Namazın her “ef’âl ve akvâli”, yani namazda yapılan her hareket ve söylenen her söz, çok derin mânâları ihtiva eder. Bediüzzaman Hazretleri namazı, “Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür” diye ifade ederken, Mevlânâ Hazretleri de bu tesbih, tâzim ve şükür hallerini nasıl anlamak ve yaşamak gerektiğini çok çarpıcı benzetmelerle ifade ve izah ediyor.
Mevlânâ’ya göre, namaza tekbirle girmek, “Ya Rabbim, Senin huzuruna, nefsimi sana kurban etmeye geldim” demektir. Nasıl ki kurbanlık koyunlar tekbirle kesileceği yere getirilir, yüzü kıbleye çevrilerek Allah yolunda kanları ve canları feda edilir. Namaza duran insan da “Allahüekber” diyerek nefsini ve benliğini Allah’a kurban etmekte, dünya ve içindekileri de elinin tersi ile geriye itmektir.
Kıyamda durmak, mahşer günü kabirlerimizden kalkıp, hayatımızın hesabını vermek üzere Allah’ın huzurunda saf tutmak, sıramızın gelmesini beklemektir. Bu sırada kul, işlediği günahlardan dolayı şiddetli azabı hak ettiğini, Rabbinin mağfireti imdada yetişmezse günahlarının hesabını nasıl vereceğini düşünür. Allah’tan başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kendisine yardım edemeyeceğini anlar, aczini ve fakrını idrak ve itiraf eder.
Kemal-i ciddiyetle, pişmanlık ve mahcubiyetle el bağlayıp Fatiha ve zammı sûre okuyan kişi, Kur’ân’dan medet umuyor, okuduğu âyetlerle amel defterinin sevap sayfasına daha fazla hayır yazılmasına çalışıyor. Kur’ân’ın dili ile yalvarıyor ve her rek’âtta “Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım umarız” diyerek Rabbine teslim oluyor. O’nun rahmet ve merhametinden medet bekliyor. Fakat işlediği günahları, ihmal ettiği vazifeleri ve hak ettiği cezaları aklına gelince, Azamet-i Kibriya karşısında daha fazla ayakta duramayıp rükûya eğiliyor.
Rükûda iki büklüm beklerken, ruhunu titreten şu hitaba muhatap oluyor: “Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin?... Ömrünü ne ile geçirdin, verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğrunda harcadın?.. Gözünü, kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherleri harcadın... Bunlara karşılık ne getirdin?... Sana kazma ve bel gibi ayak ve el verdim, bağışladığım bunca şeye karşılık ne var elinde, neler getirdin bana?... Başını kaldır da cevap ver.” Kul bu hitap karşısında Rabbini her türlü noksan sıfattan tenzih ederek başını kaldırır. Fakat verecek bir cevabı olmadığından, utancından ve zilletinden yere kapanır, secde eder. Alnı ayak seviyesine düşer, burnu yere sürtülür, o halde iken de Allah’ı tesbih ederek aczini ifade etmeye devam eder.
Tekrar o ruhları titreten hitabı yüreğinde hisseder, “Başını secdeden kaldır da, yaptıklarından haber ver.” Kul iyice bunalmıştır. Bu haşyet ve azamet karşısında, günahlarının ağırlığı altında dizlerinin bağı çözülür, ayakta duracak tâkati kalmaz, dizlerinin üzerine yere çöker. Fakat, hesap sorma devam etmektedir: “Söyle bana; sana nimet verdim, nasıl şükrettin? Sermaye verdim, nerede kullandın, haydi göster kazandığını?” Kul, kendi çıkınını yoklar, işe yarar bir şey bulamaz, sonra da sağ tarafına dönerek Peygamberlere selâm verir. Onların şefaatini diler. Peygamberler: “Çareye baş vuracak gün geçti. O, orada yapılacak bir şeydi. Fırsatlar orada kaldı. A bahtsız kişi, git oradan!.. Sen vakitsiz öten bir horozsun. Bırak bizi, kanımıza bulaşma” derler. Bunun üzerine sol tarafa başını çevirir, selâm vererek anne babasından, hısım akrabasından yardım ister. Onlar da “Sus, be gafil, biz kim oluyoruz ki... Yardımı Allah’tan iste, O’nun gazabından yine O’nun rahmetine sığın” derler.
Ne bu yandan bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur. Herkesten ümidini keser de ellerini açar, duâya başlar:
“Ya Rabbi! Herkesten ümidim kesildi. Evvel de sensin, Âhir de. Senden başka önü, sonu olmayan yok!... “
“Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, bunun eninde sonunda böyle olacağını bil. Namaz yumurtasından civcivi çıkarmaya bak!... Yoksa; tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi yere başvurup durma!...”
13.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|