|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Herkesin alkışlanabilecek bir tarafı mutlaka vardır |
|
Mesleğiniz insanla ilgili ise,
davranışlarınız önemlidir
İnsanla muhatap olmak çok önemlidir. Yaşı, mesleği, şartları ne olursa olsun bir mesleğin insanla ilgili bir boyutu varsa, bu meslek çok önemsenmelidir. Her meslek bir şekilde insanı ilgilendiriyor. İnsana bağlı yaratılmış her şey.
İyi ki insan var.
Yaratıcı, insanı yaratırken, bütün mesleklerin bir şekilde insana dokunmasını da takdir etmiş. Böyle doğmuş bütün meslekler. Bir kısmı insanın maddî dünyasına hizmet ederken, bir kısmı da manevî dünyasına hizmet etmektedir.
Her maddî ve manevî gelişme insanın rahatına ve huzuruna hizmet ediyor.
Tabiî hem maddî, hem de manevî tuzaklar da var. Buna da dikkat gerekli.
Her meslek Yaratıcıya şükür borçludur.
İnsanların güçlü tarafları mutlaka vardır
Eğitimci, yönetici, idareci, işveren… gibi meslek guruplarının çok önemli donanımlara ihtiyacı vardır. Özellikle de insanın tanımayı ve tanımlamayı inceleyen meslekler birikimlerini insanla muhatap olan mesleklere mutlaka aktarmalıdırlar. Ya da insanla ilgili meslek insanlarının bu alanlarının birikimlerinden ciddî istifadeye ihtiyacı vardır.
“Her insanın güçlü bir tarafı mutlaka vardır.” düşüncesiyle hareket eden bir yöneticiyi düşünelim. Böyle bir anlayış daha ilk aşamada insanlara potansiyel bir enerji kaynağı olarak bakmayı netice verecektir. Ve acaba muhatap olunan kişinin alkışlanacak yönü nedir arayışını beraberinde getirecektir.
Yüce Yaratıcının bin bir esması her bir canlıda tecelli ederken, her canlıda da veya her bir insanda da ayrı bir ismi güçlü şekilde kendini göstermektedir. Onun için kimi cömert, kimi yardımsever, kimi merhametli, kimi öfkeli, kimi sakin…
Kişisel gelişime farklı bakış
İnsanı değerlendirirken onun güçlü yanı, aslında Allah’ın o kişiye yüklediği esmasının tezahürüyle muhatap olmuş olunmaktadır. Küçücük evlerde üç dört çocuğun bulunduğu ortamlarda bile birbirinden farklı algıları ve yansıtmaları olan çeşitliliği bulunan insan manzaralarıyla karşılaşmaktayız.
Ablası ile kardeşi arasında, değişik noktalarda dağlar kadar farklar olabilmektedir. Ama güzel olan o ki, her biri ayrı bir boşluğu doldurmaktadır. Onun için birini diğerine benzetme kaygısı boştur. Tabiî ki 40 kişilik, 50 kişilik sınıflardaki öğrenci tiplemelerinde de durum aynıdır.
Birisinin hiç ilgi duymadığına, diğeri yoğun ilgi duyabilmektedir. Bu da aslında dengeyi, adaleti, renkliliği beraberinde getiriyor.
Bu durum insandan kaynaklanan bir şey değildir. Tamamen yaratıcı kudretinin bir takdiri sonucudur. Ve pek çok hikmetler taşımaktadır. Belki mesleklere düşen, sadece o bireyin fıtratında dercedilmiş olan seçkin kabiliyetlerin önündeki perdeleri aralamaktır.
Kişisel gelişim, fıtratları değiştirmeye çalışmak, enleri ön plana çıkarmak gibi algılanmamalıdır. Belki fıtratlara yüklenen mânâların inkişafı için, fıtratların önlerine bir şekilde çekilmiş perdeleri aralamaktır.
Nitekim kişisel gelişim denen, insandaki gizil güçleri keşfeden meslek, Yaratıcının o insanda ön plana çıkmış olan, ama belki bir şekilde perdelenmiş bulunan esma-i İlâhiyi keşfetme çabasından başka bir şey değildir.
Pozitif kaynak keşifleri, esma okumalarıdır
İnsanların pozitif yönlerine, müsbet taraflarına yönelince, dikkate aldığımız kişinin müsbet tarafları dikkatlerimizi çekmeye başlıyor. Hatta menfileri bile gözümüzde müsbetleşiyor. Hasılı güzel görmekler, hayatı ve insanları güzelleştiriyor.
Mesleğiniz aslında esma okuma aracıdır
Bilinir ki, kim ne ile daha çok iştigal ederse, onun etkisinde kalması normaldir. Sürekli dikkate aldıklarımızın bakış açımıza etki etmesi beklenen bir sonuçtur.
Yeryüzünde ne kadar meslek varsa, hepsinin özünde Yaratıcının bir kanununu keşif vardır. Her meslek fıtratın ortaya koyduğu kanunları keşfetmekle mükelleftir. Onun için peygamberlerin mesleklerindeki farklılığın hikmeti bu olsa gerek.
Ama bu meslek erbaplarından bir kısmı yaptığı okumanın farkında değildir. Yaratıcıyla bağlantısını kuramamış meslek erbabı, henüz arayışını tamamlamış değildir. Canlıların biyolojik yapısı üzerinde inceleme yapan biyolog, o yapının muhteşem inceliklerini ilim gözüyle görüyor ve sonuçlara yansıtıyor da, bu muhteşem dokunun yaratıcısı Allah’tır diyemiyorsa, henüz bu ilim adamının cehaleti bitmemiş, körlüğü giderilmemiş demektir.
Herkes branşında güçlüdür;
çünkü o ilmin talimini yapmıştır
Onun için âlemde ne varsa, hepsi bünyesinde bir ilim taşımaktadır. Hele hele insandaki kabiliyetler başlı başına birer okuma konusudur. Bundandır ki, her insandaki güçlü yapı, Yaratıcının ondaki okunaklı isminin tezahürüdür. Bu okunmalıdır. İnsanın kendi mesleğinde, branşında güçlü olması o isimleri taliminin bir sonucudur.. Buna biz aslında, esma okumaları diyebiliriz. İnsanlardaki, esma tecellileriyle meşgul olmak, en güzel bir iştigal olsa gerek. Böyle bir uğraş hem esmayı taşıyanı, hem de esmayı okuyanı güzelleştirecektir.
Her insanın dünyasında kocaman levhalar yazılıdır. Ve bu levhalar fıtratın kelamını taşır bünyesinde.
Hasılı, insan hem kendindekileri ve hem de âlemdekileri okumakla mükelleftir.
Okumalarınız bol olsun efendim.
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hizmet, tebliğ, katılım/meşveret, murakabe ve kontrol |
|
İçinde yer alınan grup ve cemaatin yapılanması, “daire” değil, “zincir, tekerlek veya Y” ise; liderler, önderler, kıdemliler düşünür, direktif verir; müntesipler tasdik eder, uygular. Bu kesin teslimiyette rahat bir boyut var…
Ancak, çağımız, hem fikir, hem de uygulamada katılımı gerektiriyor. Zira, geçmiş devrelerin manevî hâkimi kuvvet idi. Kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî/katı olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin (demokrasi, hürriyet devrinin) zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet’tir (ilim/bilgidir), kânun’dur (hukuktur), efkâr-ı âmme’dir/kamuoyudur.1 Artık hâkim olan meşveret/istişare, danışma, demokrasi ve katılım. Cemaatî yapılanma “daire”, eğitim sistemi de, pasif değil, aktif olmalı artık.
Bu tesbit ve “daire” yapılanmasına göre, “Ben yöneticiye söyledim, uyardım, şiddetle ikaz ettim, yine bildiğini okuyor!” demek yetmez. Evvelâ, haklı olmalısınız, aklî olmalısınız, ilmî olmalısınız. Ve kamuoyu, yani şahs-ı mânevî, düşüncelerinizi paylaşmalı. Çünkü, şahıs, dâhî de olsa etkisi azdır.
Eğer grupta siz değil de, başkaları bunları yerine getiriyor ve etkili oluyorsa, size, “Yöneticimiz söz dinlemiyor!” deyip tenkit etme ve kenara çekilme hakkı doğmaz. Böyle bir lüksünüz yok!
Unutmamalıyız ki, hepimiz “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” ile vazifeliyiz; sonuç almakla değil. İşimizi hakkıyla yaptık, sürdürmeliyiz. Çünkü, imtihan devam ediyor… Nur Sûresi’nin 54. âyetini hatırlayalı:
“Eğer sırtınızı dönerseniz bilin ki Peygamber kendi görevinden, siz de kendi yükümlülüğünüzden sorumlu olursunuz. Ama ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Yoksa, peygamberin görevi, açıkça tebliğ etmekten başka bir şey değildir.”
Düşüncelerinizin etkili olduğunu düşününüz; karşı grubun tenkit etmesini veya çekip gitmesini ister misiniz? Ninova halkına gönderilen Hz. Yunus’un (as) tutumu, “tebliğde sebat, metanet ve devamlılık” hususunda ibretli derslerle dolu. Takip edelim:
33 sene tebliğ görevini yapar; ancak kendisine iki kişi iman eder! Bunun üzerine söz dinlemeyen, azgınlaşmış kavmini müthiş bir azapla müjdeleyip (!) kenara çekilir. Siyah bulutlar, dumanlar etrafı kaplar, rüzgâr korkunç bir şekilde eser. Tevbe etmek üzere Hz. Yunus’u ararlar; bulamazlar. Yine de hep birlikte tevbe ederler. Tevvâb-ı Rahîm tevbelerini kabul eder; kurtulurlar.
Hz. Yunus (as) ise, Rabbi’nden izin almadan kavmini terk eder; Dicle kenarından bir gemiye biner. Bir müddet sonra gemi durur; bir türlü ilerlemez. “Bunda bir uğursuzluk var! Efendisinden kaçan bir köle buna sebeptir” deyip tesbit için kur'a çekerler; Hz. Yunus’a (as) isabet eder.
Denize atılır. Büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette, karanlıklar içinde niyaz etti: ‘Senden başka İlâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.’2
“İşte, Hz. Yunus Aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.
“Madem hakikî vaziyetimiz budur. Biz de, Hazret-i Yunus Aleyhisselâma uyarak, bütün sebeplerden yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya, Müsebbibü’l-Esbab (Sebeplerin Müsebbibi, Yaratıcısı) olan Rabbimize iltica etmeliyiz.”3
Şu uyarı da Peygamberimizin (asm) şahsında hepimizedir: “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa, de ki: ‘Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur.’”4
Bu hakikatler, bize, hizmette meydana gelen aksaklıklara veya söz dinlemeyenlere kızıp, küsüp, “gemiye binip, terk-i diyar” etmek yerine; çözüm üretmeye çalışmamız gerektiğini ifade etmiyor mu? Ki, bir yerde yangın varsa ve kimden, nasıl kaynaklanırsa kaynaklansın; bırakıp gitmek değil; söndürmeye çalışmak insanî ve vicdanî bir mükellefiyet değil mi? Alevler göklere yükselirken, “Yangını kim çıkardı, niye çıkardı, nasıl çıkardı?” tartışmalarıyla vakit geçirilmediği gibi; sıkıntı ve problemleri aşmak için tartışma ve tenkit değil; halletmek için daha büyük gayretle çaba sarf etmek gerekmez mi?
Dipnotlar: 1- Münazarat, s. 33.; 2- Kur’an, Enbiyâ, 87.; 3- Lem’alar, s. 11-13.; 4- Kur’an, Tevbe, 129.
27.10.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Rızık peşinde |
|
Allah dostlarından Seriyyü’s-Sakatî, bir birgün mezarlığa uğradığında Behlül Dânâ’ya rastlar. Behlül Dânâ, veli ve bilge bir kimsedir. Bir mezara ayaklarını sarkıtmış, toprakla oynamakta. “Hayrola Behlül!” der Seriyyü’s-Sakatî. “Ne yapıyorsun böyle?”
“Beni rahatsız etmeyen, bana eziyet etmeyenlerle birlikteyim şu anda. Gıybetimi de yapmazlar onlar benim.”
“Durum hiç de iç açıcı değil Behlül. Ekmek o kadar pahalandı ki!” diye meseleyi değiştirmek ister Seriyyü’s-Sakatî
“Hiç umurumda değil, aldırmam” diye karşılık verir Behlül. Güvencesi vardır onun. Devam eder: “Rızkımı veren Allah. Vaad etmiş, mutlaka rızkımı verir. Bana düşen Onun emirleri istikametinde ömür sürmek, çalışmak. Sebeplere sarılıp sonucu Allah’a bırakmak.”1
İman ve tevekkülün gereği de bu değil midir?
Rabbimiz buyurur ki: “Cinleri ve insanları ancak Bana îman ve ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum; Beni doyurmalarını da istemiyorum.”2
Bu âyet açıkça gösteriyor ki rızkı vermek Allah’a mahsustur. Kula düşen “Ne yapalım, rızkım için çalışıyorum” diyerek ibadetten kopmamaktır. Çünkü insan, ibadet için yaratılmıştır. Allah’ın emirleri çerçevesinde rızka çalışmak da bir ibadettir.
İşte Behlül’ü, fiyatlar artsa da gama, kedere atmayan Allah’a olan güveniydi. Allah, şu veya bu şekilde, yarattığı mahlûkun rızkını mutlaka verir. Bunun için insan tevekkülle, üzerine düşenleri yaparak elini oynatsa, biraz çalışsa yeterli. Telâşlanmaya, hırs göstermeye gerek yok. “Nasıl olsa çoluk çocuğumun rızkı için çalışıyorum” diyerek de ibadetini terk edemez. Namazını kıldığında çalışması da ibadet hükmüne geçer.
Resûl-i Ekrem (asm) bir sabah vakti Ashabıyla birlikte otururlarken, güçlü kuvvetli bir gencin oradan geçtiğini gördüler. Sahabe, “Keşke” dediler, “Bu delikanlı gücünü, kuvvetini Allah yolunda harcasaydı.” Allah Resûlü (asm), “Eğer o delikanlı dilencilikten, insanların eli ve avucundakine göz dikmekten kurtulmak için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Yaşlı anne babası ve zayıf yavrularının rızkını kazanmak için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Eğer havalara girmek, insanlara üstünlük taslamak, övünmek için yola çıkmışsa şeytan yolundadır.”3
Demek gösteriş, övünme, havalara girme için çalışan şeytanın yolundayken, meşrû ve helâl dairede evinin rızkını kazanmak için çalışan Allah yolunda hareket etmiş oluyor. Helâl dairede çalışmak da ibadet. Tabiî ki kulluk görevini unutmamak şartıyla. Kul ibadetini yaptığında mübah hareketleri bile güzel bir niyetle ibadet hükmüne geçer.
Dipnotlar: 1- Sıfatü’s-Safve, 2:332. 2- Zariyat Sûresi: 56-57. 3- İhya Terc. (A. Davudoğlu), 2: 163 (Taberanî’den.)
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sevkiyat gölgesinde diplomasi atakları |
|
Ülke ve millet olarak, bir hayli kritik ve son derece hassas bir vetireden (süreçten) geçiyoruz.
Herkesin en büyük arzusu, gayesi huzur ve barışın sağlanması.
Ancak, herkes bu maksada uygun metotlarla, usûllerle hareket etmiyor.
Maksat doğru, metot yanlışsa eğer, yine de doğru bir neticeye ulaşılamaz.
İşte, şimdiki gidişata bakınca, bazı tehlikeli gelişmelerin olabileceği ihtimalinden endişe etmemek elde değil.
Şimdi, hükümetin tutum ve davranışından başlayarak, yukarıdan aşağıya doğru umumî manzaraya şöyle bir nazar gezdirelim.
Diplomasi, silâhın gerisine düştü
Terör belâsıyla içine düştüğümüz "Kuzey Irak krizi", bölgede ve dış dünyada her gün yeni bir boyut kazanarak genişliyor.
Hükümet, yoğun bir diplomasi atağına girişti.
Başbakan ve ilgili diğer kabine üyeleri, hergün bir veya birkaç ülkenin yetkilileriyle doğrudan temas halinde.
Irak'tan İngiltere'ye, Romanya'dan Amerika'ya adeta bir mekik diplomasisi yapılıyor.
Bu tür faaliyetler, elbette ki lâzım, hatta elzem. Dünyada gayet normal karşılanan bir durumdur bu.
Ancak, ortada ciddi bir anormallik var.
O da şudur: Hükümetin girişmiş olduğu bütün bu diplomatik ataklar, Kuzey Irak sınır hattına doğru yapılan asker ve mühimmat sevkiyatı başladıktan sonra start aldı.
Böyle bir diplomasi olmaz. Daha doğrusu, diplomasi böyle yapılmaz.
Savaşı andıran silâhlı sevkiyatın gölgesinde yapılan bir diplomasi, yerinde, zamanında ve ustaca yapılan bir diplomasi değildir.
Bu mekik diplomasisinin, çoook önceden başlatılması gerekiyordu. Hatta, bırakın silâh–sevkiyat merhalesini, daha Meclis tezkereyi bile görüşmeden, ilgili ülke yöneticileriyle sırf bu maksatla gidilip görüşülmesi gerekiyordu.
Ne yazık ki, böyle yapılmadı. Önce tezkere çıktı, hemen ardından asker harekete geçti ve ondan sonra—birden bire—bir diplomasi atraksiyonu başladı.
Bu durumda yapılan şey, aslına usûlüne uygun bir diplomasi hareketi değil, başka bir şeydir. Peki, nedir? Şudur:
Meselâ, diyelim ki, hükümet üyeleri Irak'a gitti. Bu dost ve komşu ülkenin yetkilileriyle görüştü. O görüşmede, istenildiği kadar diplomasi lisanıyla görüşülüp konuşulsun; silâhların gölgesinde yapılan bu görüşmenin mesajı şudur: "Bana bak! Döverim lan seni.."
Yine meselâ diyelim ki aynı atraksiyonla İngiltere'ye, yahut Amerika'ya gidildi; onlarla da her ne lisanla konuşulursa konuşulsun, algılanacak olan aba altındaki mesaj şudur: "Bakın, biz gidip şu Kuzey Iraklıları bir güzel pataklıycaaz. Sakın ola, yarın öbürgün çıkıp da 'Neden bize söylemediniz?' demeyin."
Sınırötesi harekât hakkı ve ötesi
Her ülke, hariçten gelen tehdit ve saldırıları bertaraf etme hakkına sahiptir.
Birleşmiş Milletler (BM), bazı şartlara bağlı olarak, her ülkeye bu ruhsatı vermiştir.
BM'nin dış saldırılar karşısında yapılacak bir sınırötesi harekât için madde madde netleştirdiği şartların bir kısmı şöyledir:
1) Yapılan saldırıların yüzde yüz haksız, kan dökücü ve büyük zarar verici nitelikte olması gerekir. (Türkiye'ye yönelik terör saldırılarının bu nitelikte olduğunda şek ve şüphe yok.)
2) Bu saldırıları durdurmak ve etkisiz hale getirmek için, öncelikle gerekli bütün diplomatik kanalların ve usûllerin kullanılması ve bütün dünya ülkelerinin ikna edilmeye çalışılması lâzım.
3) Askerî harekât, en son seçenek olmalı. Onun dışındaki bütün alternatiflerin (siyasî, ticarî, iktisadî...) sonuna kadar kullanılması gerekir.
4) Son çare olarak başvurulacak bir silâhlı müdahalenin, mutlak sûrette "orantılı güç" prensibine uygun olması gerekir. (Belli ki, "orantısız güc"ün yan etkilerinden endişe ediliyor. O halde, gerilla taktiğine karşı "özel harekât...")
5) Sınırötesine geçen silâhlı gücün, sadece saldırganları hedef alması, mâsumlara hiçbir şekilde zarar vermeyecek tarzda hareket etmesi gerekir.
Mâsumların hukukuna dikkat
İşte, bir sınırötesi harekâta girişmesi an meselesi olan Türkiye'nin bütün bu noktalara dikkat etmesi gerekiyor. Aksi halde, komşu ülkeler başta olmak üzere, BM ile de karşı karşıya gelebilir.
Bir ABD, bir Rusya, zaman zaman BM'ye kafa tutmuş, yahut tutabiliyor.
Ancak Türkiye, onlarla aynı durumda, aynı konumda değildir. Olması da gerekmiyor, ayrıca. Zalimlere, saldırganlara gereken dersi vereyim derken, mazlumun hakkını çığnemek, mâsum olanlara da bir şekilde zarar vermek, Müslüman Türkiye'ye yakışan bir davranış değildir.
Böylesi bir duruma hiçbir şekilde razı olunamaz.
Bir İlâhî buyruk olan "Lâ–teziru vaziretun, vizra uhra" (En'âm: 164) kaidesince, "Bir mâsumun hakkı, yüz câni için dahi fedâ edilemez. Birinin günahıyla, başkası (kardeşi bile olsa) muaheze ve mes'ul olamaz." (Bakınız: Emirdağ Lâhikası, s. 387)
İki hukuka da riayet
Şurada burada kendini iyiden iyiye hissettiren bazı tehlike sinyalleri var.
Meselâ, bazı gösteri ve yürüyüşlerde sözlü ve yazılı şekilde öne çıkan şu tarz sloganlar ve pankartlar gibi:
"Meclis'i basarız, 23 kişiyi asarız."
"81 Düzce, 82 Musul, 83 Kerkük"
Böylesi bir yaklaşım tarzı, kesinlikle Türkiye'nin hayrına değildir.
Ayrıca, bu yapılanlar işi rayından saptırmak ve dünya nazarında Türkiye'yi haksız, hatta tehlikeli ülke durumuna düşürmektir.
Başkasının zulüm ve saldırganlığı, bizim de benzer şeyler yapmamızı gerektirmez. Üstelik, hak ve adâlete dayanan bir kuvvet, daha büyük ve daha üstündür.
Dolayısıyla, Türkiye'nin bir sınırötesi harekâta girişmesi durumunda, önemli iki hukuku dikkate alması ve bunlara mutlaka riayet etmesi gerekir.
Biri, BM ve milletlerarası hukuk, diğeri ve bize göre en önemli olanı ise, İlâhî hukuktur.
Aslında, ikisi arasında ciddî herhangi bir zıddıyet de görünmüyor.
Ekseriyetle dindar kesimin desteğini arkasına alarak iktidara gelen mevcut yönetimin, bahsini ettiğimiz her iki hukuku da nazar–ı itibara alarak öyle hareket etmesini arzu ve temenni ediyoruz.
Not: Bir sonraki yazıda, Birinci Dünya Harbine "diplomasideki zaaflarla" nasıl girdiğimizin ibretli hikâyesini okuyacaksınız.
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Mezhepler üzerine |
|
Eskişehir/Seyitgazi’den Yusuf Kale:
*“Hz. Muhammed (asm) zamanında mezhep ayrılığı yoktu. Onun vefatından sonra oluştu; buna nasıl ihtiyaç duyuldu ki oluştu?”
Öncelikle şunu belirtelim. Mezhepler dinde ayrımcılık olsun diye çıkmamışlardır. Mezhepler, dinde vahyi, yani Kur’ân’ı ve sünneti açıklayan zengin, isabetli ve sıhhatli yorumlara ulaşmak için akademik seviyede kurulmuş birer okul olarak ortaya çıkmışlardır.
Cenâb-ı Hakk’ın vahiyle sabit kıldığı meselelerde mezhepler arasında görüş ve uygulama farklılığı söz konusu değildir. Ancak vahiy nazarı, sırf rahmeti şümullü tutmak ve her tabiatı ve fıtratı kucaklayabilmek açısından her meselede kesin hüküm koymamış, teferruâtı âlimlerin içtihatlarına bırakmıştır. Vahiy dininin insan aklına ve düşüncesine duyduğu güven ve itimadın tecellisi ve tescilidir bu.
İnsan fıtratına ve tabiatına göre teferruâtta bir takım farklılıkların bulunması da gayet tabiîdir. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin verdiği misali hatırlayacak olursak; bir su, beş muhtelif hastaya göre beş hüküm alır. Birisine hastalığının mizacına göre su ilâçtır; buna su tıbben vaciptir. Diğerine hastalığı açısından su zehirdir; bu kişiye su tıbben haramdır. Diğer birisine su az zarar verir; tıbben bu adama mekruhtur. Bir diğerine su zararsız menfaat verir; tıbben sünnettir. Diğer kişiye ise su ne zararlıdır, ne faydalıdır; buna da su tıbben mubahtır!1
Şimdi, suya sadece “ilâçtır; vaciptir” diyemezsiniz. Bazı hallerde suyun, meselâ mekruh olduğunu kabul etmelisiniz ve buna da “hak” demelisiniz. Aksi takdirde umumu kucaklayamazsınız, cihanşümul olamazsınız, bütün insanlara rahmet kaynağı teşkil edemezsiniz. Meselâ bu durumda sudan zarar görenlere zarar vermiş olursunuz!
İşte bir mezhepte farz olan bir husus, diğer bir mezhepte sünnet ise, bunu rahmet eseri saymak lâzımdır. En azından şöyle düşünmeli: Farz olan bu meseleye güç yetiremeyenler, şu mezhebe göre mesuliyetten kurtulurlar; çünkü o mezhepte bu mesele sünnettir. Bu durumda bu meseleyi sünnet sayan mezhep, bir takım hallerde, bazı tabiatları en azından mesuliyetten kurtarmış olmaktadır. Diğer mezhep de diğer bazı tabiatlara sevap ve feyiz kaynağı sunmuştur.
Meselâ Kurban Bayramında hali vakti yerinde olanların kurban kesmeleri Hanefî Mezhebine göre vacip; Şafiî Mezhebine göre sünnettir. Bu şu demektir: Kurban Bayramında hali vakti yerinde olduğu halde, her hangi bir özürle kurban kesemeyen Müslümanlar Şafiî mezhebine göre mesuliyetten daha az zararla kurtulurlar.
Meselâ Hanefî Mezhebine göre, yanında kocası, babası, erkek kardeşi, oğlu, dayısı... vs. bir mahremi olmayan zengin kadın bizzat hacca gitmez; yerine vekil gönderir. Ancak Şafiî Mezhebi aynı kadının, kafilede güvenilir birkaç kadın bulunduğu takdirde, yol emniyeti de varsa bizzat hacca gidebileceğine hükmetmiştir. Hanefî olan bir Müslüman kadının, ihtiyaç olduğunda Şafiî mezhebinin bu içtihadı ile amel etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Her mezhebin içtihadı haktır; ihtiyaç olduğunda amel edilebilir ve edilmelidir.
Netice itibariyle mezhepler arası ihtilâfları ve görüş farklılıklarını; insanların fıtratlarına, tabiatlarına, özel durumlarına ve problemlerine sunulan farklı birer “hakça çözüm” önerileri olarak değerlendirmeli, her tabiatın her mezhebe değişik zamanlarda ihtiyaç duyabileceğini nazara almalı; her mezhepte muhtelif tabiatlara muhtelif çözümler sunulmuş olabileceğini dikkatimizden uzak tutmamalıyız. Bunu da, İslâmiyet’in zengin, içtihada değer veren, cihanşümul ve merhamet dini oluşunun alâmeti saymalıyız. Halimize, fıtratımıza veya problemimize uygun bir çözümü diğer bir mezhepte bulduğumuzda, mezhep taassubuna hiç gerek duymaksızın, o mezhebin sunduğu reçeteden faydalanmalıyız.
Ancak, farklı bir mezhebin görüşü ile amel edecek isek, bunu mutlaka bir ihtiyaca binâen yapmalı; keyfî yapmamalıyız.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 447
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tahrikler niye tutmuyor? |
|
Şükürler olsun ki, en dayanılmaz gibi görünen tahriklere bile prim vermeyen sağduyulu ve sağlam bir toplum bünyesine sahibiz.
Bu ülkede çok kritik ve duyarlı konularda devlet adına yapılan onca vahim yanlışa ve bu yanlışların ürettiği olumsuz sonuçlarla büyüyüp derinleşen kronik toplumsal sorunlara rağmen, dış parmakların da karıştığı fitneler başarılı olamıyor ve iç barış korunabiliyorsa, asıl sebep bu.
Bütün bozma çabalarına rağmen toplumun mayası sağlam ve bu toplumu oluşturan farklı kesimlerin birlikte yaşama iradesi çok kuvvetli.
Ve insanlarımız, hiçbir hal ve şartta dolduruşa gelmeyen olgun ve vakur bir karaktere sahip.
Bunun temelinde, kaynağını dinimizden alan ve asırlardır nesilden nesile devredilen ahlâkî haslet ve meziyetler yatıyor. Bu ahlâkı bozmak için her koldan sürdürülen amansız taarruzları püskürterek büyük ölçüde etkisiz kılan en önemli etken ise ihlâsla verilen manevî hizmetler.
Ve bu hizmetlerin altındaki imza, maalesef devlet adına yapılan güvenlik değerlendirmelerinde “iç tehdit” sayılan İslâmî cemaatlere ait.
Ülke gerçeklerinden tamamen kopuk bu değerlendirmeler, eğer işin içinde çok daha başka niyet ve kasıtlar yoksa, bindiği dalı kesmekten farksız bir basiret körlüğünün eseri sayılmalı.
Umarız, hiç değilse bundan sonra artık bu basiretsizlik aşılır ve devlet vahim yanlışlarını terk ederek milletiyle gerçek anlamda bir kucaklaşma sürecine girer.
Gündemin yeniden teröre çevrildiği ve buna bağlı olarak yeni tahrik denemelerinin sergilendiği hayli hassas ve nazik günlerden geçiyoruz.
Şehit ailelerinin bütün milletçe yürekten paylaşılan derin acısını kullanarak Türkiye’yi hem dışarıda tehlikeli maceralara sürüklemek, hem de içeride insanları birbirine düşürmek için inanılmaz provokasyonlara tevessül ediliyor.
Ama bunların hiçbiri tutmazken, tam tersine provokatörler çok gülünç durumlara düşüyorlar.
Türk medyasının “amiral gemisi” olmakla övünen yayın organlarının en tepesindeki isimlerce kaleme alınan “Hepimize celp geldi, bir millet sefer görev emrini aldı, yürüyor” gibi yazılar toplumda onların istediği şekilde bir “seferberlik” atmosferi meydana getirmek şöyle dursun, istihzaî değerlendirmelere konu ediliyor.
MHP veya DTP binalarına saldırmak ya da Kürt mahallelerini taşa tutmak gibi mevziî olaylar, toplum genelinde tasvip görmesi mümkün olmayan münferit densizlikler olarak kalıyor.
Bu fitne yine tutmayınca tevessül edilen “Teröre tepki eylemlerinde niye türbanlılar yok?” iftirası ise, herşeyden önce bizzat şehitlerin geride bıraktıkları başı örtülü, içi yanık, gözü yaşlı annelere, eşlere, nişanlılara karşı irtikâb edilen inanılmaz bir saygısızlık, düzeysizlik, çirkeflik örneği olarak, iftira sahiplerini iyice zavallılaştırıyor.
Derin acısını yüreğine gömerek, asil ve vakur bir tavırla aziz şehitlerini berzah âlemindeki özel cennetlerine yolcu eden sessiz çoğunluk, bu son derece hassas konuyu bile kendi aşağılık saptırmalarına malzeme yapmaya kalkışan ilkelliği muhatap saymaya dahi tenezzül etmiyor.
Onun için, provokatörler boşuna uğraşmasınlar. Bu milletin mayasındaki inanç ve şuur, onlara, aradıkları fırsatı hiçbir zaman vermeyecek.
Dünden yarına, Türkiye gerçeği budur...
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Kesin çözüm’e itiraz sesleri |
|
Ülkemizin başına belâ olan terör konusuna çare arayışları devam ederken, bazıları; “Çare İslâm kardeşliğinde” şeklinde özetlenen tekliflere itiraz seslerini yükseltiyorlar. Bu yöndeki çağrılara itiraz edenler, geçmiş asırlarda yaşanan bazı ‘acı’ hadiseleri ve İslâm dünyasının bugün içinde bulunduğu ‘fecî durum’u örnek gösteriyorlar.
Tabiî ki her teklife itiraz edenler olabilir. Ancak nasıl ki ‘Birisinin hatasıyla başkası mes’ul tutulamaz’; öyle de, bir ‘Müslüman’ın hatası bahane edilerek ‘İslâm dini’ itham edilemez. Hata varsa, İslâmın değil; onu yanlış anlayan, yanlış tatbik eden ve yanlış yorumlayan ‘şahıs’ların olabilir.
Meselâ, halkı Müslüman olan Afganistan’a bakıp; orada yaşanan ‘iç savaş’ sebebiyle İslâmın ‘ter-ü taze’ iman esaslarını itham etmek mümkün mü? İlk âyeti ‘oku’ olan ve ‘bir kişinin haksız yere öldürülmesi’ni ‘bütün insanların öldürülmesi’yle denk tutan anlayış; ‘katliâm’lara müsaade eder mi? ‘Eder’ diyen, bunu ya kasıtlı olarak söylüyor ya da ‘doğru İslâm’ı bilimiyor, bilmezden geliyor.
“Çare İslâm kardeşliği”ndedir demek bir slogan olarak algılanmamalı. Tarihî tecrübe bunun doğru olduğunu gösterdiği gibi, son çeyrek asırdır Türkiye’de uygulanan ‘terörle mücadele’nin başarısız olması da dolaylı yoldan yine bu tesbiti doğrular. Bunun yanında bu ‘çare’, pazarda kilo ile satılan bir şey değil. Başı ve sonu olan, başka noktalardan da desteklenmesi gereken bir çaredir. Yani, ‘Kardeş olun’ demek yetmez; bunun için gerekli olan samimî hava oluşturulmalıdır. ‘İslâm kardeşliği’nin farklı milletleri bir arada tuttuğunun en çarpıcı delili, Osmanlı devleti değil mi? Osmanlı Devletini meydana getiren farklı diller ve milletler nasıl bir arada tutulabildi? Bunu görmeyip, “İyi de Osmanlı yıkılmadı mı?” demek hakperestlik midir? Evet, yıkıldı ama onun da sebebi ‘İslâm kardeşliği’ anlayışının ihmal edilmesi değil midir?
Terörle mücadeledeki en kestirme yol, yeni teröristlerin yetişmesini önlemektir. Terör örgütü, yeni eleman bulamazsa, gençler ‘dağ’ yerine ‘ova’yı tercih etse örgüt dağılma noktasına gelmez mi? Bunun için de ‘İslâm kardeşliği’ temeline dayalı olarak insanlara ‘insan’ gibi muamele etmek gerekir.
“Çare İslâm kardeşliğinde” tesbitine itiraz edenlerin, şu ana kadar uygulanmayan ‘orijinal’ bir çözüm teklifleri var mı? Değilse, ‘yanlışta ısrar’ın bir anlamı olmasa gerek.
*
“Kuvvetli Atatükçü çizgi”
Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na yaklaşık 60 turdan sonra seçilen Haşim Kılıç’ın seçilmesinde rolü oynayan üyelerden biri de Osman Paksüt olmuş. Konuyla ilgili bir haberde şu not yer alıyor: “Paksüt ve eşi Ferda Paksüt, kuvvetli Atatürkçü çizgileriyle tanınan bir çift.” (Milliyet, 26 Ekim 2007)
“Kuvvetsiz Atatürkçü çizgi”de olanlar alınmasın?
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ambargo çâre değil |
|
MGK’nin tavsiyesiyle hükûmet, Irak’a ticarî ambargoya yöneliyor. Ne var ki akl-ı selim değerlendirmeler, bu tür tedbirlerin bölgeyi Türkiye’den soğutma stratejisine hizmet edeceği kanaatinde.
Çünkü bu ambargo, işgalcilerin güdümündeki kuzeydeki yerel yönetiminden ziyâde Bağdat’la Ankara’nın arasını açacak.
Doğrusu daha birkaç yıl önce PKK ile çatışan ve Ankara’nın sağladığı kırmızı pasaportla dışarıda dolaşabilen Barzani ve Talabani’nin, özellikle TBMM’nin 1 Mart 2003 tezkeresini reddinden sonra Türkiye’ye karşı terör örgütünü himâye etmeleri, tamamen ağababaları ABD’nin inisiyatifiyle olmakta. Bu vaziyet, gün gibi âşikâr...
Gerçek şu ki Irak merkezî hükûmeti daha başkentini koruyamıyor. Her ne kadar Başbakan Malikî, terör örgütü bürolarını kapatacaklarını söylese de, işgalcilere rağmen örgütle mücadele etmeye gücü yok. Bağdat, kapalı kapılar ardında bunu itîraf ediyor.
Bu durumda, Washington’un ikide bir Ankara’ya, “Bağdat’la konuşulması” ve kuzeydeki “yerel yönetim”le işbirliği önerisi, bile bile Türkiye’yi oyalamaktan başka bir işe yaramıyor.
Bu açıdan Başbakan’ın Romanya yolunda, “ABD’nin Irak’ta işi ne?” diye sorup, “müttefiki olan Türkiye’ye desteğe mecburdur” sözü, anlamlı...
* * *
Gerçekten, madem Bush yönetimi, “terörle mücadele”yi programının başına koymuş; o halde “terör örgütü” diye “tanımladığı” PKK’ya karşı neden kontrollerindeki Irak’ta mücadele etmiyor? Niçin vesâyetindeki merkezî hükûmete ve bilhassa emrindeki Kuzey Irak yöneticilerine bu hususta baskı yapmıyor?
“Terörle mücadele”yi dünyaya “ilân” eden Bush ve neoconlar, niçin mâhiyetlerinde yuvalanan örgüt elebaşlarından bir tekini teslim etmiyor?
Hükûmet, evvela bunları sorgulamalı. Ve sözde “stratejik ortağı”, bu hususta sıkıştırmalı.
Aksi halde, Irak’ın kuzeyiyle, dolayısıyla Irak’la ekonomik ilişkileri askıya almak, sınır kapılarını kapatmak, tuzağa düşmektir. Yaz bitiminde birden bire azan terör örgütü ve kuzeydeki koruyucuları aracılığıyla, ABD’nin Türkiye’yi bataklığa itme oyununa gelmektir.
Halbuki Türkiye’nin öncelikle yapacağı, komşu ülkelerle her türlü ekonomik, kültürel, sosyal ve politik ilişkileri arttırmak ve bu bağlarla bölgeyi birbirine bağlamaktır.
Bu meyanda siyasî ve iktisadî işbirliklerini kurmak. Irak dahil, bölge ülkelerini, ecnebilerin taktik ve tahrikleriyle, Türkiye’nin ve birbirlerinin zararlarına hiçbir faaliyete girişemeyecek zemini sağlamaktır.
Oysa Irak’a ekonomik yaptırım, Güneydoğu’dan başlayarak bütün Türkiye’yi de etkileyecek; üstelik bunun hiçbir faydası da olmayacak...
Hele kuzeydekilerin de baskısıyla Bağdat’ın benzerî karşı ambargolara başvurması, Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattını kapatması, Irak’la diyalogu tamamen koparır.
Dahası, ambargo, başta terör örgütü olmak üzere ifsad şebekelerince pervasızca istismar edilir; Ankara’nın “bölge halkını cezalandırdığını” propaganda edilir. Bin yıldır birlikte yaşamış, asırlarca Osmanlı’nın idâresi altında bulunmuş, aynı inanç, tarih ve kültürü paylaşan başta Araplar olmak üzere, bölgedeki halkların husûmetine sebebiyet verdirir.
Ki zaten bölgeyi ateşe veren küresel zâlim mihrakların öteden beri aradığı budur. Plânladıkları, topyekûn İslâm âleminde “kavmiyetçilik dâvâsı”yla kardeş kavgasıdır...
* * *
Ankara, bu oyunu bozmalı. Irak yerine asıl terör hâmisi ABD ile ilişkilerini gözden geçirmeli; Türkiye’de yerlerde sürünen itibarının daha da perişan hale geleceğini, kamuoyunda öfke ile infiâle dönüşen “Amerika’ya nefreti” önleyemeyeceğini bildirmeli.
Başbakan, “Amerika mecburdur” türü çıkışlar yerine, sonuç alıcı müşahhas tedbirlere başvurmalı. Komşularla ekonomik ilişkileri askıya almak yerine, her türlü askerî mühimmatın nakil ve dağıtımının Türkiye üzerinden yapıldığı “ABD destek hamûlesi”ni askıya almalı.
Ekonomik münâsebetleri kesmek ve Habur gibi bölgenin can damarı sınır kapılarını kapatmak yerine, Irak üzerine yaptıkları binlerce sorti ile yüzbinlerce mâsumu hunharca katleden Amerikan savaş uçaklarının havalandığı İncirlik ve diğer hava ve deniz limanlarını işgalcilerin kullanımına kapatmalı. Komşularla olan zayıf ekonomik ilişkilere değil, Türkiye’nin zulme aracı edilmesine son vermeli...
Özellikle bu kargaşa ortasında Arap âlemine karşı dikkatli olmalı; bölgede cirit atan yeni Lawrece’lerin, fitne ve fesadla Müslüman milletlerin arasını bozmasına fırsat vermemeli.
Ve Ankara, Bediüzzaman’ın, bundan yaklaşık bir asır önce Şam’da Emeviye Camiindeki hutbesinde, küçük Müslüman tâifelerin menfaatinin, dünyevî gelişme ve uhrevî saadetlerinin büyük ve muazzam tâife olan Arap ve Türk gibi hâkim milletlere bağlı olduğunu bildiren mânâyı mutlaka nazara almalıdır. (Hutbe-i Şâmiye, 61)
“Hilâfet-i Osmaniye ve Türk ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arap ve Türk hakiki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar” ifâdesindeki anlamı kavramalı. (age., 59)
Okyanuslar ötesinden gelip çıkarları için bölgeyi ateşe veren gaddar zâlimlerin projelerinden bir şey çıkmayacağı ortada...
Buna mukabil Türkiye, küçük kardeş kavimleri koruyacak büyük bir ülke olarak, birçok değeri birlikte paylaştığı ve Kıyamete kadar yanyana yaşayacağı Müslüman komşularla diyalogunu geliştirmeli...
Çâre budur...
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
301 ne oldu? |
|
Terör olayları sebebiyle, demokratikleşmenin önündeki engel olan kanunlar ve yeni anayasa çalışmalarının rafa kaldırılmaması gerektiğine inanıyoruz. Terörle mücadele edilirken bir yandan bu konular da ivedilikle görüşülmelidir. Geçen haftaki bir yazımızda “Sivil anayasa ne oldu?” diye sormuştuk. Bugün de “301 ne oldu?” diye sorup özgürlüklerle yakın ilişkisi olan bu konudaki gelişmeleri ve düşüncelerimizi aktarmak istiyoruz.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde engel olan pek çok kanun var, ancak bunlardan en meşhuru TCK’nin 301. maddesi. BİA Medya Gözlem Raporu’na göre, 1 Haziran 2005’den bu yana 100’den fazla kişi 301. maddeden yargılanırken, sadece Temmuz-Eylül 2007 döneminde 301’den yargılananların sayısı 22’ye ulaştı. Rapordaki, “TCK’nın ‘Türklüğü aşağılamak’ suçlarını düzenleyen 301. maddesi, Türkiye’de ifade özgürlüğü konusunda turnosul kâğıdı olmaya devam ediyor” cümlesi kayda değer.
Nisan ayından beri yaşanan karışıklıklar sebebiyle sümenaltına itilen bu çalışmalara bir an önce başlanmalıdır. Geçtiğimiz dönemde maddenin değişikliği gündeme geldiğinde dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek, meseleyi farklı boyutlara taşırken, bir nev'î ayak sürümüş, “topu” STK’yla atmıştı. STK’lardan maddenin iyileştirilmesi ya da toptan kaldırılması yönündeki görüşler gelmiş, ancak genel seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi, bir de üstüne ilgisizlik eklenince konu bir türlü gündeme getirilmedi.
* * *
Kasım ayında açıklanacak AB İlerleme Raporu öncesinde maddenin değiştirilmesi çağrıları birbirini izliyor. Türkiye Raporu’nu ele alan Avrupa Parlamentosu da, TCK’nın 301. maddesi başta olmak üzere acil reformları ertelememesi isterken, ifade ve basın özgürlüğünün hükümetin bir numaralı önceliği olması gerektiğini vurguladı.
Abdullah Gül, gerek Dışişleri Bakanlığı döneminde gerekse de Köşk’e çıktıktan sonra bu maddenin değiştirilmesinin gerekli olduğunu söyledi/söylüyor. Cumhurbaşkanı Gül, Avrupa konseyi Parlamenterler Meclisi’nde, “301. maddeyle ilgili sıkıntılar olduğunu biliyoruz” diyerek sıkıntı olduğunu kabul etmişti.
Yeni Dışişleri Bakanı Ali Babacan ise, “301, Levi’s 501 gibi marka oldu, 404 gibi üzerimize yapıştı” diyerek meseleye bakışını ortaya koyuyor. Başbakan Erdoğan da bu maddeyle ilgili sorulara muhatap olduğunda, maddeyle ilgili olarak, 1. fıkranın gerekçesinde yer alan “Türk milleti” ifadesinin değiştirilmesiyle sorunun çözüleceğini açıklıyor ancak bu değişikliğin sıkıntıyı gidermeyeceği de aşikâr.
Görüleceği üzere değiştirecek olanlarda maddeden şikâyet ediyor, ancak kimse bu ortamda çözülmesi konusunda adım atmıyor.
* * *
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, gazeteci Rahmi Yıldırım hakkındaki dâvâda verilen beraat kararının onanmasını istemesi bu konuda bir gelişme olarak görülebilir. Ancak, unutulmamalı ki, madde değişmedikçe farklı kararlar da çıkabilir.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın TCK’nın 301. maddesine ilişkin verilen beraat kararının onanması yönünde görüş bildirmesinin sevindirici olduğunu söylüyor. Şahin, AB heyetlerine 301. madde ile ilgili teklifleri değerlendirdiğini ve çalıştığını söylerken, meselenin ne zaman gündeme getirileceğini ifade etmiyor.
Son olarak İLKAV Genel Başkanı Mehmet Pamak ve Öğretmen-Sen Genel Başkanı Yusuf Tanrıverdi hakkında, bir panelde yaptıkları açıklamalar sebebiyle açılan dâvânın ilk duruşması Salı günü yapıldı. Duruşma “bant kayıtlarının dinlemesi” için 28 Ocak 2008 tarihine ertelendi.
Konuyla ilgili açıklama yapan Öğretmen-Sen Genel Sekreteri Behçet Canöz, 301. maddenin düşünce zeminini bozduğunu, böyle bir zeminde de yanlışlardan kurtulmanın imkânı olmayacağını vurguluyor.
* * *
Geçtiğimiz dönemde insan hakları örgütlerinin oluşturduğu İnsan Hakları Ortak Platformu aylar öncesinde bir teklif getirmişti. “Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır” şeklinde bir madde hazırlaması ile meselenin çözülebileceği belirtilmişti. Yeter ki, bu konuda bir irade ortaya konulabilsin.
Görülüyor ki, 301. madde, makyaj yapmakla, kelimelerle oynamakla düzelmeyecek. Düşüncenin önündeki diğer maddelerle birlikte 301. maddenin de kaldırılarak TCK’nın “özgürlükçü” bir yapıya kavuşması gerekiyor.
Hem de hiç zaman kaybetmeden…
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
11 Eylül’ün gölgesinde İslâm dünyasında eğitim |
|
Ülkemizde 28 Şubat süreci eğitim alanında da nasıl bir milât ve 11 Eylül’e tekaddüm etse de neticede onun in’ikası ve yansıması olmuşsa 11 Eylül de küresel çapta bir milât ve dönüm noktasıdır. Küresel 28 Şubat sürecidir. İçerideki temsilcisi Çevik Bir de nihayetinde küresel bir vizyonu temsil etmiştir. 11 Eylül vurgusu her konuşmaya ve her söze mutlaka aksediyor. İSAV ile TASAM’ın ortaklaşa düzenlemiş oldukları ‘İslâm Ülkelerinde Eğitim Kongresi’ oturumlarını kısmen takip etme imkânı buldum. Konuşmalar yine bilmecburiye büyük çapta 11 Eylül düzeninin gölgesinde cereyan etti. Esasında, 11 Eylül’ün iki anlamı vardı. Fransız Devriminin İslâm diyarlarında açtığı çığırı sürdürmek. Bu düpedüz sömürgecilik ve İslâm’da reform demektir. Zaten istismar mânâsında İslâmla ilk diyaloğu başlatan Napolyon’du ama ayın zamanda atlarını da Ezher’e bağlamaktan imtina etmemişti. Sözde, Müslümanlardan yanaydı ve hatta Müslüman olduğunu ima ediyordu, ama icraatta tam tersi atlarını (generalleri) Ezher’e bağlıyordu.
Bush’un yapmak istediği ikinci şey Amerikan şapkasıyla Churchilizm düzenini ihya etmek ve bir yüzyıl daha yaşatmaktı. 11 Eylül bir Churchilizm misyonerliği idi. Fransız devriminin İslâm dünyası üzerine muhtelif etkilerini tahlile gelecek olursak; önümüzde yeni bir dünyanın kurulduğunu göreceğiz. Bu dünya Batı için zafer İslâm dünyası için hezimet dolu iki yüzyıl demekti. Yeni bir fetretti. Ve bunu Fransız Devrimi tetiklemişti. Bu iki yüzyılın birinci dilimi Osmanlı döneminde yaşandı ve sükûtuyla nihayete erdi. İkinci dönemi ise Churchilizm dediğimiz ikinci yüzyıllık dilimdir o da 11 Eylül’le birlikte tarihe karışma evresine girmiştir. Bush onu yeniden ihyâ edeyim derken bilmeden temellerini sarsmıştır. Fransız Devrimi paradigmayı tamamen değiştirmiştir. Dinî paradigma yerine dünyevî paradigmayı ikame etmiştir. Bu Osmanlı’da ve Mısır’da laikliği müjdeleyen reformları tetiklemiştir. Zamanla laikliği intac etmiştir. İkinci olarak, getirdiği modernizm sosyolojik ve siyasî olarak merkezileştirmeyi sağlamıştır. Aksi murad edildiği halde merkezileştirme ise yapıyı deforme etmiş, çözmüş ve bozmuştur. Hürriyet ve özgürlük dediği şey hürriyet adına dağılma ve Osmanlı’nın atomizasyonu olmuştur. İdarede merkezileştirme ve siyasette parçalanma, eğitimde ise laik paradigmayı getirmiştir. Milliyetçilikle birleşen merkezileştirme ise Osmanlı’nın yıkımını beraberinde getirmiştir. PKK meselesi bunun uzuntılarından başka bir şey değildir. Fransız Devriminin tetiklediği süreçlerden birisi önce paradigmada çiftleşme ve uğursuz ayrılık (infisam en kedir/ şizofrenik yapı) dönemi olmuştur. İkincisi de, dine değil de dünyevileşmeye veya laikliğe dayalı tekilci paradigmanın dini paradigmayı tasfiye etmesidir.
Paradigmada ikilik Osmanlı’nın son yüzyılında mektep-medrese kavgasıyla yaşanmıştır. Akabinde cumhuriyet döneminde medrese ve dinî eğitim ortadan bilkülliye kaldırılarak dünyevî esasla tevhid-i tedrisat anlayışına ulaşılmıştır. Halbuki Bediüzzaman gibilerinin müjdelediği tevhid-i tedrisat anlayışının yaşanan ve ikame edilenle hiçbir alâkası yoktur. Onların amacı olmayan din-dünya ikiliğini ortadan kaldırmak ve ikisinin ilimlerini kaynaştırarak aynı iklim içinde sunmaktı. Dünya ve ahiret birliğini temin etmek. Halbuki diğer tevhid-i tedrisat anlayışı ikisini birbirinden ayıran ve sonra da diğerini tamamen ortadan kaldıran mugalebe anlayışına ve atışma anlayışına dayalıdır. Bütünleştirme ve senkronize etmek ve camiiyyet değildir. Ayrılık esası üzerine müessestir. Başörtüsü yasağı gibi yasaklar tamamen bunun ürünüdür. Bu itibarla başörtüsü yasağının temellerini Fransız Devrimine kadar geri götürebiliriz. Gladstone ise Churchill’in pişdarı ve öncüsünden başka bir şey değidir.
***
Eğitimde Mevlânâ benzetmesiyle pergelin bir ucu Kur’ân-ı Kerim’de asılı idi. Diğeri de seyri afakî halinde idi. Ama Fransız Devrimi bu tabloyu tersyüz etmiştir. Devrime tekaddüm eden günlerde ve asırlarda bu kaynaşma temin edilemediği gibi Fransız Devrimiyle blirlikte ayrışmanın açısı daha da büyüdü. Pergel merkezini kaybetti ve boşlukta seyeran ve deveran etmeye başladı. İslâm dünyasının eğitimde Tih dönemi işte budur. 11 Eylül sonrasında da Bush, Napolyon gibi demokrasiye özgürlük müjdeledi ve birçokları Napolyona inandığı gibi Bush’a da inandı. Demokrasi ve özgürlük diyordu tam tersine bu sözler boş çıktı ve merkezileşmeye hizmet etti. Eğitimde ise hem sözde, hem özde, hem nazariyatta, hem de fiiliyatta ‘terörü besleyen İslâmî eğitim’ bahanesiyle eğitimde merkezileştirmeye gidildi.
İslâm Ülkelerinde Eğitim Kongresi toplantılarında işte bunun hikâyesini dinledik. 28 Şubat sürecinde Türkiye’de imam hatiplerin orta okullarının kapatılması, adeta hâfızlık kurumuna kilit vurulması ve lağvedilmesi gibi, Yemen’de de 1994 yılında bu yönde alınan kararlar ne hazindir ki tam 11 Eylül ertesine yani 2001’de uygulama şansı(!) bulmuştur. Ali Abdullah Salih’in bulamadığı cesareti ona 11 Eylül kazandırmıştır. Napolyon’un çömezinden başka ne beklenebilirdi ki? Dinî eğitimde merkezileştirme özellikle Yemen ve Müşerref idaresi altına Pakistan’da icraata konulmuştur.
***
11 Eylül’den sonra Pakistan’da medrreselere güya çeki düzen verilmiş ve onlar modernleştirilme adı altında laikleştirilmişlerdir. Her iki ülke temsilcileri de örnekleriyle bu gelişmeye ışık tuttular. Afrikalı temsilciler ülkelerindeki arkaik medrese eğitimi ile Fransız ve İngilizlerin devrettiği eğitim sisteminin kaynaştırılması ve uyumlu hale getirilmesi sorunlarının bugüne kadar aşılamadığına dikkat çektiler. Nijer temsilcisi gibi kimi Afrika ülkelerinin temsilcileri de yine sömürgecilik dönemindekine benzer bir şekilde 11 Eylül sonrasında da Arapça öğrenme ve İslâmî eğitim konusunda ülkelerinin karşılaştıkları baskıyı ve kısıtlamayı anlattılar. Sömürgecilik döneminde Afika’da eğitim, misyonerlerin uhdesindedir. Misyonerlik merkezlidir. Bunun en çarpıcı misali içeride Allah diyemeyen dindar bir cumhurbaşkanı olan De Gaulle’un lâfza-i celâli ülke dışına gittikten sonra rahat bir biçimde kullanabilmesidir.
Pakistan gibi ülkelerin problemi de Osmanlı’nın son yüzyılında yaşadığı ikili eğitim sistemidir. Mektep ve medrese ikilemidir. Müşerref ise bir şekilde tam özüne inemese bile Kemalist tevhid-i tedrisat modelini uygulamaya çalışmaktadır. Esasen Ziyaü'l Hak’kın da rahatsız olduğu bu ikilem zinhar aşılmalıdır, ama bunun yolu kaynaştırmadan birleştirme değildir. Denemeler sun'î olmamalıdır. Hiçbir şekilde birisinin ötekisini yok etmesi ve birbirine feda edilmesi değildir.
27.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|