Tek partili TBMM, 26 Ekim 1933 tarihli oturumunda iki önemli karara imza attı.
Birinci karar: "Cumhuriyet'in 10. yıldönümü münasebetiyle, hükümetin hazırlamış olduğu 'Umumî Af Kànunu' aynen kabul edilmiştir."
İkinci karar: "Türk kadınlarına 'muhtarlık seçimleri'de seçme ve seçilme hakkı verilmiştir."
Bu iki kànun ile ilgili daha geniş bilgilere ulaşmak için bakınız: 27 Ekim 1933 tarihli TBMM Zabıt Ceridesi ile Hakimiyet–i Milliye Gazetesi.
Olan/olmayan haklar
Türkiye'de, kimi laikçi çevrelerin hemen her vesileyle göğsünü kabarta kabarta şunu söylediklerine şahit olmaktayız: "Türkiye, medenileşmede ve demokratikleşmede birçok Avrupa ülkelerinden bile daha ileridir. Meselâ Türkiye'de, 1933'te muhtarlık seçimleri, 5 Aralık 1934'te ise milletvekili seçme ve seçilme hakkı Türk kadınına sağlanmıştır. Oysa, bazı Avrupa ülkeleri, bu tarihten çok sonra aynı yöndeki adımı atmışlardır."
İlk bakışta, bu iddia güzel ve çok doğru gibi anlaşılıyor.
Oysa, buna asla ve kat'a kanmamak, inanmamak lâzım.
Meselâ, şu gerekçelerle:
1) O tarihte, Türkiye tek parti diktasıyla yönetiliyor ve ikinci bir partiye hayat hakkı tanınmıyordu. Halbuki, demokrasinin olmazsa olmaz şartlarının başında, çok partili sistem geliyor.
2) O dönemde, değil muhtarlıklara yahut belediye meclisine, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altına gelenler dahi, milletin hür iradesiyle seçilmiyordu. Hatta, "Seçim değil, tayin vardı" demek daha doğru olur. Zira, milletvekillerinin hemen tamamı, Ankara merkezinde resimlerine bakılarak yapılan "masa başı çalışmalar"la tesbit ediliyordu. Öyle ki, ölmüş bazı şahısların dahi milletvekili seçildiği vakidir.
3) Türkiye'de yaşanan kanlı darbeler açıkça gösteriyor ki, kadınlar gibi erkek seçmenler dahi her zaman için (hatta çoğu zaman) hür irade sahibi olamamışlardır.
4) Halen yaşanmakta olan birtakım uygulamalar yine açıkça gösteriyor ki, Türk kadını, giyim ve kuşamında hür ve serbest bir şekilde seçme ve seçilme hakkına sahip değildir. Hatta, bırakın seçme–seçilmeyi, TC uyruklu hanımlar, eğitim, okuma ve çalışma hürriyetine dahi hakkıyla sahip değildir.
İşte, bunlar gibi daha başka gerekçeler de bize gösteriyor ki, iddia edilen bizdeki "seçme–seçilme hakkı" çoğu yerde bir saçmadan öteye gitmemiş ve halen de gidemiyor.
Bu acı gerçeği görmeyen, yahut itiraz edenlere şunu sormak hakkımız: Türk kadınının okuma hakkı var mı?
Avrupa'da değil ama, Türkiye'de...
Bir de, "sözde değil, özde..."
Tarihî gerçek (yorumsuz)
Kâğıt üstünde ve merkezî otoritenin inisiyatifi altında kadınlar için uygulamaya sokulan "seçme–seçilme hakkı"nın Meclis'teki ilk tezahürü, 1935–1939 döneminde görülüyor.
M. Kemal'in isteği doğrultusunda, o dönemde mevcudu 395 olan Meclis'e 18 kadın vekil seçilmiş, yahut dâvet edilmiş.
Gariptir, sonraki dönemlerde ise, bu sayı hemen düşmüş ve yıllar yılı kadın vekil sayısı 10'un altında seyretmiştir.
Hem öyle ki, vekil sayısının 610'a kadar çıkartıldığı 1957 seçimlerinde dahi, bu sayı yükseltilmiş değil. Tâ ki, 12 Eylül sonrasındaki ilk seçimlere (1983) kadar. O zaman da toplam sayı 12'de kaldı.
Kadın vekil sayısının zirveye çıktığı dönem ise, 1999-2002 dönemidir. 550 üyelik bu Meclis'te 23 kadın vekil yer aldı.
Bir önceki dönemde yekûnu 24 olan kadın vekil sayısında, yapılan son genel seçimlerde (22 Temmuz 2007) geçmiş bütün dönemlerin rekoru kırıldı.
Yekûnu 50'yi bulan halihazırdaki kadın vekillerin 30'u AKP'li, 10'u CHP'li, 8'i DTP'li ve 2'si MHP'lidir.
Yalan ve gerçek
Türbanlı değil; yazmalı, yaşmaklı, eşarplı, başörtülü Türk kadınlarının bugün dahi ülkenin her yerinde hür ve serbest olduğunu kim iddia edebilir?
"Türban yasak; ama başörtüsü serbet, ona kimse birşey demiyor" sözü, şayet bir yalan ve aldatmadan ibaret değilse, resimdeki anneleri, ablaları gibi başını örten hemşirelerin, memurelerin veya kız öğrencilerin—iddianın ispatı için olsun—gösterilebilmesi gerekmez mi?
Şundan eminiz ki, dinî inancı gereği tesettüre riayet eden meselâ üniversiteli kızlarımızın mutlak ekseriyeti, tıpkı anneleri olan Anadolu kadını gibi başlarını örterek okumak isteyeceklerdir.
Böylelikle, bilhassa 82 Anayasası referandumundan hemen sonra başlayan ve 25 senedir dayanılmaz ıztıraplarla gündemi işgal eden "başörtüsü sorunu" da kendiliğinden halledilmiş olur.
Evet, bu bir gerçek; ama, ne yazık ki hâlâ "yalan"ın borusu ötüyor.
26.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|