Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Beş cümle



Birgün Allah Resûlü (a.s.m.), “Sana beş bin koyun mu vereyim, yoksa din ve dünyana yarayacak beş cümle mi öğreteyim?” diye sormuştu Hz. Ali’ye.

Bu soru, “Ben istesem şu dağlar ve taşlar arkamda altın ve gümüş olarak gelir” buyuran Allah Resûlüne aitti. Onun için beş bin koyun mesele miydi? Hem, ganimetlerin beşte biri Resûl-i Ekrem’indi. (a.s.m.). Hz. Ali bu soruya şu cevabı verdi: “Ey Allah’ın Resûlü! Gerçi beş bin koyun iyi bir servet, ama sen yine de bana beş cümleyi öğret.”

Hz. Ali beş bin koyunu tepmiş, din ve dünyasına yarayacak beş cümleyi tercih etmişti. O beş cümle harika bir duâydı ve şu mealdeydi: “Allah’ım, günahlarımı bağışla. Ahlâkımı güzelleştir. Kazancımı helâlinden ve hayırlısından ver. İhsan ettiğin rızıklara karşı beni kanaatkâr eyle. Ve beni hak yoldan saptırma” (Kenzü’l-Ummal, 1:305.)

Gerçekten bu beş cümle, beş hakikat, değil beş bin koyun, beş yüz bin koyundan daha değerli zengin bir hazinenin, inanan bir insan için günahların bağışlanması, ahlâkın güzelleşmesi, helâl ve hayırlı kazançlar, kanaatkârlık ve hak yolda sebat etmek kadar önemli başka ne olabilir? Bu her bir altından, elmastan daha değerli hakikatler gerçekten baha biçilmez bir hazinedir.

Fani, gelip geçici değil hiç eskimeyen, her zaman önem, değer ve ağırlığını koruyan bu hazineyi muhafaza etmek ne kadar mühimdi.

Nazarların fani dünyaya yöneldiği bir zamanda ebedî olana, onun için gerekli olan esaslara yönelmek, bunlara ağırlık vermek aklın gereği değil de nedir?

Günahların bağışlanması manevî temizliği ifade ediyor. Bu temizliğin hemen akabinde güzel ahlâkla donanma yer alıyor. Helâl dairede yaşamak ve her şeyin hayırlısını istemek, kanaatkâr olmak, hak yolda sebat etmek, sapmamak ise güzel ahlâkın birer parçası.

Bu güzel hasletlere sahip geçici değil, kalıcı ve maddî servetlerle kıyas edilemeyecek derecede bir servete kavuşmuş oluyor.

Demek Hz. Ali ahirette işe yarayacak hususları öne almak suretiyle ne kadar akıllıca hareket etmiş.

18.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kişi sevdiğiyle beraberdir



Saffet Bey: “Peygamber Efendimiz (asm), “Kişi sevdiğiyle beraber haşrolacaktır.” Hadisini nerede, kime ve ne maksatla söylemiştir? Bu hadisin kaynağı nedir? Bu hadisi açıklar mısınız?”

Kişinin dünyada sevdikleriyle beraber olduğu gibi, âhirette de sevdikleriyle beraber olması Allah’ın hususî bir lütfudur. Zaten beşer olarak biz de bunu istiyoruz. Çünkü ancak sevdiklerimizle birlikte olduğumuzda mutlu olabiliyoruz, yüzümüzden tebessümler taşıyor. Sevdiklerimizden uzak olduğumuzda ise içimizi bir düşüncedir, bir kederdir, bir garipliktir, bir mutsuzluktur, bir keyifsizliktir alıp gidiyor.

Beşer olarak sevdiklerimiz içinde yaşamak, sevdiklerimiz içinde gülmek, sevdiklerimiz içinde ağlamak, sevdiklerimiz içinde ölmek istemiyor muyuz? Acımızda, kıvancımızda, sevincimizde, düğünümüzde, derneğimizde hep sevdiklerimizi yanı başımızda görmek istemiyor muyuz? Öyle ki, başımız ağrıdığında sevdiklerimiz çâre buluyor, dişimiz ağrıdığında sevdiklerimiz merhem oluyor, düştüğümüzde sevdiklerimiz elimizden tutuyor.

Hazret-i Âdem (as) yaratıldıktan hemen sonra, sevdiği bir eş olarak berâberinde Hazret-i Havvâ validemizin de yaratılmış olması ve ikisi arasında derhal sevgi, muhabbet ve ünsiyet var edilmiş olması ve ikisinin de gerçekten birbirini sevmesi insan oğlunun ne derece sevdikleriyle birlikte yaşama isteği ile dolu dolu yaratıldığını ve bu istekle yaşadığını gösterir. Cenâb-ı Hak da bu isteğe cevap olarak insanoğluna sevebileceği eşler, dostlar, ahbaplar ve arkadaşlar yaratmıştır.

Madem sevdiklerimizi bize Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir. Öyleyse onları Allah için sevmeliyiz. Onları Allah için sevdiğimizde, Cenâb-ı Hak ebedî âhiret hayatında da inşaallah onları bize, bizi onlara ihsan eder. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Ruhlar, sınıf sınıf toplanmış cemaatlerdir. Birbiri ile dünyada tanışmış ve birbirlerini sevmiş olan salih ruhlar, orada bir araya gelirler ve birbirlerini yine severler. Dünyada birbiri ile zıtlaşan, birbirini inkâr eden, birbirine muhalif giden ve birbirini sevmeyenler ise, orada yine birbirlerine muhalif giderler, birbirlerini sevmezler ve birbirinin sınıfında da olmazlar.”46

Hiç şüphesiz sevgilerin başında Allah sevgisi gelir. Gerçek dostumuz Allah’tır. Gerçek sevdiğimiz Allah’tır. Nitekim sevebileceğimiz dostlar yaratmak suretiyle, dost aynasında bize asıl kendi sevgisini gösteren Allah’tan başkası değildir. Sonra Resûlullah (asm) sevgisi gelir. Sonra Allah için olmak şartıyla diğer insanların ve varlıkların sevgisi gelir. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği zaman Cebrail’i (as) çağırır ve: “Ben falan kimseyi seviyorum. Sen de onu sev!” diye emreder. Cibrîl de onu sever. Sonra Cibril semada seslenip, “Allah falan kimseyi seviyor.

Siz de onu seviniz!” der. Hemen ardından gök ahalisi de onu severler. Sonra yerdeki insanların gönüllerine o kimse hakkında Allah tarafından kabul ve sevgi konulur. Herkes onu sevmeye başlar.”47

Enes bin Malik (ra) der ki: Bir adam geldi ve Resul-i Ekrem Efendimiz’e (asm):

“Yâ Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacak?” dedi. Resul-i Ekrem (asm):

“Sen kıyamet için ne hazırladın ki?” buyurdu. Adam:

“Allah’ın ve Resulünün (asm) sevgisini hazırlayabildim yâ Resûlallah!” Diye cevap verdi.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem (asm):

“Muhakkak sen sevdiğinle berabersin!” buyurdu.

Enes (ra) der ki: “Biz İslâm’a girdikten sonra Hazret-i Peygamber’in (asm), “Sen sevdiğinle berabersin!” sözünden dolayı duyduğumuz sevincin üstünde daha şiddetli bir sevinç duymadık. Ben, Allah’ı, Resûlünü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i severim. Ben onların hayır işlerine benzer hayır ve ibadet işlememiş olsam bile, onlara olan bu sevgim sebebiyle âhirette onlarla beraber olacağımı Allah’ın kerem ve inayetinden umarım.”48

Şüphesiz âhirette ve Cennette sevdiklerimizle beraber olmamız, onlarla aynı makamda bulunmamızı gerektirmez. Farklı makamlarda bulunduğumuz halde sevdiklerimizle beraber olabilmemiz mümkündür ve bu sırf Allah’ın bir lütfudur. Hazret-i Peygamber (asm) ile onu seven ümmetinin Cennette beraber olması mümkündür. Bu beraber oluş, Peygamber (asm) ile ümmetinin aynı makamda olduğunu elbette göstermez. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri buna, aynı bahçede farklı görme ve işitme yeteneklerine sahip olan dostların, yetenek farklılıklarından dolayı zevklerinin de farklı olmasına rağmen bir yerde ve beraber bulunmalarının mümkün ve vaki olduğu misalini verir. Aynı dostlardan biri görme yeteneği zayıf olduğundan dolayı az ve zevksiz görmekte, diğeri ise mükemmel görmekte ve eksiksiz göz zevkini almakta olmasına rağmen iki dost beraber bir bahçede bulunabilmektedirler. Bu, dünyada mümkün ve vakidir; Cennette de mümkün ve vaki olacaktır. Dost dostuyla beraber bulunduğu halde her biri farklı makamlarda, farklı zevk ve safa içinde bulunabilecektir.49

DİPNOTLAR:

46. Müslim, Birr, 49 47. Müslim, Birr, 48 48. Müslim, Birr, 50 49. Sözler, s. 460

18.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Söz, Risâle-i Nur'un...



Hakan Y., e-posta ile şöyle bir eleştiri yöneltti: “Yeni Asya’nın siyasî çizgisinin daha arka planda olmasının gerekli olduğuna inanıyorum. Sürekli belli bir partinin çizgisinde ilerlemek ne kadar demokrat da olsa veya öyle de görünse; ister istemez bu eleştirilerin artmasına sebep olabilir. İnsanlar Risâle-i Nur’lara belki de böyle adres gösterilen bir parti olduğu sürece uzak kalabilirler. Risâle-i Nur’ların düsturlarını insanlara iyi aktarabildiğimiz takdirde parti adresi göstermeye gerek kalmadan her şey kendi doğal seyrinde ilerler kanısındayım. Kişilere ille de şu partiye oy vermelisiniz diye yönlendirmek insanları hür iradelerine ipotek koymakla aynıdır. Risâle-i Nur’ları  niteliği ve sayısı belli bir siyasî gruba ait bir eser değil de daha çok insanı kucaklayıcı yönlerini ortaya çıkarmaya çalışmak daha doğru olur. Problemimiz iman problemi buna yoğunlaşmalıyız diye düşünüyorum. Saygılarımla…”

Elbette ülfetin, günlük hay huylar-dan ve siyasî tartışmalardan sıyrılıp mesaimizi iman üzerine yoğunlaştırmalı. İçtimaî ve siyasî meselelere de “imanın özelliği olan hürriyet” ve temel ölçüler perspektifinden bakmalı. Yapılan eleştirilerden, önemli bir ayrıntının gözden kaçırıldığı anlaşılıyor:

Desteklenmesi istenen “Ahrarlar/hürriyetçiler/demokratlar” akımı, zihniyeti, bizim şahsî ve indî tesbitimiz değil; Risâle-i Nur’un içtimaî ve siyasî strateji çerçevesinde yoruma meydan vermeyecek şekilde gayet net olarak ortaya konan bir husustur. Ve asıl yanılgı şudur:

Kur’ânî, Sünnetî hizmet ve siyaset stratejisini de sıradan bir âlim, bir şeyh, bir hoca, bir mühendis, bir politikacı veya herhangi bir parti liderinin çizebileceği zannıdır. Ki, geçmişte kimi siyasî liderler mürşit-mehdî, manevî kurtarıcı olarak görülmüştür. Oysa, günümüzdeki hizmet ve siyaset stratejisini Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’de otorite/uzman olan belirleyecektir. O da, bize göre, büyük bir İslâm mütefekkiri, müfessiri ve müceddidi olarak Bediüzzaman’dır. Şu ifadelerde bu vazifenin onun olduğu beyan edilir:

“Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki: Bu dürûs-u Kur’ân’iyenin (Kur’ân dersleri Risâle-i Nur) dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri-ulûm-u îmâniye cihetinde-yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmâniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.1

“Ulum-u imaniye”, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’den ilhamla tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf, ahlak gibi manevî; felsefe, sosyoloji, pedagoji, psikoloji gibi sosyal; astronomi, fizik, kimya v.s. gibi fen ilimlerinin harmanlanmasıyla hasıl olan en yüksek İslâm ilmidir. Risâle-i Nur’u inceleyen akıl ve insaf sahibi herkes; iman, kelâm, tasavvuf, ahlâk, hatta fıkıh dahil (ihtiyaç olan konularda), içtimaî ve siyasî meseleleri de halletmiş, hizmet stratejisini belirlemiş olduğunu görür. Dolayısıyla asla başka düşüncelerin, farklı metotların, şahsî, indî değerlendirmelerin ona karıştırılmasını istememiştir. Takip edelim:

“Eğer biri dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzah hâricinde birşey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhatıdır.2

“Allame” dünya çapında bir mütefekkir ve alimdir. “Müçtehid” ise, Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkaran alim, imam, mezhep önderi demektir. Demek ki, “allame ve müçtehid” de olsalar görevleri; kendi kafalarına göre değişik bir yol, başka bir siyasî strateji çizmek değil, Risale-i Nur’da ortaya konan formülleri “izah etmek, şerhetmek/yorumlayarak ortaya koymaktır.” Ve bunu, Risâle-i Nur’un ruhuna uygun yapmalıdır.

Peki, bu uygunluğu kim tesbit edecektir? Elbette Risale-i Nur! Çünkü, Risâle-i Nur’un hocası Risâle-i Nur’dur. Risâle-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor.3 Üstad, şeyh, hoca, yani şahıs endeksli eğitim sistemini kaldırmış, yerine eser, fikir, ilim endeksli bir model ortaya koymuştur.

Şu halde siyasî ve içtimaî ölçüleri de kendimiz veya başkaları değil; Risale-i Nur tesbit edecektir. Çünkü, vazife onundur. Biz ortaya konan bu gerçekleri anlamaya, müzakere, mütalâa etmeye, meşveretle berraklaştırmaya çalışmalıyız. Yoksa, kafamızı karıştırıp, yeni bir yol veya başkasının metodunu ona uyarlayamayız. Buna Risâle-i Nur da müsaade etmez. Zaten, Üstad da kendisi, kendi aklını karıştırmamış. (Bu meseleyi daha genişçe ele alacağız.)

Dipnotlar:

1. Mektubat, s. 178.; 2. Mektubat, s. 178.; 3. Sözler, s. 723.

18.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Abdil YILDIRIM

Rahmeti Rahman’dan istemeliyiz



Büyüklerimiz yağmura “Rahmet” derlerdi. Kurşun renkli bulutlar dağların arkasından başını çıkardı mı, “yine rahmet yağacak” diyerek yağmuru karşılamaya hazırlanırlardı. Gerçekten de kısa bir süre sonra gökyüzünü bulutlar kaplar, “Yağmur başına arş” emrini alan mûtî askerler hemen içtima olurlar, az sonra da şimşekler ve gök gürültüleri eşliğinde rahmet inmeye başlardı. Her damlası bir melek tarafından indirildiği için gayet muntazam, mükemmel ve hikmetli bir şekilde yağan yağmur, toprağı suya kandırır, ekinleri ayağa kaldırır, köylünün de yüzünü güldürürdü. Özellikle Nisan ve Mayıs aylarında öğleden sonra başlayan ve “kırkikindi yağmurları” diye anılan yağmurlar, tam bir rahmet hazinesi olarak yeryüzüne damla damla iner, toprağa bereket, canlılara hareket getirirdi.

Şimşek çaktığında rahmetli ninem “ Bismillahirrahmanirrahim” der, gök gürlediğinde ise, “ Eşhedüenla ilahe illallah” diyerek kelime-i şehadet getirirdi. “Allahım afat verme rahmet ver” diye duâ ederdi. Çocukların yağmur keyfi bir başka olurdu. El ele tutuşur, “ yağ yağ yağmur, teknede hamur, ver Allahım bol yağmur” diye tempo tutardık. Rahmetin Rahman’dan isteneceğini o yaşlarda öğrenmiş olurduk.

Çocukluğumuzda kış aylarında günlerce kar yağdığını hatırlıyorum. Öyle ki, çevremize baktığımız zaman ağaçların kuru gövdesinden başka her taraf bembeyaz görünürdü. Evlerden dışarı çıkmak için kardan tüneller açılırdı. Kâinat kitabının yeryüzü sayfası, kudret kalemi ile tamamen beyaza boyanmış olurdu. Karşı tepeler yumurta gibi lekesiz, pürüzsüz bir hal alırdı. Cemrelerin ılık buseleri ile erimeye başlayan karlar, dağların vadilerinde buz gibi akan dereler meydana getirirdi. Yeraltı ve yer üstü su havzaları dolar, derelerin suyu coşar, pınarlar daha bir gür olarak çağlardı.

Demek ki o zamanlar rahmet melekleri yeryüzünü çok sık ziyaret ederler, muhtaçlara ab-ı hayat olan rahmeti bol bol indirirlermiş. Son yıllarda ise, küremizin yüzünü o kadar kirlettik ki, rahmet melekleri ziyaret etmez oldu. İsyan ve nisyandan, gaflet ve dalâletten kararan kalpler, küremizin yüzünü de kararttı.

Aylar oldu, bir damla rahmet düşmüyor. Sanki bulutlar dürülüp kaldırılmış, “Ey gök suyunu tut, ey yer suyunu yut” emri İlâhisi bir kez daha yer ve göğe tebliğ edilmiş bulunuyor. Sıcak dalgalarının biri gidiyor, öbürü geliyor. Rüzgârlar rahmet yerine hararet taşıyor, toprağa su yerine ateş düşüyor.

Yağmur dediğimiz bu nimet insanoğlunun yaptığı bir fabrikadan üretilmiyor. Teknolojik olarak suyu elde edip, sonra da gökyüzüne çıkartıp oradan da damlalar halinde yeryüzüne indirmek insan kudretinin haricinde olan bir şey. Öyleyse, çok muhtaç olduğumuz yağmuru nerden ve kimden isteyeceğiz? Bu konuda kim bize yardım edebilir, feryadımızı işitip ihtiyacımızı giderebilir?

Çok muhtaç olduğumuz bu nimeti hangi dükkânda bulabilir, hangi sermaye ile alabiliriz?

Nasıl ki elbise ihtiyacımızı terziden temin ediyor, hastalandığımızda doktora gidiyor, ilâcımızı eczaneden istiyorsak, rahmeti de Rahman’dan isteyebiliriz. Başka hiç kimse bu ihtiyacımızı karşılayamaz.

BULUTLAR

Rüzgârların kanadına tutunmuş,

Bulutlar pürtelâş, nere gidiyor.

‘Yağmur başına arş” emrine uymuş,

Katar katar, sıra sıra gidiyor.

Rahmetini damla damla indirir,

Yeryüzünün çehresini güldürür,

Bahar vagonuna erzak doldurur,

Bir bahardan bir bahara gidiyor.

İmdadına koşar ovanın dağın,

Dal ucunda titreyen bir yaprağın,

Hararetten bağrı yanan toprağın,

Yarasını sara sara gidiyor.

Bulutlar var, perde olmuş tül olmuş,

Bulutlar var, bir vadiye oturmuş,

Yamaçların eteğine tutunmuş,

Zirvelere doğru kara gidiyor.

18.08.2007

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Haramı zorlaştırma



Yasaklamak değil; ama şartları zorlaştırmak

Bir takım yeniliklerin olabilmesi için, bir takım değişiklikler gerekmektedir. Hiçbir değişiklik yapmadan, yenilikler beklemek pek akıllıca değildir.

Televizyon konusunda kime sorsanız, mutlaka bir takım şikâyetleri vardır. Hatta bazıları o kara kutuyu ‘hain’ bile ilan ediyorlar.

Peki televizyonun olumsuz etkisini ortadan kaldırmak için, ne gibi yenilikler yapıyorsunuz? Soru cevapsız.

Anne baba televizyonsuz bir hayat düşünemiyorsa, çocuğuna da iki de bir kalk şu televizyonun başından diyorsa, bu nasihat tesirsizdir. Yapmadığı şeyi söylemek fıtrata zıt bir hareket.

Bir takım değişiklikler için, illa ki şunu yasaklıyorum, bunu yasaklıyorum demeye hiç gerek yoktu. Sadece yasaklanan şeyin gündemden biraz uzak tutulması, öncelenen meseleler içerisinde gerilere itilmesi yetecektir.

Hep televizyonun zararlarından bahseden bir aile, bu sözleri öncelikle televizyonu tercih etmeyerek, hayatında çok az yer vererek göstermelidir.

Kışın, sobanın bulunduğu odanın baş köşesine televizyonu koy, sonra da televizyondan uzak dur de. Ya da yazın klimanın bulunduğu odaya yine aynı yerleşim yap, sonra ‘yasak’ de. Anlamsız.

Soğuk odaya itilmiş bir televizyon çocuk için bir mesaj içerir.

Klimasız odaya konmuş bir internet, ister istemez ikinci planda değerlendirilecek bir seçenek olacaktır.

Televizyon dışarı, kitaplar içeri

Bir şeyi tamamen ortadan kaldırmak yerine, kaldırılan şeyin yerine bir alternatif koymaktır olması gereken. Alternatifsiz bir adım çözüm üretmeyecektir.

Kaldırılmış bir televizyon yerine, çeşit çeşit kitaplar, oyuncaklar, bulmacalar koymak bir alternatiftir.

Kaldırılmış televizyon yerine, çocuğun kendi sesini duyabileceği ve seslendirmeler yapabileceği mikrofon koymak; kendisini geliştirebileceği makas, kumaş, yapıştırıcı koymak birer alternatiftir.

Kaldırılmış televizyon yerine, çocuğun san’atsal faaliyetlerini keşfedip, geliştirebileceği, amacı düşünülmüş bir çalgı aleti koymak.

Keyfe kâfi olan meşrû daireye,

müdahale etmemek

Anne baba için dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan birisi de, meşrû daireye müdahale etmemektir.

Meşrû daire kavramı, bireye müsaade edilen ve bu müsaade edilen alanın da keyfe kâfi olması çok önemli bir ihtiyaç alanıdır.

Çocuğa, gence sunulan hayat alanının gerçeklerle örtüşmesi ve ihtiyaca da cevap vermesi çok önemlidir.

Çocuğun, gencin yaşıyla, yaşantısıyla uyuşan, ihtiyaçlarına cevap verebilen, meşrû alanını zorlaştırmayan alternatiflerin kapısı her zaman için açık tutulmak durumundadır.

Bu noktadan bakıldığında, televizyon seyretme ihtiyacının bir şekilde düşünülmesi ve ya belirli bir saat aralığı koyarak ya da vcd saati düzenleyerek, seçilmiş vcd’lerle bir çözüm üretilebilecektir.

Kılık kıyafet konusunda da, hakikati incitmeyecek (Meşrûiyet alanı), örf ve ananeye zıt düşmeyecek her türlü serbestiyi sağlamak, meşrû alanı kendi algımıza göre değil de, şer’î hükmü gözeterek sağlamak mantıklıca olacaktır.

Müzik dinleme noktasında çocuk veya genç babasıyla, annesiyle aynı müziği dinlemek durumunda değildir. Zaten şuurlu anne baba, hatta çocuk anne karnındayken bile ses algısını istediği şekilde uyarmış olacaktır.

Tabiî arzu edilen aile içinde motamot olmasa da, ortak hissedişlerin, ortak neşe kaynaklarının, ortak üzüntü sebeplerinin oluşmasıdır. Ancak bu, emirler göndererek, yasaklar uygulayarak olmayacak; geç kalınmış olsa bile, oturup sağlıklıca karşılıklı hak ve hukuka riayet ederek konuşarak sağlanabilecektir.

İslâmiyet, bireyin ve hayatın gerçeklerini dikkate alarak emir ve yasaklar koyduğu için, İslâmiyetin izin verdiği (meşrû) daireye, kimsenin olur olmaz müdahale etmemesi gerekmektedir.

Aksi halde gerçekler o kimseyi nakzedecektir.

18.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Sezer'in jesti ve ricası



Kolektif bir oyun sergilemek için yeni takımını saha sürmeye hazırlanan Başbakan Tayyip Erdoğan, Çankaya hakemi Ahmet Necdet Sezer’in tartışmalı kararıyla ofsayta düştü. Maç ertelendi. Bunun üzerine Erdoğan, “Önümüzdeki maça bakacağız” dedi.

**

Cumhurbaşkanı Sezer’in Erdoğan’a, “kabine listesini cebinden çıkarma, yeni cumhurbaşkanını bekle” demesi jest miydi rest miydi?

Şimdiye kadar Sezer’den en küçük bir jest görmeyen Erdoğan’a göre bu bir jestti. Bunun “Sezer tipi bir rest” olduğunu söyleyenler de az değil.

Restin altında önceki gün Erdoğan’ın Abdullah Gül’ü desteklediğini açıkladığı basın toplantısında söylediği sözlerin olduğu yorumları da var.

O toplantıda Erdoğan, yeni kabine listesini Çankaya’ya sunarken “tam saha baskı” uygulayacağı işaretini vermişti.

Bunu bir jest olarak yorumlayanlar fazlasıyla iyimser. Zira, görev süresi dolmasına rağmen yeni kabine için Erdoğan’ı görevlendiren de Sezer’di.

Ha bire yeni atamalar yapan da yine Sezer’di.

Yeni kabine listesini görmek istememesi jest ise bunlara ne diyeceğiz?

Yeni cumhurbaşkanı en geç 15 gün içinde seçilmiş olacak. 15 güne kadar Sezer daha bir çok jest veya rest gösterebilir.

**

Jest-rest tartışmalarının yanında Sezer’in Erdoğan’dan bir ricasının olduğu da ortaya çıktı. Meğer, 6 Ağustos’ta hükümeti kurma görevini Erdoğan’a veren Sezer, “Cumhurbaşkanlığı için referandum sürecini durdurun” demeyi de ihmal etmemiş.

Bilindiği gibi 21 Ekim’de yapılacak olan referandum süreci halkın cumhurbaşkanını seçmesiyle ilgili. Ve yine bilindiği gibi Sezer Meclis kararını Anayasa Mahkemesine götürmüş ve iptal edilmesini istemişti.

İstediğini elde edemediği için son olarak Başbakan ricasını kullanıyor. Giderayak bu sürecin ortadan kaldırılmasını istiyor.

Sezer gibi sözlerinin ve hareketinin ne sonuçlar doğuracağını umursamayan—anayasa kitapçığının fırlatılmasını hatırlayalım—biri neden böyle bir ricada bulunmuş olsun? Hakim zihniyet bir türlü halkın Çankaya müdahalesini kabullenemiyor.

Çünkü halk seçerse eşinin başörtülü olup olmadığı polemik konusu olmayacak.

Uzlaşma çağrıları adı altında dayatma yapılamayacak.

Halkı etkilemek Meclisi etkilemekten daha zor olacak.

Ve Ahmet Necdet Sezer gibi bir isim cumhurbaşkanı seçilemeyecek.

“Cumhurbaşkanını da halk seçmeli, bu aşamaya gelmişken geri adım atılmamalı” ısrarları bunun için önemli...

18.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ayakkabı, terlik, takunya



Türkiye’deki mütedeyyin insanlar geçmiş yıllarda ‘takunyalı’ denilmek suretiyle aşağılanmak istenirdi. Son zamanlarda ise, ‘evde terlik giyenler/ ayakkabıyla evin içine girmeyenler’ eleştirilmeye çalışılıyor.

Vatan yazarı Zülfü Livaneli’nin başlattığı bir tartışmada, CHP Lideri Deniz Baykal’ın bir dost evine gittiğinde ‘terlik’ giydiği ifade edilmişti. Tartışma, evinde toplantı yapılan CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen’in açıklamasıyla netleşti.

Sevigen şöyle demiş: “İstanbul’dan gelmişlerdi ve otelde kalıyorlardı, hanımla eve davet ettik. Bizim evde namaz kılındığı için, ayakkabıları çıkardılar, terlikle oturdular.” (Hürriyet, 26 Temmuz 2007)

Bu izahta iki önemli nokta var: Biri, evde ayakkabı yerine ‘terlik’le oturmayı CHP’li Sevigen de ‘normal’ buluyor. İkinci nokta ise, (Allah kabul etsin) Sevigen’lerin evinde namaz kılınıyor.

Tabiî ki evde terlik giymek ‘normal üstü normal’dir. İsteyen onu da giymeyebilir ve çoğunluk da zaten giymiyor. Asıl ayakkabı ile evin içine, oturma odasına girmek Türkiye şartlarında kabul gören bir davranış değildir. Ancak, yakın geçmişte Merkez Bankası Başkanının evinin önünde ‘ayakkabı’ların çıkarıldığını gösteren fotoğraf gazetelerde yayınlandığında, Sevigen örneğinde olduğu gibi CHP’liler de; “Bu normaldir, tepki göstermek ayıptır” demediler?

O zaman ‘siyasî rant’ mı sözkonusuydu?

***

Tekbilek ve müzik

Etnik müziğin dünyaca ünlü ismi, usta neyzen Ömer Faruk Tekbilek, “Kendimizi keşfetmekteki en kestirme yol müzik. Özellikle de ney çalmak” demiş.

“Müziğin en özel duygu olduğunu anladım. Allah’a giden tek yol” diyen Tekbilek şöyle devam etmiş: “Halimden hiç şikâyet etmedim. Ve hep kalpten hissettim. Ne istediğimi biliyordum. Duygularla hissedince oluyor. Verilen güzelliklerin farkındayım ve son damlasına kadar tatmayı biliyorum. Zamanı gelince her şey oluyor. Kendimle bir olmak, Hak’la olmak önemli!” (Akşam, Pazar eki, 29 Temmuz 2007)

Evet, Hak’la olmak önemli...

***

CHP niçin başarısız?

22 Temmuz 2007 seçim sonuçları değerledirilirken; CHP’nin başarısızlığına sebep olarak onlarca, yüzlerce tesbit yapılıyor.

Bir tesbit de geçmişten: “Dedemden defalarca işittim ve hatırlarım; İttihatçılar ve onun devamı olan Halk Partisi için şöyle derdi: ‘Oğlum, bu fırka, bu teşekkül kalaysız bakır bir kaba benzer, içine ne konulursa zehir olur. İsterse hacı, hoca olsun...’” (Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-1, sayfa: 176-177)

Bir CHP değerlendirmesi daha: “CHP ne pahasına olursa olsun halkın seçtiklerine karşı çıkmak üzere öteki kuvvetlerle birlikte hareket ediyor. Türkiye’yi geri götüren zihniyetin kurumsal şeklidir CHP. Halkımız her zaman meşrûiyetten yanadır ve bu haliyle CHP kaybetmeye mahkûmdur.” (Prof. Dr. Mehmet Sağlam, Mehmet Gündem’in röportajı. Yeni Şafak, 16 Nisan 2007)

18.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yeni sınavlar



Gül gerek cumhurbaşkanı adaylığını açıkladığı basın toplantısında, gerekse destek arayışı turlarını sürdürürken yaptığı konuşmalarda anayasaya, cumhuriyete ve laikliğe bağlılık vurgularını sürekli tekrarlayarak, statükoya teminat üstüne teminat vermeye özen gösterdi.

Statükonun siyasetteki geleneksel temsilcisi CHP’ye de “Özellikle dikkate alacağım, onlarla da işbirliği yapacağım” gibi mesajlar gönderdi.

Ancak Gül’e karşı tavrında en ufak bir yumuşama işareti vermeyen CHP, müstakbel cumhurbaşkanının randevu talebini dahi geri çevirdi. Ve seçildiği takdirde tanımayacağını, boykot edeceğini, çok zarurî ve istisnaî durumlar dışında kesinlikle bir araya gelmeyeceğini açıkladı.

CHP’nin devlet içinde doğal müttefiki konumundaki kurumlardan henüz bu yönde bir işaret gelmiş değil. Derin bir suskunluk içindeler.

Oysa AKP’li, üstelik eşi başörtülü bir cumhurbaşkanının seçilmesi durumunda üst düzey komutanların, yüksek yargı mensuplarının, rektörlerin ve bürokratların Çankaya’yı topluca boykot edecekleri yönündeki spekülasyonlar çok önceden dile getirilmiş ve kayıtlara geçmişti.

Meselâ 27 Nisan öncesinde, eski Genelkurmay Başkanlarından Doğan Güreş’in “Başörtüsü Köşke çıkmasın, yoksa komutanlar Çankaya’yı boykot eder” dediği bilinmekte.

Böyle bir boykotun yalnızca resepsiyonlara katılmama biçiminde oluşan bir “protokol resti” düzeyinde kalması fazla ciddîye alınmayabilir.

Hattâ rahmetli Özal’ın Köşke çıktığında kendisine yönelik tepkiler için söylediği “Alışırlar” sözündeki “umursamaz” tavır bu hadisede de tekrarlanabilir.

Ancak ilk aşamada protokol düzeyinde de kalsa devlet katında sergilenebilecek soğuk tavrın, yeni cumhurbaşkanını ilâve bir psikolojik tazyik altına sokma ve daha da ötesinde, derin ve büyük devlet krizlerinin altyapısını pekiştirme ihtimali, geçiştirilmemesi gereken bir husus.

Böyle bir baskı altındaki cumhurbaşkanının, denge unsuru olma ve çıkabilecek krizlerin millî iradenin talep ve beklentileri çerçevesinde çözümüne katkıda bulunma şansı düşük olur.

Bunun sonucu ise, en güçlü ikinci adamını Çankaya’ya taşıyarak icraatını daha sağlam bir zeminde ve daha sür’atli bir şekilde gerçekleştirme hesapları yapan AKP için yeni ve çok daha derin bir hüsran olur. AKP, “Çankaya’yı da aldınız, hâlâ niye tökezliyorsunuz?” sorularının ve eleştirilerinin kolay kolay altından kalkamaz.

Bilindiği gibi, birinci AKP iktidarında yapılamayan işlerden ve çözülemeyen sorunlardan söz açıldığında, “Ne yapalım, Çankaya elimizi kolumuzu bağlıyor” gerekçesi öne sürülüyordu. Yeni dönemde bunun bir geçerliliği olmayacak.

Hele Abdullah Gül gibi kuvvetli ve karizmatik bir şahsiyetin Çankaya’ya çıkmasından sonra AKP iktidarı “Bürokratik oligarşiyi kıramadık” şikâyet ve serzenişlerini sürdüremez. Sürdürürse inandırıcılığını ve güvenini sür’atle kaybeder.

Bu bakımdan, Gül’ün cumhurbaşkanlığının, AKP’yi çok daha zorlu sınavlarla karşı karşıya getireceğini söylemek herhalde yanlış olmaz.

Bu sınavların hepimizi etkileyeceğini de.

Temennî ve dua edelim ki, bu sınavlar ve neticeleri milletimize yeni bedeller ödetmesin, yeni sıkıntılar çektirmesin, yeni yükler getirmesin..

18.08.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Yazılı olmayan yasa



Bir tümgeneral cumhurbaşkanlığına aday olan Sayın Abdullah Gül’e göndermede bulunarak “Yazılı olmayan yasaları içinize sindiriniz” dedi. Devletlerin değilse de devletimizin yazılı olmayan yasaları olduğunu da böylece öğrenmiş olduk. Bilinen ve yazılı olan yasaların ve o yasaların anası olan anayasanın varlığı demek ki kâfi gelmiyor..

Oysa ki meşrû bir devletin ve meşru bir hukuk sisteminin-yazılı olsun veya olmasın-dayanak noktası, her şeyden önce temel yasaların yazılı olarak teminat altına alındığı anayasada kendi ifadesini bulur. Aksi takdirde devletin adalet üzere olup olmadığı tartışması açılır ki, adaletin mülkün, yani devletin temeli olduğu kuralı hikâyeden ibaret hale gelir.

Öncelikle hukuk ve yasalara ait böylesi bir açıklamayı ülkemizde bir hukukçunun yapması gerekirken, sadece bir askerin dile getirmesi de tuhaf kaçıyor. Neden böylesi bir hukukî durumu hatırlatmada hukukçular konuşmuyor da, bir Silâhlı Kuvvetler mensubu konuşma ihtiyacı hissediyor, üzerinde düşünmek gerekir.

Sayın komutanımızın yazılı olmayan yasalardan kastettiği şey, eğer hukuk ve kanun dışı, keyfî uygulamalarsa-ki böyle bir ihtimali aklının ucundan bile geçirmeyeceğini sanıyoruz-o zaman devletimizin nasıl bir karakter soyda olduğu tartışmaya açılabilir. Kendilerinin de vurguladığı gibi, kökleri ve gelenekleri binlerce yıla dayanan böylesi bir devletin bünyesinde saklı-gizli illegal yasalar barınamaz. Yok eğer yazılı olmayan yasalardan kasdı herkesçe kabul görmüş ve makul sayılmış ve uygulaması bedihi hale gelmiş yasalarsa eğer, bu yasaları yazılı yasaların anası olan anayasanın karşısına dikemezsiniz. Esas olan ve esas alınan yasa yine yazılı olan anayasa olacaktır. Bunun böyle olması gerektiğini hukuktan zerre kadar hissesi olan bile haberdardır.

Sayın komutanımızın kastettiği yazılı olmayan yasaların adına töre veya gelenek derler. Sosyoloji biliminde de bu yasaların yazılı olmayanlardan ayrı, ama ikinci planda olduğu vurgulanır. Sözgelimi, yazılı yasaların maddî yaptırım gücü ve maddî cezaları mevcutken, yazılı olmayanların manevî yaptırım gücü ve manevî cezaları vardır. Kınama, ayıplama gibi… Meselâ, don-gömlekle veya pijamayla balkona ya da sokağa çıkmanın ayıp sayıldığı bir yerleşim biriminde, pijamayla sokağa çıkan kişi ancak ayıplanır, kınanır. Ama maddî yönden yazılı yasalardaki gibi bir ceza uygulanamaz ve kanunen kınayanlara böyle bir hak da tanınmaz.

Şurası unutulmamalıdır ki, töre, gelenek, görenek, örf, adet gibi isimlerle ifade edilen yazılı olmayan yasalar, tarihte değilse de günümüzde insan haklarına, akla, bilime, vicdana aykırı olmamalıdır. Bunlardan herhangi birine aykırı olan töre veya gelenek, yazılı olmamasına bakılmaksızın uygulanmaz, uygulamadan kaldırılır. Hani şu berdel, kan dâvâsı v.s. gibi lânet olası törelere benzer… Bunları yazılı olmayan yasalar diye savunacak aklı başında bir insanı tahayyül etmek abes kaçar.

Neticede evrensel hukuka uygun, demokrasilerde milletin hür iradesiyle millî konsensüsle kabul edilmiş anayasadan başka yazılı olsun ve olmasın bir takım yasalara dayanarak anayasaya aykırı kanunlar ileri sürmek hukuken geçersizdir ve bir yerde suç bile sayılır.

Anayasayı esas almazsanız bu takdirde bir zamanlar şairin yazdığı gibi;

“Ankara’da anayasso

Ellerinden öpir Hasso

Yap bize de bir iltimasso

Hooooooy baboovvv !” trajikomikliğine düşülebilir.

18.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri