başına arş” emrine uymuş,
Katar katar, sıra sıra gidiyor.
Rahmetini damla damla indirir,
Yeryüzünün çehresini güldürür,
Bahar vagonuna erzak doldurur,
Bir bahardan bir bahara gidiyor.
İmdadına koşar ovanın dağın,
Dal ucunda titreyen bir yaprağın,
Hararetten bağrı yanan toprağın,
Yarasını sara sara gidiyor.
Bulutlar var, perde olmuş tül olmuş,
Bulutlar var, bir vadiye oturmuş,
Yamaçların eteğine tutunmuş,
Zirvelere doğru kara gidiyor.
18.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|